FAŞİST ŞEF PİATTİ, ARMAN'A SADİST EĞLENCESİNİ ANLATTI!
Mutfakta Faşistim diyen Batuhan Piatti, çalışanlarına yaptığı işkencelerden nasıl zevk aldığını Ayşe Arman'a anlattı.
İŞTE HÜRRİYET YAZARI AYŞE ARMAN’IN MASTERCHEF BATUHAN PİATTİ İLE YAPTIĞI RÖPORTAJ
Özel hayatımda liberal, mutfakta diktatörüm
‘Masterchef Yarışması’nın sürekli takipçisi değilim. Ama sözü edilen bütün o itiş kakışları internetten izledim. Evet Batuhan Piatti denilen adam, antipatik duruyor. Biraz fazla ‘hiper’ duruyor. Yırtık dondan fırlayacak gibi duruyor. Ama nedense bana kötü niyetli gelmedi.
Güldüm adamın haline. Bir de bu televizyon hadisesinde, bizler olayın bir kısmını görüyoruz ya da yönetmenin bize göstermek istediğini. Dolayısıyla, olaya bir de bu gözle baktım.
Yıllar evvel de, ilk ve son kez annesi Donatella Piatti’yle röportaj yapmıştım. Şahane bir kadındı. O kadından çıkan oğlanın bu bize anlatıldığı gibi biri olduğuna da inanmadım.
Ben zaten artık gazetelerdeki köşe yazılarını “Kendi fikridir” diye okuyorum, kendiminki dahil. O yüzden ben de kendimce tanımak istedim. Evet, biraz konuşurken dere tepe düz gidiyor ama ben sevdim. Gerçek buldum. Zeynel Abidin çekti fotoğrafları. Çok da eğlendik çekim sırasında. Sizi Batuhan Piatti’yle baş başa bırakıyorum...
Siz faşist misiniz?
- Değilim ama disiplinliyim. Eğer disiplinli olmak faşistlikse, faşistim.
Agresif?
- Kesinlikle agresifim. Çünkü yaptığım işi önemsiyorum. Ve işte, agresif olmak gerektiğine inanıyorum. Çünkü hepimiz insanız ve gevşemeye müsaitiz. Hele hele 16-17 saat mutfak gibi bir yerde çalışıyorsanız...
Mutfakta demokrasi yok mudur?
- Yoktur. Olamaz. Olursa, çöker o mutfak. Her mutfağa bir diktatör gerekiyor. Ve ona itaat eden insanlar.
O zaman mutfak, herkesin birbirine bağırdığı kanlı bir yer...
- Kanlı olduğu doğru. Ama herkes bağırmıyor. Bir kişi bağırıyor, o da diktatör. Başkası bağıramaz. Diktatör rolleri belirliyor, kimin ne yapacağını söylüyor, öbürleri de askeri nizam ve disiplinle ona itaat ediyor. Yapmayan olursa da, safra gibi atılıyor.
Ama çok acımasız, yok mu bunun başka formülü?
- Yok, mutfak doğduğu günden beri böyle. Kimi yerde daha yumuşak, kimi yerde daha sert. Ama başarılı olanında hep bir diktatörlük düzeni vardır.
Siz peki sadist misiniz?
- Hepimizin içinde bir miktar sadistlik ve mazoşistlik var. İnkar etmiyorum, bende de var. Mutfakta bazen ortaya çıkıyor. Ama gidip kimseye işkence yapmıyorum, eşek şakası yaptığım oluyor, bana da çok yaptılar.
Ne gibi?
- Kaşığı ateşte iyice ısıtırsın, “Hadi al oğlum, al bunu, şuraya koy” dersin, kızgın kaşık eline yapışır. Bu tür mutfak geyiklerini sadizm olarak değerlendirmek istiyorlarsa değerlendirsinler. Biz yapıyoruz ve eğleniyoruz.
İŞİMİ CİDDİYE ALIYORUM
İyi de kendinizi bir tartın, o programda haksız davrandığınız, ölçüyü kaçırdığınız hiç mi olmuyor?
- Hayır olmuyor. Bakın, ben televizyoncu değilim, hayatımda ilk defa böyle bir şey yapıyorum, rol kesmeyi filan da bilmem. Bana dediler ki, “Batuhan, sen çık, mutfakta nasılsan öyle davran!” Ben de normalde ne yapıyorsam, onu yapıyorum. Karşımda tamamen amatör, mutfağın ne olduğuna dair fikri olmayan insanlar var. Ben onlara, bu işin ne kadar ciddi bir iş olduğunu anlatmak için yırtınıyorum. Bazen de refleks olarak birtakım çıkışlarım oluyor.
Rondoyu parçalamak gibi...
- Evet, o olay şöyle oldu: Semra diye bir yarışmacımız var. Tamam, bugüne kadar mutfakla filan hiç alakası olmamış anlıyoruz ama yarışmanın bitmesine 15 dakika kalmış, sosu rondonun içerisinde, ellerini göğe açıyor ve “Açılmıyor, ben ne yapacağım Allah’ım?” diye zırlıyor. E ben de tepki gösterdim, “Açılmıyorsa açmaya çalışacaksın! Yine açılmazsa vuracaksın açacaksın!” dedim. Vurdum, rondo kırıldı. Ekranda rondoyu yumruklayan bir manyak gibi görünüyorum ama ben o anı servisteymişim gibi yaşadım.
Ne demek servisteymişim gibi?
- Bizimki çok stresli bir iş, insanlara servis veriyorsun, hizmet ediyorsun ve hep zamana karşı yarışıyorsun. Bir sos var, onun çıkarılıp tabağa konması lazım. Sen de elini göğe açmış zırlıyorsun. Yok öyle şey! Ya da adam pişirdiğin yemeği deneyecek, tamam denesin ama denemek için yemeğe soktuğu kaşığı ağzına götürüp, sonra tekrar yemeğe sokmasın. Böyle bir şey de yok. Ben onun tükürüğünün bulaştığı kaşığı yemeğimde istemem. Kimse istemez. Bunu yapmaması gerektiğini öğrenmesi gerekiyor. Ben de elindeki kaşığa vuruyorum.
MUTFAK VAHŞİ BİR YER
Neden onu daha yumuşak bir şekilde uyarmıyorsunuz!
- Çünkü ben beyefendi değilim, aşçıyım! Ve o anda acil müdahale gerekiyor.
Hakkınızda tonlarca olumsuz yazı çıkmış, bunların hepsi mi haksız?
- Tabii ben daha zeki olmalarını beklerdim.
Nasıl yani?
- Televizyonda gördükleri adamı yazıyorlar. Onlara televizyonda yutturulan adamı...
Bu ne demek?
- Hepsi kazık kadar insanlar. Televizyon dünyasının, aynı zamanda bir yanılsama olduğunu bilmiyorlar mı? Sana bir bütünün sadece bir anı gösteriliyor. Tamam o an, yalan değil ama gerçeğin tamamı değil, sadece minik bir bölümü. Onlar beni rondoyu parçalarken görüyor ya da bir adamın kaşığına vururken ama sonra belki de biz, o insanlarla, can ciğer kuzu sarması oluyoruz. Yani, neticede bu bir şov programı. Oradaki çıraklar da, ustalarını seviyorlar.
Aranızda bir husumet yok yani...
- Deli misin, bütün yarışmacılar beni çok sever. Usta çırak ilişkisinde, topuğuna tekme de yersin, kafana kepçe de. Mutfak da böyle bir yer. Ve evet, biraz vahşi. Türkiye’de işin gerçeğini yeni yeni öğreniyor insanlar. Bugüne kadar bu ülkedeki programlar şöyleydi: “Ispanaklarımızı alıyoruz. Değil mi efendim? Onları ince ince kesiyoruz...” Bu ne kibarlıktır! Valla bizim programda, hariciyeciler yarışmıyor, aşçılar yarışıyor! Tamam, ‘Kabayız, terbiyesiziz’ manasında değil ama işimiz, doğru düzgün, lezzetli yemek yapıp insanlara sunmak. Ve sen işini adam gibi yapmazsan ben sana sinirlenirim.
Antipatik bir adam portresi çiziyorum diye üzülmüyor musunuz?
- Ben antipatik bir adam değilim. Beni gerçekten tanıyanlar, nasıl bir adam olduğumu bilirler. Herkesin değil, benim önemsediğim insanların beni sevmesi önemli. Mahalle baskısı da sökmez bana.
Biz bu hal ve tavrın yarışmanın gerektirdiği bir rol olmadığına nasıl inanacağız? Belki de bir format bu?
- Yok ya. Bana kimse telkinde bulunmadı, bulunamaz da. Zaten yapmacık olur, gerçek olmaz. Ben rol filan yapmıyorum. Birlikte çalıştığım şefler var, yetiştirdiğim çocuklar, onlar beni biliyor...
Onlar sizin için “Bu adam manyak!” derler mi?
- Derler. Ama severler de. Özellikle bizim işteki insanlar manyakları sever! Çünkü normal bir insanın yapacağı iş değil. Sözünü ettiğin eleştiri yazıları filan da, benim için sabah kahvaltısında, ancak cacık olur! Umurumda olmaz yani. Biz öyle stresler yaşıyoruz ki, 300 kişiye yemek çıkarıyorsun mesela, hop 80 kişi artırıyorlar, o anda, sen böyle şeylerle uğraşırken, millet bilip bilmeden oturduğu yerden ahkam kesiyor. Gülüp geçiyorum.
ROL DEĞİL GERÇEK
Her programda bir ‘şirret’ olması gerekiyor ya, bu rol ister istemez size mi verildi?
- Bana inanmıyorsun galiba, rol değil diyorum! Ben televizyon seyreden biri değilim ama söylediler işin raconu buymuş, bugüne kadar yarışma programları öyle olmuş. Ama tekrar ediyorum, bana kimse nasıl davranacağımı söylemedi. Ben zaten kimseyi dinlemem, iplemem.
O zaman sizin içinizde bir ‘kötü davranma geni’ var... Öyle mi?
- Evet, Dr. Jekyll’la, Mr. Hyde gibiyim! Mutfakta manyak bir adam oluyorum. Ama söylüyorum işimi iyi yapıyorum.
Peki insanlara iyi davranarak da, mutfakta iyi olmanın yolu yok mu?
- Yok. Orman kanunları geçerli. Seni biraz yumuşak gördüler mi, anında yapıştırırlar. Süngüyü elden bırakmayacaksın, zayıflık olarak algılanır. Çok fazla demokrat da olmayacaksın, diktatörlüğü hak etmiyor diye düşünür, “Yapamıyor bu herif!” derler. Arkandan kuyunu kazmaya başlarlar. Ben özel hayatımda liberal, mutfakta diktatörüm!
Belki de siz bu işi ve kendinizi gereğinden fazla ciddiye alıyorsunuz... Yemek yapmak güzel bir duygu, insanları mutlu ediyorsun. Mutfaktakiler de insanları mutlu etmek için bir şey yapıyor. Onlara bağırıp çağırmak ne iş?
- Söylediklerin evde yapılan yemek için geçerli. Evde yemek yapmakla, müşteriye yemek yapmak arasında dağlar kadar fark var. Müşteri kötü yemek yediği zaman, kafana atar o tabağı! Demek istiyorum ki, evinde karına yaptığın yemekte aşk var, sevgi var, ama her gün 1000 kişiye, 1500 kişiye aşık olabilir misin?
Cipriani’den ayrılmak...
- Beni üzdü. Benim için önemliydi orası. Üstelik bir sürü İtalyan şefin arasından seçildim. Ve ne yemek testlerinden geçtim o görevi alabilmek için. Londra’ya eğitime yolladılar.
ADAMIN BİRİ MUTFAĞA İNDİ BENİ AZARLADI
Ve ayrılmak zorunda kaldınız? Neden?
- Bu program yüzünden. İnsanlar, Cipriani’ye, “Siz böyle bir şefi nasıl çalıştırırsınız!” diye protesto mailleri gönderdiler.
İnsan bunun için ayrılır mı? Gönderirlerse göndersinler o mailleri…
- Bacağımı yerim paçacıya minnet etmem, öyle bir adamım. Yaptığım işin arkasındayım, programda kötü bir şey yapmadığımı biliyorum. Zaten Cipriani’ciler de, “Biz senin yanındayız, bu mailler umurumuzda değil” filan değil dediler önce, ta ki bir gün herifin teki mutfağa inene kadar...
Şu hikayeyi güzelce anlatın...
- Bizim garsonlardan biri, “Şef, yukarıda seninle konuşmak isteyen biri var” dedi. “Şu an servisteyiz, yemek çıkarıyoruz, iş yoğunluğu bitince gelirim söyle ona” dedim. Ama adam ısrar etmiş. Anladım bir b.kluk olduğunu. Birazdan baktım, mutfağa bir beyefendi indi, acayip şık ama burnundan soluyor, dayanamamış gelmiş. “Merhaba efendim, nasıl yardımcı olabilirim?” dedim “Siz” dedi “Herhalde fener balıklarını şoklu alıyorsunuz, mikroda ısıtıyorsunuz!” Yemeği beğenmemiş, mesele bu. Oysa Cipriani gibi bir yerde, söylediği şeyi yapmak mümkün değil. Yeteneğimize, aldığımız eğitime, Cipriani geleneğine, her şeye hakaret. “Müsaade ederseniz izah edeyim” dedim. “İlgilenmiyorum senin yapacağın açıklamalarla” dedi, sırtını döndü gitti. Bir ego patlaması yaşadı yani arkadaş.
Yemek gerçekten kötü müydü?
- Mesele yemek değildi ki. O beyefendi, ‘Masterchef Yarışması’nda izlediği adamdan nefret ediyordu. O zaman anladım ki, benim Cipriani’den istifa etmem lazım, çünkü zarar vereceğim, sürekli saldıracaklar. Ve istifa ettim. Bu sefer de “Atıldı matıldı” haberleri yapıldı. Oysa gerçek, anlattığım gibi. Ama tabii herkes neye istiyorsa, ona inanıyor.
Bu programla hayatınızda nasıl bir değişiklik oldu?
- Türkiye çapında meşhur oldum! Ama bu iyi mi kötü mü bilmiyorum. Ben yaptığım yemekle meşhur olmayı tercih ederdim. Bu vesile olur diye umut ediyorum, belki merak ederler, gelip bu antipatik adamın yaptığı yemeği yerler.
Arkadaşlarınız, karınız, karınızın ailesi, çocuklarınız... Onlar ne diyor bütün bu olup bitene...
- Karım, ailem, en büyük desteğim. Müthiş sağlam bir karım var. Ve dünya tatlısı çocuklarım... Kızım Derya altı yaşında, oğlum Derin üç aylık. Eşim Elif İhsan Doğramacı’nın yeğeni. Yedi sülalesi profesör. Kendisi de İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi. Bambaşka bir tip. Ama onun da bir cinsliği var ki, benimle evlenmiş!
O “Yapma etme Batuhan!” demiyor mu...
- Beni en iyi tanıyan o. Geçen sene evlenmedik ki! Dokuz yıldır birlikteyiz.
Niye çekiyor sizi bu kadar?
- Seviyor herhalde.
Nasıl tanıştınız?
- Ben İtalya’da aşçılık okudum, çalıştım. Orada bir kıza aşıktım, deli gibi, evlenecektik ama kız beni aldattı. Ben de, “Başlarım işine, hayatına...” dedim, her şeye olan inancımı kaybettim. Sırt çantamı alıp Kanarya Adaları’na gittim. Bir seneye yakın, muz ağaçlı bir adada aşçılık yaptım. Aşçılığın en güzel tarafı bu, dünyanın her yerinde iş bulabiliyorsun. Bir sene sonra Türkiye’ye döndüm. Tığ gibiyim, saçlarım uzamış, bronz tenliyim filan. İtalyan Lisesi’ndeki eski arkadaşlarım, “Hadi gel n’olur bize makarna yap” dediler, “Tamam” dedim, somonumu kaptım gittim, evde dokuz kız vardı. İşte Elif’le orada tanıştım, bir arkadaşımın arkadaşıydı. Aşık olduk. O zamanlar Işık Lisesi’nde öğretmendi. Ben dedim ki: “İtalya’ya geri döneceğim, iş bulmam lazım, ya benimle gel, ya ayrılalım.” O da hiç düşünmeden, “Geliyorum” dedi. Ailesi, “Kızım dur gitme!” dedi ama o kimseyi dinlemedi. “Batuhan limon satar, gene bana bakar” dedi, bizim geyiğimizdir bu. Atladık İtalya’ya gittik. Dört sene kaldık.
Elif de çalıştı mı orada?
- Tabii, tabii. İtalyanca da öğrendi. Evimiz Milano’daydı, bir ara Capri’de iş buldum. Bir restoranda yemek yiyorduk, sahibi, “Bu yaz servise ihtiyacım var, gelip bana yardım eder misiniz?” dedi. Elif de benimle birlikte mutfakta çalıştı, garsonluk da yaptı. Öyle de şahane bir kadındır.
Son olarak Okan Bayülgen’in sizi ti’ye almasına ne diyorsunuz?
- O da komik. Tanısa sever beni. Herhalde korkuyor beni programına çağırmaya diye düşünüyorum.
Anne İtalyan, baba Türk. Nasıl bir çocukluk? Problemli mi?
- Yok hayır. Ama 12 yaşında büyük bir travma yaşadım: Babam vefat etti. Hayatımın en büyük dersi...
Neden?
- Çünkü kötü bir şekilde vefat etti. Uyuşturucudan. Bir gün, “Baban artık yok” dediler. Babasız büyümek de kolay bir şey değil.
Ailede başka bir erkek figürü var mıydı?
- Vardı, dedem. Türk Hava Yolları müdürlüğünü yapmış, Avrupa’da THY bürosu açmış, çok sağlam bir adam, Allah rahmet eylesin, o da öldü. Bana da çok düşkündü. Babam ölünce, dedem beni epey şımarttı. Bense İtalyan Lisesi’nde okuyan, iki yıl üst üste kalan bir heriftim. Gezmeyi, tozmayı seven, kızlar-mızlar... Tabii bu tiki hallerim annemi endişeleniyordu. Erken yaşta sevdiklerimizin bir gün ölebileceğini öğrenmiş olduğum için üzüldü ama benim de sorumluluklarımın bilincinde bir adam olarak yetişmemi istedi.
Babaanne?
- Altı dil konuşan, çok kültürlü bir kadın. Annem, İtalyanca ders verdi hayatı boyunca, çalıştı yani, ben babaannemle büyüdüm diyebilirim.
“12 yaşında en büyük travmalardan birini yaşadım ötesi ne olabilir...” diye düşündünüz mü?
- Yok, büyük konuşmamak lazım. İki-üç sene evvel çok büyük bir travma daha yaşadım. İtalya’da çok sevdiğim, babam gibi gördüğüm bir abim vardı. Adı GG. Dünyanın en sempatik, en tatlı, en muhteşem, en cana yakın adamıydı. Bir gün annem hüngür hüngür ağlayarak aradı ve “GG, kendini asmış!” dedi. O gün dedim ki: “Şu hayattan bir bok anlamamışım ben, GG’yi bile tanıyamamışım.” İnsanları tanımak zannettiğimiz kadar kolay değil. Benim kafamda GG, yıkılmaz bir adamdı, öyle değilmiş meğer...” Bunları yaşamak insanı güçlendiriyor.
“Ben neyim? İtalyan mıyım, Türk müyüm?” Arada kalmış hissettiğiniz oldu mu?
- İtalya’ya gittiğim zaman kendimi Türk gibi hissediyorum, Türkiye’de İtalyan gibi. Burada biri İtalyanlar hakkında atıp tutarsa, çıldırıyorum; İtalya’da da birileri Türklerin aleyhinde konuşursa girişmek istiyorum. Hep yüzde 50-50.
Anneniz Donatella Piatti ve babanızın aşkı büyük aşk, değil mi?
- Evet. İkisi de deli. Dedem o zamanlar Türk Hava Yolları’nın Frankfurt müdürü, babam orada okuyor, annemle tanışıyorlar, “Biz evleneceğiz” diyorlar, gelip burada evleniyorlar. Annem 30 küsur sene burada Türkiye’de yaşadı. Şimdi İtalya’da. Onun için çok seviniyorum, çünkü yeniden çok aşık. Adam da düzgün bir adam, yakışıklı da. Tom Selleck’e benziyor, Verona’da yaşıyorlar, minik bir yer açıyorlar, bed and breakfast işi yapacaklar.
İTALYAN LİSESİ’Nİ BİTİREMEDİM
Annenizle hep çok mu yakındınız?
- Hayır. Ben zor kontrol edilebilen bir tip olduğum için, o da bana nasıl davranması gerektiğini bilemedi. Lise 1’de sınıfta kaldım, derken Lise 2’de yine. Bence, “Bu çocuğu, bu ortamdan uzaklaştırmalıyım” diye düşündü. O arada İtalyan Konsolosluğu’ndan yazı geldi: “Okulla ilişiğiniz kesilmiş görünüyor, askere gitmeniz gerekiyor.” Ne olduğunu anlayamadan apar topar İtalya’ya askere gittim.
Bu da mı size ders oldu?
- Evet ama eğlendim de. Ben disiplin seviyorum galiba. İtalyan Lisesi yerine askeri lisede okusaydım, bitirebilirdim sanırım.
Yemek işi nereden çıktı?
- Annem, askerden sonra benimle bir konuşma yaptı. Dedi ki: “Madem yemek yapmayı seviyorsun, sevmediği işi yapan bir sürü mutsuz avukat, doktor var. Öyle olmaktansa, mutlu bir aşçı ol.” Hiç unutmuyorum o konuşmayı. “Bu sefer sözünü dinleyeyim bari” dedim. Floransa’da özel bir aşçılık okuluna girdim. Sonra Milano Four Seasons. Üzerine bir master programı gibi bir program daha çaktım. Ama esas olarak hayatım, mutfakta geçti. Four Seasons’dan sonra yine Milano’daki Hyatt’ın açılışı. Eşek gibi çalıştım. Sonra da Türkiye’ye geldim.
Sizin çocukluğunuzda hatırladığınız mutfak nasıl bir yer?
- Bizim hayatımız mutfakta geçerdi, annem çok güzel yemekler yapardı, sohbetler edilirdi, şaraplar içilirdi. Türkiye’de salonlar büyük olur, mutfaklar küçük. İtalya’da tam tersi.
Neden Piatti soyadını kullanıyorsunuz?
- Piatti, annemin soyadı. Ben Batuhan Zeynioğlu’yum. Fakat Türkiye’ye gelince, daha havalı olsun diye beni öyle lanse ettiler. Benimle alakası yok, PR’cıların numarası. Ama annemin soyadını kullanarak daha orijinal durmaya çalıştığımı bile söylediler, yuh yani!
“EZ BENİ BATUHAN, PARÇALA”
Şimdi kendi yerinizi mi açıyorsunuz?
- Erol Abi’yle (Kaynar) çekimlerinden dolayı, çok uzun saatleri birlikte geçiriyoruz. Onun da Sortie diye mekanı var, “Oğlum sen burayı işlet” dedi. Kısa bir operasyon. Girişte tepedeki büyük restoran. Çok fazla iddiamız yok. Ama yemeğimiz güzel olacak.
Evde kim yapıyor yemekleri?
- Yardımcımız ne yaparsa onu yiyoruz. Ama hafta sonu kahvaltı yaparız birlikte. Bir de en büyük zevkimiz, evdeysek, ne kadar arkadaşımız varsa, hepsini eve davet etmek. 20-25 kişi oluyoruz, bahçeye kocaman bir masa, çocuklar, şaraplar, şamata, hep birlikte yemek yiyoruz.
Bu kadar küfür kıyamet arasında, sizi yakışıklı ve seksi bulan kadınlar var. Onlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
- “Ez beni Batuhan. Parçala...” diye mailler geliyor. Elif uyuz oluyor, ben de gülüyorum. Şişman bir adamdım aslında, televizyon yüzünden zayıfladım. Elif diyor ki: “Bugüne kadar zayıflaman için her şeyi yaptım, beceremedim. Benim yapamadığımı şu televizyon yaptı!” Daha fazla kilo vermemi de istemiyor! Karım, heykeli dikilecek kadın. Bana tahammül etmek zor. Böyle bir adamı çekmek için gerçekten çok sevmeniz gerekiyor.
Arada tehdit etmiyor mu, “Seni boşayacağım” diye...
- Yok yok. Biraz sıkar o. Ben ayrılır mıyım ondan!
Hürriyet/ Ayşe Arman