20 Ara 2009 10:38
Son Güncelleme: 19 Kas 2018 14:01
"EVLADIM!..SENİN TEK KELİMEYLE SÖYLENECEK DOĞRU DÜRÜST BİR MESLEĞİN YOK MU?"
Hakkı Devrim kızı babasından isteyecektir. Babası işini sorar. Hakkı Devrim'in verdiği cevap komiktir...
Lülüş gitti, benim hislerim de gitti
60 yıl... Dile kolay... Bir aradasın... Bir ömür... Her an birlikte... Gençlikte, yaşlılıkta, sağlıkta, hastalıkta, iyilikte, kötülükte... Sonra bir gün, biri, "tık" diye gidiveriyor. Benim için bu, sırtını dayadığın ağacın hiç beklemediğin anda devrilmesi gibi... Ölüm hep acı veriyor ama insanın hayat arkadaşını kaybetmesi daha da acı sanki... Radikal yazarı Hakkı Devrim bir süre önce 60 yıllık eşini, Gülseren Hanım´ı, Lülüş´ünü kanserden kaybetti. Bu röportajda bu acıyla nasıl yaşadığını, bu acıyı nasıl taşıdığını okuyacaksınız...
Gülseren Hanım´la nasıl tanıştınız?
- Lülüş´le mi?
Öyle mi derdiniz ona...
- Evet, o benim Lülüş´ümdü. 53 senesinde Hukuk Fakültesi´nin kantininde tanıştık. Veronica Lake´e benzeyen bir kız. Tuhaf, sıra dışı bir güzellik. Ortak bir arkadaşımız tanıştırdı. İnanılmaz tanıdık biri çıktı. Neyle mi tanıdık? Okuyup yazdıklarıyla. 48 senesi ve Sartre hakkında fikir sahibi. Sartre´la Camus´nun farkını tartışabildiğim biri. İki farklı cinstenmişiz gibi değil, çok iyi arkadaşız. Birlikte yüzmeye gidiyoruz, baktım bir gün sandviç getirdi, Ahmet İhsan Tokgöz yazan sarı zarflardan çıkardı sandviçleri. Ahmet İhsan Tokgöz de Serveti Fünun edebiyatını çıkaran adam. O tarihte ölmüş tabii. Gözüm zarfa takıldı, "Nereden çıktı bu zarf?" dedim. "Ha o mu? Matbaadan kalma?" dedi. "Ne matbaası?" dedim. "Dedemin matbaası" dedi. "Kim ulan senin deden?" dedim. "Ahmet İhsan Tokgöz" demesin mi? Bu kadar kitap bilgisi, kütüphane oradan geliyor. O çok daha avantajlıydı bana göre, ben Tapu Müdürü Ruhi Bey´in oğluyum.
Onu etkilemek için neler yaptınız?
- Küçük Sahne yeni açılmıştı. İlk piyes de, "Fareler ve İnsanlar". İzlemeye gittik, çok sevdi. Sevmeseydi, işler değişebilirdi. Tabii o zamanlar farkında değildim, ben neyi beğenirsem, Lülüş de onu beğenirdi...
Sizi mutlu etmek için mi?
- Allah bilir. Bir şeyi beni mutlu etmek için mi yapıyor, yoksa kendisi de sevdiği için mi, hiç bir zaman çözemedim.
Başkaları için mi yaşardı?
- Her zaman.
Fedakâr, verici...
- Hem de nasıl. Ben hiç öyle biri değilim, o beni çok eğitti.
Siz daha mı bencilsiniz?
- Oooooo. Ne diyorsun? Tabii ki. Lülüş herkesle herkesin arasını yapmaya çalışırdı, her şey iyi olsun diye kendini parçalardı.
Onun bu özelliğinden şikayet eder gibi bir haliniz var...
- Evet, çünkü kendini çok yordu. Biraz da kendisi için yaşamalıydı. Hep başkaları, hep başkaları. Önce iki çocuk, sonra torunlar...
Onsuz yapamayacağınızı ilk ne zaman hissetiniz?
- 5 yıl sadece arkadaştık. O ara da ben onu küstürdüm. Küsmek de bir adamın karakterini meydana çıkarır. Ben, bana küsülünce de küsünce de inat ederim, yelkenleri indirmem, böyle de kötü ve pis huylarım var. O ise kimse küs kalsın istemez, herkesi barıştırır, fevkalâde vazifeli hisseder kendini. Ben Lülüş´ün müstesna bir yaratık olduğuna inanıyorum, başka dünyadan gelmişti sanki. Onunla tanışmamış olsam, Zihni Küçümen´le Fransa´ya gidecektik, o psikoloji okuyacaktı ben sosyoloji ve ben evlilik karşıtıydım ama işte birden kendimi o havanın içinde buluverdim.
Gülseren Hanım mı istedi evliliği?
- Yok hayır. O kimseden bir şey istemez ki. Böyle bir tabiatı yok.
E peki izdivaç nasıl oldu?
- 51 yılbaşı gecesi Emirgan´da bir arkadaşın evindeyiz. Daha kullanışlı kızlarla birlikte... Gülseren yok yani. İçime bir sıkıntı bastı, aşağı indim, Lülüş´e telefon açtım. Dedim ki "Lülüş?", "Efendim?" dedi, "Sen bana varır mısın?", "Varırım" dedi. "Tamam o halde iyi seneler" dedim, telefonu kapattım. Bir daha da bu meseleyi konuşmadık.
Peki babasından istemediniz mi?
- O ayrı bir tantana. Sert bir adam, tıp hocası, asker, yanına zor sokulursun, üstelik o dönem Tabipler Odası Başkanı. Babam, "Evladım" dedi, "Senin ağzın benden daha çok laf yapıyor, sen ilk konuşmaları yap, sonra biz de protokol icabı isteriz." Ben 7 hafta boyunca her çarşamba Beyoğlu´ndaki Tabipler Odası´na gittim. Dinliyor ama taviz vermiyor. Bir de düşman gibi bakıyor. Evine gidiyorum, bahçedeki köpek beni tanıyor, bahçıvan tanıyor, bir Murat Bey tanımıyor. Sonra bir gün lütfetti, "E peki siz nasıl geçineceksiniz?" dedi. Ben de doğru dürüst bir iş yapmadığım için biraz kalabalık bir laf edeyim dedim. Cevabım ona çok komik gelmiş, sonradan senelerce diline doladı. "Ben Türkiye Turizm Kurumu´nda artistik direktör olarak çalışıyorum. İstanbul Radyosu´nda da söz ve temsil yayınlarında reji asistanıyım. Son Saat Gazetesi´nde de röportaj yapıyorum." Yüzüme baktı, "Evlat" dedi "Senin şöyle tek kelimeyle söylenebilecek, doğru dürüst bir mesleğin yok mu?"
Bu kadar isteksizken kızı nasıl verdi?
- Kayınvalidenin söylediğine göre evde kızılca kıyamet kopmuş. Hiç bilmedikleri bir Gülseren ortaya çıkmış! Sonunda bizimkilerle de tanıştılar, kızı verdiler. Ama tabii nişan ya da nikah yapacak durumum yok. Kayınvalidenin verdiği 250 lirayla Tokatlıyan´da nikahı kıydık. 60 sene önce tanıştık Lülüş´le, tam 60 sene sonra da 2008´de vefat etti. Bu 60 senenin, 55 senesini evli olarak geçirdik.
Ben ne kadar bencilsem Lülüş de o kadar sencildi
Sizin hangi özelliğinize hayrandı?
- Lülüş beni sevmek dışında, beğenirdi de. Ne var ki beğenmediği kimseyi de görmedim. Doğrusunu istersen, bu kadar iyi niyetli ve müspet olunca, insan dünyayı flu görürmüş gibi geliyor. "Şu yeşilliğin güzelliğine bak" derdi. "E baktım Lülüş!" "Farkında mısın kaç çeşit yeşil var?" Benim hep acelem vardı, hep işim vardı. Onunsa, bana dünyayı hep güzel gösterme gayreti vardı...
Sizden daha pozitif bir tip...
- Orası muhakkak. Bir de her şeyin tadını çok çıkarırdı. Eski bir Citroen´im vardı, dağ bayır gezerdik, 60´lı yıllar, ondan mutlusu yoktu.
Siz onun nesine hayrandınız?
- Ben 55 sene her akşam eve çok sevinerek döndüm. Düşünsene, her akşam güleryüzlü bir kadın kapıyı açıyor. Bencilliğin karşıtı "sencillik" vardır ya, Lülüş onun tipik örneğiydi...
"Sencillik" ne demek ben bilmiyorum...
- İlhan Selçuk´un uydurduğu bir şey, bencilin zıttı.
Ha anladım, siz evin egoistisiniz...
- Hem nasıl. Ben ne kadar bencilsem o da o kadar sencil. İyilikten ölecek.
Siz onun bu iyi niyetini suistimal ettiniz mi?
- Valla en sevdiğim insanın 55 sene kanını kurutmuşumdur. Hem de nerede biliyor musun? Sofrada. Sofra huysuzuyum ben.
Yemeğini mi beğenmiyordunuz?
- Evet ama kaba lafa gerek yok. Çerkezdir, tepesi çabuk atar. Manidar bir şekilde "Bu eti nereden aldın?" de, yeter.
O n´apıyordu?
- N´apsın, çileden çıkıyordu! "Aynı kasaptan!" diye bağırıyordu. "Bir şey demedim canım" diyordum ben de. Cennetten inmiş kadını bile delirtirdim. Bir de ben ot yemem, maydonoz görmek istemem, pırasa, lahana filan hiç sevmem. Yine de hayatta kimseden görmediğim kadar iyi muamele gördüm. Çok zaman şunu düşündüğüm olmuştur: "Acaba Murat Bey´in çocuğu değil de onu bir yerden mi aldılar? Kızcağızda bunun ezikliği mi vardı?" Babasını incitecek diye, anasını incitecek diye aklı çıkardı. Mutlaka herkesin gönlü alınacaktı, Darülaceze´deki yaşlılar takip edilecekti. İnsanın içini ezecek kadar iyiydi.
Başka nasıl delirtiyordunuz onu?
- Öfkelendiği zaman beni gülme krizi tutuyordu. Daha da sinir oluyordu. Onu hafife aldığımı sanıyordu, oysa ben, onun gözlerinden ateş çıkan halinden hoşlanıyordum.
Boşanmak, ayrılmak...
- Aklımızdan bile geçmedi. Arkadaşlarımız arasında boşananlar oldu, ben onları tek tek gördüğüm zaman hep kaçtım. 20 sene, 30 sene beraber gördüğüm insanları, tek görmeye tahammülüm yok. Lülüş öldükten sonra, "Hakkı Bey birini bulur, tek başına yaşamaz" demişler, güldüm.
Neden? Mümkün değil mi?
- Hayır değil.
Yaşar Kemal´in de yıllarca Tilda´sı vardı ama sonra tekrar evlendi...
- Onu bilemem. Ama bu evde Lülüş´ten başka birinin geziyor olması mümkün değil.
Bu, suç değil ki...
- Suç değil ama haksızlık. Benim Zorro diye bir köpeğim vardı, çok ahbap olduk, öldükten sonra üzerine bir daha da köpek alamadım. Ben öyle bir adamım. Zaten Lülüş´ün benden önce gitmesine inanamadım. Erken gitmesi gereken bendim.
Neden siz erkenci oluyorsunuz?
- Normali odur. Kadınla erkek aynı yaşta ise, genellikle erkek önce gider. Ben de bütün planları ona göre yapmıştım.
Belki de siz bencilliğinizden dolayı hayatta kaldınız...
- Mümkündür.
Peki çocuklar büyüdükten sonra...
- Ben gazeteciliği bırakmaya karar verdim, Meydan Larousse´tan da bir miktar para geçti elime, ya tekne alıp balıkçılık yapacaktım, ya da yaşlılar için bir motel işletecektim, ikisinden de vazgeçtim, tavukçuluk işine girdim.
Yaşlılık döneminiz nasıl geçti? Hâlâ sofrada kadıncağızı delirtiyor muydunuz?
- Hep yaptım. Yemek zamanı gelince, tabanca çekilmiş gibi oluyorum. Böyle kötü bir özelliğim var. Ama Lülüş için de benim için de aile, kutsala yakın bir şeydi. Her şeyden önemliydi. Bu müesseseyi bu kadar benimseyen iki insanın bir araya gelmesi ne netice verirse, bizde de öyle oldu. Günden güne bağlandık, sarmaşık gibi.
"Gel hanım bir sarılayım..." yapar mıydınız?
- A tabii, çok mıncıklayan bir tipim. Her gün bana sorardı, "Bugün ne oldu?" diye. Ben de "Amaaan ben meclise gitmiyorum ki gazetede bir odanın içinde oturuyorum" diye geçiştirirdim. Şimdi kendime kızıyorum, "Eşek kafalı!" diyorum, o kadar hikâye vardı, uydursaydın bir tane. Ben insanları çok sağlam seviyorum ama saadet, detayda. O da bende yok. Daha bir sürü hıyarlık yaptım, çok pişmanım.
Ne gibi?
- Yolda gördüğü her şeyden keyif alırdı, güzel bir manzaradan, bir ırmaktan, güneşin batışından. "Bak" derdi, "Hakkı, bak..." "Haydaaa" derdim, "Kardeşim, acelemiz var, çocuklar gelecek, gezintiye mi çıktık?" Uludağ´a gideriz bayılır. En son Artvin´e gittik, baktığı, gördüğü her şeyin tadını çıkarır, benimle paylaşmak isterdi. Ben de hep terslerdim. Oysa şimdi bana "Bak bu güzel!" diyen kimse yok. Meğer duygu açığımı onunla telafi ediyormuşum. Şimdi kaldım sopa gibi...
Rüyalarımda Lülüş hep benimle
Bana sahip çıkıyor, boşluğa düşmemi engellemeye çalışıyor. Sürekli onunla ev bakıyoruz, ama beğenmiyoruz. Birinin badanasını, birinin balkonunu, aramaya devam ediyoruz. İkimizi yokuşlarda görüyorum, tırmanıyoruz, hiç bilmediğimiz semtlere gidiyoruz. Sonra kamp gibi bir yere geliyoruz, bir odadayız, ben odadan çıkıyorum, tuvalete gidiyorum ama odanın numarasına bakmamışım, hangi odadan çıktığımı bulamıyorum, Lülüş nerede, ona ulaşamıyorum. O kadar fena bir şey ki, insanın eşini, hayat arkadaşını kaybetmesi, hiçbir acıya benzemiyor. Birbirini çok sevenlere, "İnşallah Allah ikinizin canını da bir trafik kazasında aynı anda alır" gibi abuk bir temennide mi bulunayım? Ne diyeyim, bilmiyorum ki...
Evlilikte saadetin şartı nedir bilir misin?
İnsanın 60 yıl boyunca yanında ağaç gibi duran birini kaybetmesi, ne kadar acı verici bir şey?
- Tarifi yok. Başka ölümlere benzemiyor. Annemde babamda da ciğerim yandı. Ama yüksek sesle hiç utanmadan söyleyebilirim ki, Lülüş´ün gidişi, bütün o ölümlerden farklı. Tam adını da koyamıyorum. Onların hepsinde ben sevdiklerimi kaybettim ama bunda benden bir şeyler gitti. İçeriden bir şeyler. Bunu erkekler, kadınlardan daha çok hissetmeye mahkum. O yüzden münasibi erkeğin önce gitmesi...
Her gün geliyor mu aklınıza?
- Özellikle akşamları. Evlilikte saadetin şartı nedir bilir misin? Bir aradayken de yalnız kalabilme mucizesini gerçekleştirebilmek. Ben kadınımla böyleydim. Ben çalışırdım, arkamda ansiklopediler olacak, o zaman kendimi güvende hissederim, masa başında olmak benim için çok önemli; o da kendi işleriyle meşgul olurdu, tercüme yapardı, bir şeyler okurdu. Ayrı odalarda olurduk, ama birbirimize seslenirdik, çok iyi anlaşan iki arkadaştık, erkek olsaydı da onunla yaşamak isterdim. Bazen de "Neydi adamın adı Tevfik mi?" derdim, "Gelmedi aklıma" derdi. Gecenin iki buçuğunda bağırırdı, "Hakkıııı?" "Efendim" derdim, "Talat, Talat..!"
En çok neyi özlüyorsunuz onunla ilgili?
- Her şeyi be Ayşecim. Beni en çok tenkit eden insandı. Beni hep düzeltmeye çalıştı. "Sen karşındakini küçümsediğini belli ediyorsun, yapma!" derdi. O kadar büyük bir boşluk ki şimdi olmaması. Kendimde olan bir şeylerin yok olması gibi. Sanki içimde bir taraf öldü.
Konuşuyor musunuz onunla?
- Tabii. "Bak yine yüzümü kestim Lülüş" diyorum, çünkü tıraş olurken bir yerimi kesmeme sinir olurdu, ya da "Bak gömleğimin ikinci düğmesini ilikliyorum Lülüş" diyorum, açık bırakırsam çok kızardı çünkü...
Ölüm kavramıyla nasıl baş ediyorsunuz?
- Edebiliyor muyum bilmiyorum ki? Her gece akşam yatağa girdiğimde, "Lülüş´üm toprakta yatıyor" diyorum. Hayatta en iyi bildiğim bedenin toprak altında olması bana çok fena geliyor. Onun bedenini kurtların yiyecek olması beni mahvediyor. Başka bir şey düşünmeye çalışıyorum, beceremiyorum, o yüzden akşamları zor geçiyor.
Evin içinde varlığını hissediyor musunuz?
- Bir akşam uyandım, camın yanında duruyordu, "Ne kadar özlemişim, iyi ki geldi!" diye geçirdim aklımdan, sanki bir seyahate gitmiş, geri bana gelmiş. Tabii bu birkaç saniyelik bir şeydi. Evdeki kızlardan biriymiş, sanırım Lülüş´ün hırkalarından birini giymiş.
Ölünce onunla buluşacağınızı düşünüyor musunuz?
- Öbür dünyaya inanmam. Ama Nurullah orada, Zihni Küçümen de, İsmail de, iki Oğuz da, Akkan ve Toktamış ve Lülüşüm de... Bunların bir araya gelip de beni çekiştirmemeleri mümkün değil. Buluştular orada. İnsan yok olamazmış gibi geliyor. Lülüş´ün de yok olabileceğini aklım almıyor...
Geriye "keşke"ler kaldı...
Eşinizin hastalığı birden bire mi ortaya çıktı?
- Bir gün geldi göğüs kanseri olduğunu öğrendik. Ben önce müsterihtim, "Tedavi kabul eden bir kanser türü" diye düşündüm. Ama geç kalınmıştı. Beyne aksettiği güne kadar, öleceğine inanmadım.
Her şey ne kadar zamanda oldu bitti?
- Üç buçuk sene.
En son bilinçli konuşmanız...
- Hep bilinçliydi. Ta ki o güne kadar. Yemek masasında birden bire süpürgeliğe bakmaya başladı, nasıl bir çığlık. Ben zannettim ki, akrep filan çıktı. Korkunç bir kriz geçirdi. Bizi duymuyordu artık. Çocuklar hemen hastaneye götürdüler, beyne sıçradığı dönemdi, ondan sonra ölüm fazına girdi. Yine de o güne kadar hiç şikayet etmedi, korkusunu belli etmedi. Ben olsam ederdim. Niçin bu kadar herkese borçluydu? Ne olmuştu? Genlerinde bir suç mu vardı? Büyüklerinden biri insanlığa karşı bir suç mu işlemişti? Ömür boyu borçlu gibiydi...
İyi insan olmak belki de bu...
- Belki de. Ben öyle değilim.
Bütün o ölüm seremonisini nasıl yaşadınız?
- Çocuklar halletti. Ben sadece cenaze kısmında vardım, rüya gibiydi, yoksa kabus mu demeliyim. Okan (Bayülgen) hergelesi de sağ olsun cenazeye geldi, bir yerlerden battaniye bulmuş, sırtıma koydu.
Vedalaşmış mıydınız Lülüşünüzle?
- Sürekli öpüşüyorduk. Çok güzelleşmişti. Çocukluğuna dönmüştü. Zaten o kadar masumdu ki, o sanki yanlışlıkla benimle evlenmiş bir çocuktu. Baştan beri onunla ilgili böyle düşünüyorum.
Yeteri kadar ağlayabildiniz mi?
- Hayır, öyle bir ferahlık olmadı. Bırakamadım kendimi. Akşamları eve dönerken bir yerlerden telefon ederdik, "Bir ihtiyacınız var mı Lülüş Hanım, bir yerlere uğrayayım mı?" "Yok Hakkı Beycim, buyurun sizi bekliyorum" derdi. İşte onu aradığım saatlerde kimse görmeden ağlıyorum, yaşlar süzülüyor yanaklarımdan.
Hayata dair bir sonuç?
- Ne sonucu olacak Ayşecim, giden gidiyor. Bize keşkeler kalıyor. Keşke daha kavgacı biri olsaydı, keşke kendini daha çok düşünseydi, keşke bu kadar iyi olmasaydı. Ben prostatımda ve bağırsağımda iki kere kanser buldum. Huysuzluk ettim, inat ettim, doktora gittim. O, birini rahatsız edecek diye huysuzluk etmez, yük olmak istemez. Sevdiklerimizi yitirdikten sonra ben onu yatak odasında hep dizlerinin üzerine oturmuş, bir şeyler okurken bulurdum. Benim hayatımda öyle şeyler yok. Öyle hislerim de yok. Lülüş gitti, benim hislerim de gitti...
Ayşe Arman/Hürriyet
60 yıl... Dile kolay... Bir aradasın... Bir ömür... Her an birlikte... Gençlikte, yaşlılıkta, sağlıkta, hastalıkta, iyilikte, kötülükte... Sonra bir gün, biri, "tık" diye gidiveriyor. Benim için bu, sırtını dayadığın ağacın hiç beklemediğin anda devrilmesi gibi... Ölüm hep acı veriyor ama insanın hayat arkadaşını kaybetmesi daha da acı sanki... Radikal yazarı Hakkı Devrim bir süre önce 60 yıllık eşini, Gülseren Hanım´ı, Lülüş´ünü kanserden kaybetti. Bu röportajda bu acıyla nasıl yaşadığını, bu acıyı nasıl taşıdığını okuyacaksınız...
Gülseren Hanım´la nasıl tanıştınız?
- Lülüş´le mi?
Öyle mi derdiniz ona...
- Evet, o benim Lülüş´ümdü. 53 senesinde Hukuk Fakültesi´nin kantininde tanıştık. Veronica Lake´e benzeyen bir kız. Tuhaf, sıra dışı bir güzellik. Ortak bir arkadaşımız tanıştırdı. İnanılmaz tanıdık biri çıktı. Neyle mi tanıdık? Okuyup yazdıklarıyla. 48 senesi ve Sartre hakkında fikir sahibi. Sartre´la Camus´nun farkını tartışabildiğim biri. İki farklı cinstenmişiz gibi değil, çok iyi arkadaşız. Birlikte yüzmeye gidiyoruz, baktım bir gün sandviç getirdi, Ahmet İhsan Tokgöz yazan sarı zarflardan çıkardı sandviçleri. Ahmet İhsan Tokgöz de Serveti Fünun edebiyatını çıkaran adam. O tarihte ölmüş tabii. Gözüm zarfa takıldı, "Nereden çıktı bu zarf?" dedim. "Ha o mu? Matbaadan kalma?" dedi. "Ne matbaası?" dedim. "Dedemin matbaası" dedi. "Kim ulan senin deden?" dedim. "Ahmet İhsan Tokgöz" demesin mi? Bu kadar kitap bilgisi, kütüphane oradan geliyor. O çok daha avantajlıydı bana göre, ben Tapu Müdürü Ruhi Bey´in oğluyum.
Onu etkilemek için neler yaptınız?
- Küçük Sahne yeni açılmıştı. İlk piyes de, "Fareler ve İnsanlar". İzlemeye gittik, çok sevdi. Sevmeseydi, işler değişebilirdi. Tabii o zamanlar farkında değildim, ben neyi beğenirsem, Lülüş de onu beğenirdi...
Sizi mutlu etmek için mi?
- Allah bilir. Bir şeyi beni mutlu etmek için mi yapıyor, yoksa kendisi de sevdiği için mi, hiç bir zaman çözemedim.
Başkaları için mi yaşardı?
- Her zaman.
Fedakâr, verici...
- Hem de nasıl. Ben hiç öyle biri değilim, o beni çok eğitti.
Siz daha mı bencilsiniz?
- Oooooo. Ne diyorsun? Tabii ki. Lülüş herkesle herkesin arasını yapmaya çalışırdı, her şey iyi olsun diye kendini parçalardı.
Onun bu özelliğinden şikayet eder gibi bir haliniz var...
- Evet, çünkü kendini çok yordu. Biraz da kendisi için yaşamalıydı. Hep başkaları, hep başkaları. Önce iki çocuk, sonra torunlar...
Onsuz yapamayacağınızı ilk ne zaman hissetiniz?
- 5 yıl sadece arkadaştık. O ara da ben onu küstürdüm. Küsmek de bir adamın karakterini meydana çıkarır. Ben, bana küsülünce de küsünce de inat ederim, yelkenleri indirmem, böyle de kötü ve pis huylarım var. O ise kimse küs kalsın istemez, herkesi barıştırır, fevkalâde vazifeli hisseder kendini. Ben Lülüş´ün müstesna bir yaratık olduğuna inanıyorum, başka dünyadan gelmişti sanki. Onunla tanışmamış olsam, Zihni Küçümen´le Fransa´ya gidecektik, o psikoloji okuyacaktı ben sosyoloji ve ben evlilik karşıtıydım ama işte birden kendimi o havanın içinde buluverdim.
Gülseren Hanım mı istedi evliliği?
- Yok hayır. O kimseden bir şey istemez ki. Böyle bir tabiatı yok.
E peki izdivaç nasıl oldu?
- 51 yılbaşı gecesi Emirgan´da bir arkadaşın evindeyiz. Daha kullanışlı kızlarla birlikte... Gülseren yok yani. İçime bir sıkıntı bastı, aşağı indim, Lülüş´e telefon açtım. Dedim ki "Lülüş?", "Efendim?" dedi, "Sen bana varır mısın?", "Varırım" dedi. "Tamam o halde iyi seneler" dedim, telefonu kapattım. Bir daha da bu meseleyi konuşmadık.
Peki babasından istemediniz mi?
- O ayrı bir tantana. Sert bir adam, tıp hocası, asker, yanına zor sokulursun, üstelik o dönem Tabipler Odası Başkanı. Babam, "Evladım" dedi, "Senin ağzın benden daha çok laf yapıyor, sen ilk konuşmaları yap, sonra biz de protokol icabı isteriz." Ben 7 hafta boyunca her çarşamba Beyoğlu´ndaki Tabipler Odası´na gittim. Dinliyor ama taviz vermiyor. Bir de düşman gibi bakıyor. Evine gidiyorum, bahçedeki köpek beni tanıyor, bahçıvan tanıyor, bir Murat Bey tanımıyor. Sonra bir gün lütfetti, "E peki siz nasıl geçineceksiniz?" dedi. Ben de doğru dürüst bir iş yapmadığım için biraz kalabalık bir laf edeyim dedim. Cevabım ona çok komik gelmiş, sonradan senelerce diline doladı. "Ben Türkiye Turizm Kurumu´nda artistik direktör olarak çalışıyorum. İstanbul Radyosu´nda da söz ve temsil yayınlarında reji asistanıyım. Son Saat Gazetesi´nde de röportaj yapıyorum." Yüzüme baktı, "Evlat" dedi "Senin şöyle tek kelimeyle söylenebilecek, doğru dürüst bir mesleğin yok mu?"
Bu kadar isteksizken kızı nasıl verdi?
- Kayınvalidenin söylediğine göre evde kızılca kıyamet kopmuş. Hiç bilmedikleri bir Gülseren ortaya çıkmış! Sonunda bizimkilerle de tanıştılar, kızı verdiler. Ama tabii nişan ya da nikah yapacak durumum yok. Kayınvalidenin verdiği 250 lirayla Tokatlıyan´da nikahı kıydık. 60 sene önce tanıştık Lülüş´le, tam 60 sene sonra da 2008´de vefat etti. Bu 60 senenin, 55 senesini evli olarak geçirdik.
Ben ne kadar bencilsem Lülüş de o kadar sencildi
Sizin hangi özelliğinize hayrandı?
- Lülüş beni sevmek dışında, beğenirdi de. Ne var ki beğenmediği kimseyi de görmedim. Doğrusunu istersen, bu kadar iyi niyetli ve müspet olunca, insan dünyayı flu görürmüş gibi geliyor. "Şu yeşilliğin güzelliğine bak" derdi. "E baktım Lülüş!" "Farkında mısın kaç çeşit yeşil var?" Benim hep acelem vardı, hep işim vardı. Onunsa, bana dünyayı hep güzel gösterme gayreti vardı...
Sizden daha pozitif bir tip...
- Orası muhakkak. Bir de her şeyin tadını çok çıkarırdı. Eski bir Citroen´im vardı, dağ bayır gezerdik, 60´lı yıllar, ondan mutlusu yoktu.
Siz onun nesine hayrandınız?
- Ben 55 sene her akşam eve çok sevinerek döndüm. Düşünsene, her akşam güleryüzlü bir kadın kapıyı açıyor. Bencilliğin karşıtı "sencillik" vardır ya, Lülüş onun tipik örneğiydi...
"Sencillik" ne demek ben bilmiyorum...
- İlhan Selçuk´un uydurduğu bir şey, bencilin zıttı.
Ha anladım, siz evin egoistisiniz...
- Hem nasıl. Ben ne kadar bencilsem o da o kadar sencil. İyilikten ölecek.
Siz onun bu iyi niyetini suistimal ettiniz mi?
- Valla en sevdiğim insanın 55 sene kanını kurutmuşumdur. Hem de nerede biliyor musun? Sofrada. Sofra huysuzuyum ben.
Yemeğini mi beğenmiyordunuz?
- Evet ama kaba lafa gerek yok. Çerkezdir, tepesi çabuk atar. Manidar bir şekilde "Bu eti nereden aldın?" de, yeter.
O n´apıyordu?
- N´apsın, çileden çıkıyordu! "Aynı kasaptan!" diye bağırıyordu. "Bir şey demedim canım" diyordum ben de. Cennetten inmiş kadını bile delirtirdim. Bir de ben ot yemem, maydonoz görmek istemem, pırasa, lahana filan hiç sevmem. Yine de hayatta kimseden görmediğim kadar iyi muamele gördüm. Çok zaman şunu düşündüğüm olmuştur: "Acaba Murat Bey´in çocuğu değil de onu bir yerden mi aldılar? Kızcağızda bunun ezikliği mi vardı?" Babasını incitecek diye, anasını incitecek diye aklı çıkardı. Mutlaka herkesin gönlü alınacaktı, Darülaceze´deki yaşlılar takip edilecekti. İnsanın içini ezecek kadar iyiydi.
Başka nasıl delirtiyordunuz onu?
- Öfkelendiği zaman beni gülme krizi tutuyordu. Daha da sinir oluyordu. Onu hafife aldığımı sanıyordu, oysa ben, onun gözlerinden ateş çıkan halinden hoşlanıyordum.
Boşanmak, ayrılmak...
- Aklımızdan bile geçmedi. Arkadaşlarımız arasında boşananlar oldu, ben onları tek tek gördüğüm zaman hep kaçtım. 20 sene, 30 sene beraber gördüğüm insanları, tek görmeye tahammülüm yok. Lülüş öldükten sonra, "Hakkı Bey birini bulur, tek başına yaşamaz" demişler, güldüm.
Neden? Mümkün değil mi?
- Hayır değil.
Yaşar Kemal´in de yıllarca Tilda´sı vardı ama sonra tekrar evlendi...
- Onu bilemem. Ama bu evde Lülüş´ten başka birinin geziyor olması mümkün değil.
Bu, suç değil ki...
- Suç değil ama haksızlık. Benim Zorro diye bir köpeğim vardı, çok ahbap olduk, öldükten sonra üzerine bir daha da köpek alamadım. Ben öyle bir adamım. Zaten Lülüş´ün benden önce gitmesine inanamadım. Erken gitmesi gereken bendim.
Neden siz erkenci oluyorsunuz?
- Normali odur. Kadınla erkek aynı yaşta ise, genellikle erkek önce gider. Ben de bütün planları ona göre yapmıştım.
Belki de siz bencilliğinizden dolayı hayatta kaldınız...
- Mümkündür.
Peki çocuklar büyüdükten sonra...
- Ben gazeteciliği bırakmaya karar verdim, Meydan Larousse´tan da bir miktar para geçti elime, ya tekne alıp balıkçılık yapacaktım, ya da yaşlılar için bir motel işletecektim, ikisinden de vazgeçtim, tavukçuluk işine girdim.
Yaşlılık döneminiz nasıl geçti? Hâlâ sofrada kadıncağızı delirtiyor muydunuz?
- Hep yaptım. Yemek zamanı gelince, tabanca çekilmiş gibi oluyorum. Böyle kötü bir özelliğim var. Ama Lülüş için de benim için de aile, kutsala yakın bir şeydi. Her şeyden önemliydi. Bu müesseseyi bu kadar benimseyen iki insanın bir araya gelmesi ne netice verirse, bizde de öyle oldu. Günden güne bağlandık, sarmaşık gibi.
"Gel hanım bir sarılayım..." yapar mıydınız?
- A tabii, çok mıncıklayan bir tipim. Her gün bana sorardı, "Bugün ne oldu?" diye. Ben de "Amaaan ben meclise gitmiyorum ki gazetede bir odanın içinde oturuyorum" diye geçiştirirdim. Şimdi kendime kızıyorum, "Eşek kafalı!" diyorum, o kadar hikâye vardı, uydursaydın bir tane. Ben insanları çok sağlam seviyorum ama saadet, detayda. O da bende yok. Daha bir sürü hıyarlık yaptım, çok pişmanım.
Ne gibi?
- Yolda gördüğü her şeyden keyif alırdı, güzel bir manzaradan, bir ırmaktan, güneşin batışından. "Bak" derdi, "Hakkı, bak..." "Haydaaa" derdim, "Kardeşim, acelemiz var, çocuklar gelecek, gezintiye mi çıktık?" Uludağ´a gideriz bayılır. En son Artvin´e gittik, baktığı, gördüğü her şeyin tadını çıkarır, benimle paylaşmak isterdi. Ben de hep terslerdim. Oysa şimdi bana "Bak bu güzel!" diyen kimse yok. Meğer duygu açığımı onunla telafi ediyormuşum. Şimdi kaldım sopa gibi...
Rüyalarımda Lülüş hep benimle
Bana sahip çıkıyor, boşluğa düşmemi engellemeye çalışıyor. Sürekli onunla ev bakıyoruz, ama beğenmiyoruz. Birinin badanasını, birinin balkonunu, aramaya devam ediyoruz. İkimizi yokuşlarda görüyorum, tırmanıyoruz, hiç bilmediğimiz semtlere gidiyoruz. Sonra kamp gibi bir yere geliyoruz, bir odadayız, ben odadan çıkıyorum, tuvalete gidiyorum ama odanın numarasına bakmamışım, hangi odadan çıktığımı bulamıyorum, Lülüş nerede, ona ulaşamıyorum. O kadar fena bir şey ki, insanın eşini, hayat arkadaşını kaybetmesi, hiçbir acıya benzemiyor. Birbirini çok sevenlere, "İnşallah Allah ikinizin canını da bir trafik kazasında aynı anda alır" gibi abuk bir temennide mi bulunayım? Ne diyeyim, bilmiyorum ki...
Evlilikte saadetin şartı nedir bilir misin?
İnsanın 60 yıl boyunca yanında ağaç gibi duran birini kaybetmesi, ne kadar acı verici bir şey?
- Tarifi yok. Başka ölümlere benzemiyor. Annemde babamda da ciğerim yandı. Ama yüksek sesle hiç utanmadan söyleyebilirim ki, Lülüş´ün gidişi, bütün o ölümlerden farklı. Tam adını da koyamıyorum. Onların hepsinde ben sevdiklerimi kaybettim ama bunda benden bir şeyler gitti. İçeriden bir şeyler. Bunu erkekler, kadınlardan daha çok hissetmeye mahkum. O yüzden münasibi erkeğin önce gitmesi...
Her gün geliyor mu aklınıza?
- Özellikle akşamları. Evlilikte saadetin şartı nedir bilir misin? Bir aradayken de yalnız kalabilme mucizesini gerçekleştirebilmek. Ben kadınımla böyleydim. Ben çalışırdım, arkamda ansiklopediler olacak, o zaman kendimi güvende hissederim, masa başında olmak benim için çok önemli; o da kendi işleriyle meşgul olurdu, tercüme yapardı, bir şeyler okurdu. Ayrı odalarda olurduk, ama birbirimize seslenirdik, çok iyi anlaşan iki arkadaştık, erkek olsaydı da onunla yaşamak isterdim. Bazen de "Neydi adamın adı Tevfik mi?" derdim, "Gelmedi aklıma" derdi. Gecenin iki buçuğunda bağırırdı, "Hakkıııı?" "Efendim" derdim, "Talat, Talat..!"
En çok neyi özlüyorsunuz onunla ilgili?
- Her şeyi be Ayşecim. Beni en çok tenkit eden insandı. Beni hep düzeltmeye çalıştı. "Sen karşındakini küçümsediğini belli ediyorsun, yapma!" derdi. O kadar büyük bir boşluk ki şimdi olmaması. Kendimde olan bir şeylerin yok olması gibi. Sanki içimde bir taraf öldü.
Konuşuyor musunuz onunla?
- Tabii. "Bak yine yüzümü kestim Lülüş" diyorum, çünkü tıraş olurken bir yerimi kesmeme sinir olurdu, ya da "Bak gömleğimin ikinci düğmesini ilikliyorum Lülüş" diyorum, açık bırakırsam çok kızardı çünkü...
Ölüm kavramıyla nasıl baş ediyorsunuz?
- Edebiliyor muyum bilmiyorum ki? Her gece akşam yatağa girdiğimde, "Lülüş´üm toprakta yatıyor" diyorum. Hayatta en iyi bildiğim bedenin toprak altında olması bana çok fena geliyor. Onun bedenini kurtların yiyecek olması beni mahvediyor. Başka bir şey düşünmeye çalışıyorum, beceremiyorum, o yüzden akşamları zor geçiyor.
Evin içinde varlığını hissediyor musunuz?
- Bir akşam uyandım, camın yanında duruyordu, "Ne kadar özlemişim, iyi ki geldi!" diye geçirdim aklımdan, sanki bir seyahate gitmiş, geri bana gelmiş. Tabii bu birkaç saniyelik bir şeydi. Evdeki kızlardan biriymiş, sanırım Lülüş´ün hırkalarından birini giymiş.
Ölünce onunla buluşacağınızı düşünüyor musunuz?
- Öbür dünyaya inanmam. Ama Nurullah orada, Zihni Küçümen de, İsmail de, iki Oğuz da, Akkan ve Toktamış ve Lülüşüm de... Bunların bir araya gelip de beni çekiştirmemeleri mümkün değil. Buluştular orada. İnsan yok olamazmış gibi geliyor. Lülüş´ün de yok olabileceğini aklım almıyor...
Geriye "keşke"ler kaldı...
Eşinizin hastalığı birden bire mi ortaya çıktı?
- Bir gün geldi göğüs kanseri olduğunu öğrendik. Ben önce müsterihtim, "Tedavi kabul eden bir kanser türü" diye düşündüm. Ama geç kalınmıştı. Beyne aksettiği güne kadar, öleceğine inanmadım.
Her şey ne kadar zamanda oldu bitti?
- Üç buçuk sene.
En son bilinçli konuşmanız...
- Hep bilinçliydi. Ta ki o güne kadar. Yemek masasında birden bire süpürgeliğe bakmaya başladı, nasıl bir çığlık. Ben zannettim ki, akrep filan çıktı. Korkunç bir kriz geçirdi. Bizi duymuyordu artık. Çocuklar hemen hastaneye götürdüler, beyne sıçradığı dönemdi, ondan sonra ölüm fazına girdi. Yine de o güne kadar hiç şikayet etmedi, korkusunu belli etmedi. Ben olsam ederdim. Niçin bu kadar herkese borçluydu? Ne olmuştu? Genlerinde bir suç mu vardı? Büyüklerinden biri insanlığa karşı bir suç mu işlemişti? Ömür boyu borçlu gibiydi...
İyi insan olmak belki de bu...
- Belki de. Ben öyle değilim.
Bütün o ölüm seremonisini nasıl yaşadınız?
- Çocuklar halletti. Ben sadece cenaze kısmında vardım, rüya gibiydi, yoksa kabus mu demeliyim. Okan (Bayülgen) hergelesi de sağ olsun cenazeye geldi, bir yerlerden battaniye bulmuş, sırtıma koydu.
Vedalaşmış mıydınız Lülüşünüzle?
- Sürekli öpüşüyorduk. Çok güzelleşmişti. Çocukluğuna dönmüştü. Zaten o kadar masumdu ki, o sanki yanlışlıkla benimle evlenmiş bir çocuktu. Baştan beri onunla ilgili böyle düşünüyorum.
Yeteri kadar ağlayabildiniz mi?
- Hayır, öyle bir ferahlık olmadı. Bırakamadım kendimi. Akşamları eve dönerken bir yerlerden telefon ederdik, "Bir ihtiyacınız var mı Lülüş Hanım, bir yerlere uğrayayım mı?" "Yok Hakkı Beycim, buyurun sizi bekliyorum" derdi. İşte onu aradığım saatlerde kimse görmeden ağlıyorum, yaşlar süzülüyor yanaklarımdan.
Hayata dair bir sonuç?
- Ne sonucu olacak Ayşecim, giden gidiyor. Bize keşkeler kalıyor. Keşke daha kavgacı biri olsaydı, keşke kendini daha çok düşünseydi, keşke bu kadar iyi olmasaydı. Ben prostatımda ve bağırsağımda iki kere kanser buldum. Huysuzluk ettim, inat ettim, doktora gittim. O, birini rahatsız edecek diye huysuzluk etmez, yük olmak istemez. Sevdiklerimizi yitirdikten sonra ben onu yatak odasında hep dizlerinin üzerine oturmuş, bir şeyler okurken bulurdum. Benim hayatımda öyle şeyler yok. Öyle hislerim de yok. Lülüş gitti, benim hislerim de gitti...
Ayşe Arman/Hürriyet