ERDAL ŞAFAK YAZDI MEDYA TARTIŞIYOR!.. FEHMİ KORU'DAN SONRA AHMET ALTAN DA O SORUNUN YANITINI ARIYOR!...
Sabah yazarlarının özgürce yaptıkları bu tartışmalar aslında tüm gazete okurları için de öğretici.
Sabah'ta bu aralar hararetli bir medya etiği tartışması var. Sabah yazarlarının özgürce yaptıkları bu tartışmalar aslında tüm gazete okurları için de öğretici. İlk yazıyı gazetenin Ergenekon Terör Örgütü'nü görmezden gelen yazarı Hıncal Uluç yazmıştı. Uluç'a göre Darbeci Paşaların konuşmaları asla yayınlanmamalıydı. Buna cevap 'Kamu yararı varsa yayınlanmalı' diyen Okur Temsilcisi Yavuz Baydar'dan geldi. En ilginç yazıyı ise dün Sabah Genel Yayın Yönetmeni Erdal Şafak yazdı:
"Son ayrıntıları almak için temas kurduğumuz devletin ilgili birimlerinin temsilcileri ve yine konuya taraf olan ilgili odaların üst düzey yöneticileri gazetemize akın ettiler ve şöyle dediler: "Basın özgür ve bağımsızdır. Yayınlayıp yayınlamamaya sadece siz karar vereceksiniz. Ancak yayınlarsanız Türkiye'nin milli menfaatlerinin ağır zarar göreceğini ve patlak verecek sorunun yıllarca başımızı ağrıtacağını bilmenizi rica ederiz."
Bu yazıya bugün Emre Aköz cevap verdi: Yüzlerce, binlerce örnekten sonra, "O haberi vatan, millet, devlet adına yayınlamadım" demenin ne âlemi var?
"Çıkarı, imajı ya da itibarı zedelenecek olanları korudum" derseniz, hiç olmazsa açık sözlülük ödülü alırsınız.
Belki de en iyisi susmaktır."
Erdal Şafak'ın yazısına bir başka gazeteden Taraf'tan Ahmet Altan'dan da sert bir cevap geldi. O yazıyı da size sunuyoruz. İşte yazarlar ve yaklaşımları:
Erdal Şafak'ın dünkü yazısı:
YAZILANLAR - YAZILMAYANLAR
SABAH'tan mektup.
Sevgili Hıncal Uluç dünkü yazısında son yıllarda mesleğimizin önemli bir derdi haline gelen "Sızdırma haberler" ya da "Servis edilen haberler" sorununa değindi.
Bu tür haberciliği "Devlete ait bir sırrın, devletin bir kurumu ya da kişisi tarafından yakını bir gazeteci aracılığıyla bir gazeteye ya da gazetelere sızdırılması" diye tanımlayan Uluç, önemli bir soru ortaya attı: "Gazeteler sızdırılan bu haberi yayınlamalı mı?" Bir başka deyişle, "Gazeteler sızdırdığı haberle menfaat bekleyenlerin aleti olmalı mı?"
Bizim bu soruya yanıtımız net: "Hayır!"
Evet, yine sevgili Hıncal Ağabey'in de belirttiği gibi, SABAH da geçmişte bu sızdırma haberlerin cazibesine kapılarak zaman zaman tuzağa düştü ama tüm okurlarımız bize inansınlar, bundan böyle çok daha dikkatli olacağız. Hatta, Uluç'un ifadesiyle, "Gerekirse o tür haberleri bilerek, göz göre göre atlayacağız."
Şantaj gazeteciliği
Ne yazık ki, basına musallat olan dertler sadece "Servis edilen haberler"le sınırlı değil. Örneğin bir de haberlerin şantaj aracı olarak kullanılması sorunu var.
Çok yıllar önce bir meslek büyüğümüz "Bazı gazeteciler yazdıklarıyla değil, yazmadığı haberlerle zengin olur" demişti. Örnek de vermişti:
"Diyelim ki bir gazete yöneticisi gözüne bir av kestirdi. Avdan kastım ünlü ya da zengin biri. İşadamı, siyasi veya sanatçı. O yönetici bir muhabirini sadece o avını izlemekle görevlendirir. Gece gündüz. Sonunda bir kaçamağını ya da açığını yakalar. Görüntületir. Dosya haline getirir. Sonra avından randevu ister. Buluştuklarında dosyayı uzatır, 'Bakın bir arkadaşımız sizi şöyle yakalamış. Ama müdahale ettim, gazeteye koydurtmadım...' Av minnet borcuyla teşekkür üstüne teşekkür ederken bizimki ekler: 'Sizi dertten kurtardım ama benim başımda öyle bir dert var ki... Hanım ille yeni bir ev (veya araba) diye tutturdu. Sağdan soldan bir miktar para tedarik ettik ama hâlâ epey açık var. Acaba bana şu kadar borç verebilir misiniz?' Avın 'hayır' deme şansı olabilir mi? Ve de verdiği parayı geri istemesi mümkün mü?"
Meslek hayatımız boyunca bu şantaj gazeteciliğinin o kadar çok örneğini duyduk ve gördük ki... Kimileri haberi yayınlayarak, hatta kampanya açarak para veya ilan sızdırdılar. Kimileri de sumen altı ederek haraç veya rüşvet aldılar.
Haber mi, devlet mi?
Gazete yöneticileri bazen de bir haberi milli menfaatler adına yayınlayıp yayınlamama ikilemine düşer.
Bu durum geçtiğimiz hafta bizim de başımıza geldi. Türkiye'yi ayağa kaldıracak, günlerce, hatta haftalarca konuşulacak, dahası dünyada da çok geniş yankılar yapacak bir haberin bilgilerine ulaştık. Hayır siyasetle, siyasilerle uzaktan yakından ilgisi yok. Ekonomik bir konuydu. Daha doğrusu, Türkiye'nin önemli bir ülkeyle ekonomik ve diplomatik ilişkileriyle ilgiliydi.
Son ayrıntıları almak için temas kurduğumuz devletin ilgili birimlerinin temsilcileri ve yine konuya taraf olan ilgili odaların üst düzey yöneticileri gazetemize akın ettiler ve şöyle dediler: "Basın özgür ve bağımsızdır. Yayınlayıp yayınlamamaya sadece siz karar vereceksiniz. Ancak yayınlarsanız Türkiye'nin milli menfaatlerinin ağır zarar göreceğini ve patlak verecek sorunun yıllarca başımızı ağrıtacağını bilmenizi rica ederiz."
Haberin yayınlanması durumunda ortaya çıkacak tabloyu da ayrıntılarıyla anlattılar.
İnanın, bir dakika bile bocalamadık. Batı'nın saygın gazeteleri, örneğin New York Times, Washington Post, The Times, Le Monde gibi, biz de ulusal çıkarlar adına haberi yok saydık. Sadece yırtıp atmakla kalmadık, belleğimizden de sildik.
Hem sonra, görüp izlediğiniz gibi hiçbir zaman manşet sıkıntısı da çekmiyoruz. Hepsi de birbirinden donanımlı, bilgili, çalışkan, tuttuğunu koparan arkadaşlarımızın sayesinde. Tümüne en içten teşekkürlerimizi sunuyoruz. Tek tek hepsiyle gurur duyuyoruz. İyi ki varlar.
Sağlıklı ve mutlu bir hafta dileğiyle...
Emre Aköz'ün yazısı:
"VATAN MİLLET, DEVLET ADINA..."
Haberciliğin tartışıldığı ciddi ortamlarda sıkça verilen bir örnektir: 1961'deki Domuzlar Körfezi Çıkarması'nın tam bir başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından, Başkan Kennedy, "Basın çıkartma planıyla ilgili elinde bulunan bilgileri kamuoyuyla paylaşsaydı Küba'daki felaket başımıza gelmezdi" demişti.
' Vatanın, milletin, devletin menfaati gereği bu haberi yayınlamayın' diyen bir siyasetçiyi, işadamını ya da bir bürokratı niye dinleyeceğiz?
Ölçüt ne? Belki de, bizzat Kennedy'nin dile getirdiği gibi, yönetimin çıkarına aykırı olan, "vatanın, milletin, devletin" çıkarına uygundur?
Bir başka örneği burada anlatmıştım.
Uluslararası Gazeteciler Merkezi'nin son toplantısı Aralık 2008'de İstanbul'da yapıldı.
Tartışma esnasında, Suudi bir gazeteci, bazı haberleri yazamadıklarını ya da gerçeği ancak satır aralarında ifade edebildiklerini anlattı.
Gruptaki ABD'li gazeteci onu yüzündeki ' yazık size' ifadesiyle dinledi ve ülkesindeki geniş basın özgürlüğünden çok memnun olduğunu söyledi.
Dayanamayıp sordum:
"Madem basın özgürlüğünüz tam, Bush hükümetinin -işgale gerekçe oluşturmak için Irak'ta kitle imha silahları olduğu- yalanını nasıl kabul ettiniz? Gerçeği niye ortaya çıkaramadınız? Üstelik Bush'un yalan söylediği apaçık ortadayken..."
ABD'li meslektaş önce duraladı.
Sonra ' Evet Bush ve şürekâsı bizi aldattı ama biz de işimizi iyi yapamadık' diye açık yüreklilikle itiraf etti. Bir daha da Suudi arkadaşa yazıklanarak bakmadı.
Hayal edin: ABD'li bir gazetecisiniz. Irak'ın elinde kitle imha silahlarının olmadığını kesin olarak ortaya koyan bir belge yakaladınız.
Öyle bir belge ki bu, yayınlandığı anda Bush yönetimi işgalden vazgeçmek zorunda kalacak.
Bu haberi yayınlar mısınız, yayınlamaz mısınız?
Olaya 2009'dan baktığınızda kesinlikle yayınlarsınız; değil mi?
Çünkü işgal onca cana ve paraya mal oldu. Ortadoğu'yu daha da karıştırmaktan başka pek işe yaramadı.
Hatta ABD'nin ekonomik krize girmesinde bile bu pahalı işgal operasyonun önemli payı olduğu söylenebilir.
Asıl soru ise şu:
O belgeyi mesela Ocak 2003'te (yani işgalden az önce) yayınlar mıydınız?
Belgeyi ele geçirdiğinizi duyan kimi siyasetçiler ('neocon'lar) işadamları (petrolcüler) ya da bürokratlar (Bush'un kadrosu) mutlaka kapınızı çalacak ve "Sakın yayınlamayın, bu bir vatan, millet, devlet meselesidir" diyecek.
İşgalin üstünden 6 yıl geçtikten sonra gayet iyi biliyoruz ki 'vatanın, milletin, devletin çıkarı' diye bir şey yok. Yani bu çıkarı kimse doğru biçimde tanımlayamıyor.
Hitler'in Fransa'ya, ABD'nin Vietnam'a, Sovyetler'in Afganistan'a saldırıları hep aynı gerekçeye dayanmadı mı? "Vatanın, milletin, devletin çıkarı bunu gerektiriyor."
Bunun uydurma bir gerekçe olduğunu defalarca gördük işte: Savaş isteyenlerin, savaştan avanta sağlayacak olacakların, savaş sayesinde terfi edeceklerin gerekçesi bu!
Yüzlerce, binlerce örnekten sonra, "O haberi vatan, millet, devlet adına yayınlamadım" demenin ne âlemi var?
"Çıkarı, imajı ya da itibarı zedelenecek olanları korudum" derseniz, hiç olmazsa açık sözlülük ödülü alırsınız.
Belki de en iyisi susmaktır.
Bu tartışmaları başlatan Sabah okur Temsilcisi Yavuz Baydar'ın geçen haftaki yazısı:
Yine 'ortam dinleme' üzerine
Gizlice yapılmış telefon veya ortam dinleme üzerine tartışmalar devam ediyor. Tartışmada bir kesim meslektaş, gazeteciliğin temel işlevlerini ya bilmediği için veya çıkarları öyle gerektirdiği için, saf bir " legalizm" in cazibesine kapılmış durumda.
Onlara göre bu tür dinlemeleri yayınlamak suçtur . Haberleri verilemez.
Acaba?
Önceki günlerde katıldığım, "Balkanlarda Basın Özdenetimi" seminerinde Guardian gazetesi eski ombudsmanı Ian Mayes ile karşılaştım. Karadayı, Tolon, Gedik, Eruygur bantlarının yayınlanışı ile ilgili tartışmayı anlattım.
O da bana iki soru sordu:
Gazeten kayıtlarda adı geçenlerle herhangi bir şekilde mahkemelik mi? Okurlar yapılan yayınlardan rahatsız mı?
İlkine 'hayır' dedim. İkincisine "rahatsız olanlar az, ama doğru mu yapılıyor diye merak eden çok" yanıtını verdim.
Mayes'in yanıtı şu mealde oldu:
İçerikte suça yönelme, komplo, kumpas, yer altı faaliyeti vb varsa, 'kamu yararı' oluşmuştur. Yalnız, dikkatle ele alınıp, cevap hakkına saygıyı unutmadan yayınlanmalıdırlar.
Şimdi, tartışmayı sadece "hukuk" çerçevesine sıkıştıranlara birkaç soru:
Borsada görevli üç kişi, aralarında medya patronunuzun da bulunduğu bazı şirket sahiplerinin hisseleriyle ilgili olarak telefonda manipülasyon sohbeti yapıyorlar. Hisse değerleriyle oynanmış. Elinize böyle bir bant gelse yayınlar mısınız, yayınlamaz mısınız?
Birkaç kişi, gazetenizin genel yayın yönetmeninin yaralandığı bir saldırıyla ilgili önemli ve yeni bilgileri bir kafe ortamında tartışmışlar. Bandı yayınlar mısınız, bir köşeye mi atarsınız?
Gizlice çekilmiş bir video ulaştı. İçinde adı sanı belli mafya mensupları, sınır ötesine kaçak göçmen götürmek üzere plan ve pazarlık yapmışlar. Fikriniz?
Görevli komutan, bir yargıca telefon edip "filancayı mahkûm edin, yoksa.." diyor. Yargıç da "tamam" diyor. Bu bandı ne yapacaksınız?
Süren bir davada, yasadışı bir örgüt lideriyle bir yasal parti lideri arasında silah temini konulu telefon kayıtları elinize geçti. Ne yaparsınız?
Bir takımın iki yöneticisi üç hafta önceki başarılı şike "işini" konuşuyor. Basar mısınız?
"Polisi ararım", "yayınlamam", "işim bu değil" derseniz, gazetecilik dışında başka işler aramaya hemen başlayabilirsiniz. Hukuk önemlidir ama herşey değildir.
AHMET ALTAN'IN YAZISI
Gazete ve devlet
Sabah Gazetesinin Genel Yayın Müdürü Erdal Şafak çok tartışılması gerektiğine inandığım bir yazı yazdı dün.
Yazı, gazetecilik açısından "ilkesel" bir konuya değiniyor.
İzninizle önce uzun bir alıntı yapacağım Şafak'tan.
"Gazete yöneticileri bazen de bir haberi milli menfaatler adına yayınlayıp yayınlamama ikilemine düşer.
Bu durum geçtiğimiz hafta bizim de başımıza geldi. Türkiye'yi ayağa kaldıracak, günlerce, hatta haftalarca konuşulacak, dahası dünyada da çok geniş yankılar yapacak bir haberin bilgilerine ulaştık. Hayır, siyasetle, siyasilerle uzaktan yakından ilgisi yok. Ekonomik bir konuydu. Daha doğrusu,
Türkiye'nin önemli bir ülkeyle ekonomik ve diplomatik ilişkileriyle ilgiliydi.
Son ayrıntıları almak için temas kurduğumuz devletin ilgili birimlerinin temsilcileri ve yine konuya taraf olan ilgili odaların üst düzey yöneticileri gazetemize akın ettiler ve şöyle dediler:
'Basın özgür ve bağımsızdır. Yayınlayıp yayınlamamaya sadece siz karar vereceksiniz. Ancak yayınlarsanız Türkiye'nin milli menfaatlerinin ağır zarar göreceğini ve patlak gerecek sorunun yıllarca başımızı ağrıtacağını bilmenizi rica ederiz.'
Haberin yayınlanması durumunda ortaya çıkacak tabloyu da ayrıntılarıyla anlattılar.
İnanın, bir dakika bile bocalamadık. Batı'nın saygın gazeteleri, örneğin New York Times, Washington Post, The Times, Le Monde gibi, biz de ulusal çıkarlar adına haberi yok saydık. Sadece yırtıp atmakla kalmadık, belleğimizden de sildik."
Erdal Şafak, dış basını Türkiye'de en iyi takip eden gazetecilerden biri.
Yabancı gazetelerin yayın politikalarını benden daha iyi bilir.
Ama doğrusu ben adını saydığı gazetelerin, Şafak'ın söylediği gibi davranacağına pek emin değilim.
Amerika'yı çok zor durumda bırakan "İrangate" skandalını Amerikan gazeteleri ortaya çıkardı, Amerika'nın "düşmanı olduğu" İran'a silah satıp oradan gelen parayı Nikaragualı isyancılara verdiğini Amerikan halkı kendi gazetelerinden öğrendi.'
Bu olayda da Amerikan devleti çok zor durumda kaldı.
Yaptıkları "hatayı" kendi halklarından da dünyadan da saklayamadılar.
Ama diyelim ki Şafak haklı, dünyanın büyük
Eğer öyle yapıyorlarsa ciddi bir gazetecilik Hatası içindeler ve kesinlikle onları örnek almamak gerek,
Şimdi Şafak'ın anlattığı olaya bir bakalım.
Bizim devlet "bir iş" yapmış ve bu duyulursa devlet zor durumda kalacakmış.
Bir gazete de bu "olayı" yakalamış.
Ve "milli menfaatler" gereği haberi basmamış.
Durumu iyi anlayabilmek için sanırım bir iki basit soru sormak gerek:
Devlet görevlilerinin bu olayda amacı ne?
Karışık işlere bulaştıklarını saklamak.
Gazetecinin görevi ne peki?
Eğer gazetecinin görevinin de "devlet görevlileri" gibi gerçeği saklamak olduğunu kabul ederseniz, devlet görevlisiyle gazeteci arasında fark kalır mı?
Gazeteci, devlet görevlisi mi?
Gazeteci de devlet görevlisi gibi düşünüp, devlet görevlisi gibi davranmaya başlarsa, gazeteciliği kim yapacak?
Ayrıca, bu "milli menfaatler" muğlâk bir alandır.
Bizim devlet görevlilerinin işlediği "faili meçhul" cinayetler de, Susurluk da, Ergenekon da, 12 Eylül darbesinin arkasında Pentagon'un olduğu da, bir vakitler Amerikalılarla yapılan "ikili" gizli anlaşmalar da "milli menfaatlerin" o belirsiz alanına rahatlıkla dâhil edilir devlet görevlileri tarafından.
Devlet görevlilerinin bakış açısını benimserseniz, kendinize gazetecilik düsturu olarak "milli menfaatleri" seçerseniz gazeteciliğin ölçülerinden uzaklaşırsınız.
Bunu kavrayabilmek için gazetecinin görevini iyi tarif etmek gerekir.
Gazetecinin temel görevlerinden biri, toplumu ilgilendiren ve toplumdan gizlenen gerçekleri ortaya çıkarmaktır.
Ölçü, bulduğunuz haberin doğru olması ve belgelenmesidir.
Haber doğruysa, doğruluğunu kanıtlayan belgeler de elinizdeyse haberi yayımlarsınız.
Bir haberi yayımlamadan önce, "bu haber kimin işine yarayacak, bu haberden sonra devlet görevlileri ne yapacak, devletin durumu ne olacak" diye sormaya başladığınızda gazetecilikten uzaklaşır, devlet memurluğuna yanaşırsınız.
Şafak, "milli menfaatler" için bir haberin saklanabileceğine inanıyor.
Sanırım Türkiye'deki birçok gazete yöneticisi tarafından da paylaşılır bu görüş.
Bizim gazetecilik anlayışımız da aynı şekilde nettir.
Doğru olan hiçbir haberi bu ülkenin insanlarından şaklamayız.
Haber için tek bir ölçümüz vardır, "doğru" olması.
Haber nereden gelmiş, kimin işine yarıyor, kime zarar verecek, bunlar bizim gazetecilik anlayışımıza uygun sorular değil.
Kimin belirlediği belli olmayan "milli menfaatler" de bizim ilgimizi çekmez çünkü gerçeklerin açıklanmasının her zaman "halkın menfaatine" olduğuna inanırız.
Şafak, "bir dakika bile düşünmeden" haberi yırtmakla övünüyor.
Biz, bir dakika bile düşünmeden o haberi basacağımızı bilmekle övünüyoruz.
Gazetecilikte "dürüstlükten ve doğruluktan" başka hiçbir kaygıya yer olmadığına inanıyoruz çünkü.
ZAMAN