27 Mar 2010 17:51
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 11:11
ERDAL ŞAFAK HASTAYKEN NELER YAŞADI?
Erdal Şafak iyileşti... Peki hastayken neler yaşadı? İşte Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni'nin hastayken başına gelenler...
Sayıklamalar
Bir yatakta boylu boyunca uzanmak meğer ne büyük bir nimetmiş. Yatakta istediğin tarafa dönebilmek de. Hatta başını yastığa, vazgeçtim bir divan kenarına koyabilmek de...
Gecenin bir vaktinde sol kalçamın kasıkla birleştiği noktadan kaynaklanan tarifsiz acıyla kıvranırken ve değil yatağa uzanmak, divana bile ilişince can havliyle ayağa fırlarken, canlılara doğuştan bahşedilen nimetleri daha iyi kavrayabildim.
Her şey salı sabahı kasığımda ince bir sızıyla başladı. Önemsemedim. Gazetenin önünde arabadan inerken bir kasılma oldu. Sonra da ağrının dozu sürekli artmaya başladı. Topallaya topallaya günü geçirdim. Aksi gibi, o akşam önceden söz verdiğim bir iş yemeği vardı. İki saat de restoranda kıvrandım. Ben mi yemeği yedim, yemek mi beni, bilmiyorum.
Gece eve döndüğümde ağrıdan ayakta duramaz haldeydim. Kendimi divana bıraktım... Bıraktığım gibi fırladım. Acıdan bağırarak. Ne yatmak mümkündü, ne oturmak...
Eşim çaresiz; çevremde dolaşıp duruyordu. Büyük köpeğimiz Junior da. Küçücük köpeğimiz Lili de. "Bu saatte yapacak bir şey yok, sabah çaresine bakarız" deyip onları yatmaya gönderdim.
Kaldım salonda tek başıma. Ve tek ayağımın üstünde. İnsanın bedenine bir bıçak saplanır, sonra o bıçak döndürülür, döndürülür; işte öyle bir acıydı. O sırada içimdeki Sofist araya girdi:
- Bıçağın bedene saplanınca verdiği acıyı nereden biliyorsun?
- Öyle diyorlar. Bir yerlerde öyle okumuştum.
- İnsan hissetmediği, yaşamadığı acıyı nasıl kavrayabilir? Bu acıyı anlatırken, olsa olsa daha önce yaşadığın acılarla karşılaştırabilirsin, o kadar. Gene de insaflıymışsın, ölçüsü karşısındakini korkutma derecesine göre değiştirilen Cehennem Azabına benzetmedin...
"Bunca acımın yanı sıra bir de seninle mi uğraşacağım" diye söylendim Sofistime.
Sabahı ettim ama gelin bir de bana sorun.
Gün ışır ışımaz sevgili Sağlık Editörümüz Esra Tüzünü aradım: "Aman bana bir ortopedist..."
Randevuyu aldı, ver elini Şişlideki Florence Nightingale Hastanesi... Görevliler bekliyor. Hayatımda ilk kez tekerlekli iskemleye oturdum. Dosdoğru Doçent Doktor Metin Küçükkayanın odasına. Önce elle muayene. Ardından röntgen. Kan tahlili. MRda geçmek bilmeyen 50 dakika. Sonra tomografi...
Doktor hepsini inceledikten sonra sordu: "Son zamanlarda bir çarpma, düşme, burkulma oldu mu?"
İçimden güldüm. Hangisini anlatsam:
On gün önce soğuk ve yağışlı bir gece yarısı Juniorın, gezdirirken bir sokak köpekleri çetesi görüp tasmasından kurtulma hamlesi yapınca beni sokak ortasında 1.70 uzatmasını mı?
Ondan iki hafta kadar önce sahipli bir Dobermanı görüp beni sürüklemeye kalkınca sırtüstü yuvarlanmamı mı?
Ondan bir ay kadar önce...
Hiçbirini söylemedim, "Herhalde bir yere çarpmış olmalıyım" demekle yetindim. "İşte o çarpmayla oluşan ezik ödem yapmış" dedi. Çare? Mideyi koruyucu bir tablet eşliğinde alınacak son derece güçlü bir ağrı kesici ve tedavi edici hap, çare etmezse ikinci aşamada iğneyle müdahale. Bir de dinlenme. Kesin dinlenme. Hiç yürümemecesine.
Acı dozunu azaltmadan devam ederken ve de yatmak bir yana oturmak bile mümkün değilken nasıl dinleneceğim?
Akşama doğru, ilaçları alıp eşimle eve döndük. Yemeği yedik; çünkü doktor "İlacı tok karnına alacaksın" diye tembih etmişti sıkı sıkıya.
Hapı ayinsi bir saygıyla ve umutla içtim. Saat 21: Acıda hiçbir azalma yok. Saat 22: Azalma bir yana daha da arttı. Saat 23: Bir gece öncesine rahmet okutacak şiddette acı...
Eşimi ve köpekleri yine yatmaya gönderdim. Saat 24, 01, 02, 03... Ayakta kıvranıyorum. Divanın bir köşesine ilişirken yaptığım hareketler, karafatmaların sırtüstü devrildiklerinde doğrulabilmek için yaptıkları hareketleri çağrıştırdı. "Ben de bir böceğe döndüm" diye düşündüm. Sofistim yeniden ortaya çıktı:
- Sakın kendini Kafkanın "Değişim" öyküsünün kahramanıyla özdeşleştirmeye kalkışma.
- Ne farkım var? O da böyle değil miydi? Öykünün ilk paragrafını ezbere tekrarlayabilirim: "Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendisini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu..."
- Franz Kafka o öyküsünde toplumun beklentilerinin bireyin yaşamını nasıl dumura uğrattığını, dönüştürdüğünü, hatta başkalaştırdığını anlatmaya çalışıyor. Senin fiziki ağrılarının bedenini şekilden şekle sokmasıyla ilgisi yok.
Sustum. İçimden "Şu acıdan kurtulmak için neler vermezdim" diye geçirdim. Yine ortaya çıktı Sofist:
- Şu meşhur "Zenginliğin göreceliliği" teorinden söz ediyorsun herhalde.
- Evet.
Teorim şuydu: Bill Gatesi taşıyan uçak Taklamakan Çölüne düşse... (Not: Niye Taklamakan? Çünkü Antoine de Saint-Exuperynin Küçük Prensinin Büyük Sahrası yol geçen hanına döndü... Turistler, ralliciler, üstüne üstlük El Kaidenin Kuzey Afrika kolunun teröristleri cirit atıyorlar. Gobi Çölü ise Orta Asyadaki nüfuz mücadelesi nedeniyle üs dolu. Taklamakan henüz bakir ve korkunç. Zaten adı da "Girişi var çıkışı yok" anlamına geliyor.) Evet, Gatesin uçağı Taklamakana düşse, dünyanın ikinci en zengin adamı kurtulsa, günlerce yardım beklese, susuzluktan ölecek noktaya gelse, tam o sırada elinde bir şişe suyla biri belirse, "Servetini ver, suyu vereyim" dese, kabul eder mi, etmez mi? Teorimde "Eder" sonucunu çıkarıyordum ve bir şişe suya 50 milyar dolar ödenebileceğini iddia ediyordum.
"Saçma" dedi Sofist, "Servetlerin böyle bir anda el değiştirmesi düzeni alt-üst eder. Bill Gates kabul etse, ABD hükümeti izin vermez. Hem sonra acına karşılık senin verecek neyin var?"
- Bu ev var.
- Başka?
- O kadar.
- Yarım yüzyılı yaklaşan iş hayatının bedeli sadece bu ev mi?
- Evet.
- Peki acına karşılık onu vermeye hazır mısın?
Düşündüm. Acımla evi takas edersem, 50 yılın tek ürünü de elimden gitmiş olacaktı. Varsın gitsin; ama çoluk çocuğuma bir şey kalmayacaktı. "Hayır" dedim, "Ailemi mağdur edeceğime, acıya katlanmayı tercih ederim."
Divanın bir köşesine büzülmüştüm. Öyle kalmışım. Sabah 09 sıralarında uyandım. Aaaa... Acı hafiflemiş.
Kalktım. Aaaa... Sol ayağıma basabiliyorum, yürüyebiliyorum.
Muhibbinin, yani Kanuni Sultan Süleymanın ölümsüz beyitinin ikinci dizesini mırıldandım: "Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi..."
Sofist araya girdi: "Anlamını tam verebilmek için, devlet ile cihan arasına virgül koyman gerekiyor. Çünkü cihanda en büyük devletin bir nefes sağlık olduğunu hatırlatıyor."
Cevap vermedim, kafamı sallamakla yetindim.
Ama ahdım var: İlk fırsatta, sol kalçamın kasıkla birleştiği noktaya Juniorın dövmesini yaptıracağım...
NOT: "Geçmiş olsun" dileklerini ileten tüm okurlarıma teşekkür ederim. E. Ş.
Erdal Şafak/Sabah
Bir yatakta boylu boyunca uzanmak meğer ne büyük bir nimetmiş. Yatakta istediğin tarafa dönebilmek de. Hatta başını yastığa, vazgeçtim bir divan kenarına koyabilmek de...
Gecenin bir vaktinde sol kalçamın kasıkla birleştiği noktadan kaynaklanan tarifsiz acıyla kıvranırken ve değil yatağa uzanmak, divana bile ilişince can havliyle ayağa fırlarken, canlılara doğuştan bahşedilen nimetleri daha iyi kavrayabildim.
Her şey salı sabahı kasığımda ince bir sızıyla başladı. Önemsemedim. Gazetenin önünde arabadan inerken bir kasılma oldu. Sonra da ağrının dozu sürekli artmaya başladı. Topallaya topallaya günü geçirdim. Aksi gibi, o akşam önceden söz verdiğim bir iş yemeği vardı. İki saat de restoranda kıvrandım. Ben mi yemeği yedim, yemek mi beni, bilmiyorum.
Gece eve döndüğümde ağrıdan ayakta duramaz haldeydim. Kendimi divana bıraktım... Bıraktığım gibi fırladım. Acıdan bağırarak. Ne yatmak mümkündü, ne oturmak...
Eşim çaresiz; çevremde dolaşıp duruyordu. Büyük köpeğimiz Junior da. Küçücük köpeğimiz Lili de. "Bu saatte yapacak bir şey yok, sabah çaresine bakarız" deyip onları yatmaya gönderdim.
Kaldım salonda tek başıma. Ve tek ayağımın üstünde. İnsanın bedenine bir bıçak saplanır, sonra o bıçak döndürülür, döndürülür; işte öyle bir acıydı. O sırada içimdeki Sofist araya girdi:
- Bıçağın bedene saplanınca verdiği acıyı nereden biliyorsun?
- Öyle diyorlar. Bir yerlerde öyle okumuştum.
- İnsan hissetmediği, yaşamadığı acıyı nasıl kavrayabilir? Bu acıyı anlatırken, olsa olsa daha önce yaşadığın acılarla karşılaştırabilirsin, o kadar. Gene de insaflıymışsın, ölçüsü karşısındakini korkutma derecesine göre değiştirilen Cehennem Azabına benzetmedin...
"Bunca acımın yanı sıra bir de seninle mi uğraşacağım" diye söylendim Sofistime.
Sabahı ettim ama gelin bir de bana sorun.
Gün ışır ışımaz sevgili Sağlık Editörümüz Esra Tüzünü aradım: "Aman bana bir ortopedist..."
Randevuyu aldı, ver elini Şişlideki Florence Nightingale Hastanesi... Görevliler bekliyor. Hayatımda ilk kez tekerlekli iskemleye oturdum. Dosdoğru Doçent Doktor Metin Küçükkayanın odasına. Önce elle muayene. Ardından röntgen. Kan tahlili. MRda geçmek bilmeyen 50 dakika. Sonra tomografi...
Doktor hepsini inceledikten sonra sordu: "Son zamanlarda bir çarpma, düşme, burkulma oldu mu?"
İçimden güldüm. Hangisini anlatsam:
On gün önce soğuk ve yağışlı bir gece yarısı Juniorın, gezdirirken bir sokak köpekleri çetesi görüp tasmasından kurtulma hamlesi yapınca beni sokak ortasında 1.70 uzatmasını mı?
Ondan iki hafta kadar önce sahipli bir Dobermanı görüp beni sürüklemeye kalkınca sırtüstü yuvarlanmamı mı?
Ondan bir ay kadar önce...
Hiçbirini söylemedim, "Herhalde bir yere çarpmış olmalıyım" demekle yetindim. "İşte o çarpmayla oluşan ezik ödem yapmış" dedi. Çare? Mideyi koruyucu bir tablet eşliğinde alınacak son derece güçlü bir ağrı kesici ve tedavi edici hap, çare etmezse ikinci aşamada iğneyle müdahale. Bir de dinlenme. Kesin dinlenme. Hiç yürümemecesine.
Acı dozunu azaltmadan devam ederken ve de yatmak bir yana oturmak bile mümkün değilken nasıl dinleneceğim?
Akşama doğru, ilaçları alıp eşimle eve döndük. Yemeği yedik; çünkü doktor "İlacı tok karnına alacaksın" diye tembih etmişti sıkı sıkıya.
Hapı ayinsi bir saygıyla ve umutla içtim. Saat 21: Acıda hiçbir azalma yok. Saat 22: Azalma bir yana daha da arttı. Saat 23: Bir gece öncesine rahmet okutacak şiddette acı...
Eşimi ve köpekleri yine yatmaya gönderdim. Saat 24, 01, 02, 03... Ayakta kıvranıyorum. Divanın bir köşesine ilişirken yaptığım hareketler, karafatmaların sırtüstü devrildiklerinde doğrulabilmek için yaptıkları hareketleri çağrıştırdı. "Ben de bir böceğe döndüm" diye düşündüm. Sofistim yeniden ortaya çıktı:
- Sakın kendini Kafkanın "Değişim" öyküsünün kahramanıyla özdeşleştirmeye kalkışma.
- Ne farkım var? O da böyle değil miydi? Öykünün ilk paragrafını ezbere tekrarlayabilirim: "Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendisini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu..."
- Franz Kafka o öyküsünde toplumun beklentilerinin bireyin yaşamını nasıl dumura uğrattığını, dönüştürdüğünü, hatta başkalaştırdığını anlatmaya çalışıyor. Senin fiziki ağrılarının bedenini şekilden şekle sokmasıyla ilgisi yok.
Sustum. İçimden "Şu acıdan kurtulmak için neler vermezdim" diye geçirdim. Yine ortaya çıktı Sofist:
- Şu meşhur "Zenginliğin göreceliliği" teorinden söz ediyorsun herhalde.
- Evet.
Teorim şuydu: Bill Gatesi taşıyan uçak Taklamakan Çölüne düşse... (Not: Niye Taklamakan? Çünkü Antoine de Saint-Exuperynin Küçük Prensinin Büyük Sahrası yol geçen hanına döndü... Turistler, ralliciler, üstüne üstlük El Kaidenin Kuzey Afrika kolunun teröristleri cirit atıyorlar. Gobi Çölü ise Orta Asyadaki nüfuz mücadelesi nedeniyle üs dolu. Taklamakan henüz bakir ve korkunç. Zaten adı da "Girişi var çıkışı yok" anlamına geliyor.) Evet, Gatesin uçağı Taklamakana düşse, dünyanın ikinci en zengin adamı kurtulsa, günlerce yardım beklese, susuzluktan ölecek noktaya gelse, tam o sırada elinde bir şişe suyla biri belirse, "Servetini ver, suyu vereyim" dese, kabul eder mi, etmez mi? Teorimde "Eder" sonucunu çıkarıyordum ve bir şişe suya 50 milyar dolar ödenebileceğini iddia ediyordum.
"Saçma" dedi Sofist, "Servetlerin böyle bir anda el değiştirmesi düzeni alt-üst eder. Bill Gates kabul etse, ABD hükümeti izin vermez. Hem sonra acına karşılık senin verecek neyin var?"
- Bu ev var.
- Başka?
- O kadar.
- Yarım yüzyılı yaklaşan iş hayatının bedeli sadece bu ev mi?
- Evet.
- Peki acına karşılık onu vermeye hazır mısın?
Düşündüm. Acımla evi takas edersem, 50 yılın tek ürünü de elimden gitmiş olacaktı. Varsın gitsin; ama çoluk çocuğuma bir şey kalmayacaktı. "Hayır" dedim, "Ailemi mağdur edeceğime, acıya katlanmayı tercih ederim."
Divanın bir köşesine büzülmüştüm. Öyle kalmışım. Sabah 09 sıralarında uyandım. Aaaa... Acı hafiflemiş.
Kalktım. Aaaa... Sol ayağıma basabiliyorum, yürüyebiliyorum.
Muhibbinin, yani Kanuni Sultan Süleymanın ölümsüz beyitinin ikinci dizesini mırıldandım: "Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi..."
Sofist araya girdi: "Anlamını tam verebilmek için, devlet ile cihan arasına virgül koyman gerekiyor. Çünkü cihanda en büyük devletin bir nefes sağlık olduğunu hatırlatıyor."
Cevap vermedim, kafamı sallamakla yetindim.
Ama ahdım var: İlk fırsatta, sol kalçamın kasıkla birleştiği noktaya Juniorın dövmesini yaptıracağım...
NOT: "Geçmiş olsun" dileklerini ileten tüm okurlarıma teşekkür ederim. E. Ş.
Erdal Şafak/Sabah