Erdal Öz'ün "basılmasın" dediği günlükleri ilk kez yayımlanıyor...
Can Yayınları'ndan yayımlanacak olan günlükler yarın raflarlarda yerini alacak.
Yazar ve yayıncı Erdal Öz’ün ‘basılmasın’ dediği günlükleri Can
Yayınları'ndan ilk kez yayımlanacak.
Cumhuriyet'ten Ezgi Atabilen'in haberine göre, Erdal Öz okuruyla
buluşmayan şiirler de yazdı. Hatta yağlıboya tablolar yaptı, şarkı
sözleri yazdı. Sonra hepsini yok etti. Kaleme aldığı günlüklerini
de öyle. Ancak bilgisayarda birer kopyasını çıkardıktan sonra. O
yüzden, kendisi her ne kadar “basılmasın” dese de, babasının
kurduğu yayınevini sırtlanan Can Öz onun gerçekte “ben hayattayken
basılmasın” demiş olduğuna kanaat getirerek, günlükleri yayımlamaya
karar verdi.
Erdal Öz’ün vefatının 10. yılına özel basılan günlükler, “Erdal Öz/
Yarın, Nasıl Bir Gün Olacaksın? / Günlükler 1956-1998” adıyla yarın
okurla buluşacak. Ayşe Sarısayın’ın yayına hazırladığı günlüklere,
Erdal Öz 13 Eylül 1956 tarihinde, İstanbul’dayken “Bu deftere
kendim için yazacağım. Kendimi belirlemek için. Yoksa başkalarına
örnek gösterilecek bir erdemin öznesi olmak için değil. Ne var ki
bu deftere bütün özdenliğimi, içtenliğimi, bütün eğrilerimi,
doğrularımı koyabilecek miyim? Bilmiyorum” diyerek başlamış. Kitaba
bir ikinci önsöz niteliği taşıyan bu ifadelerden sonra, Türk
edebiyatı, yayıncılık ve siyasi tarihi açısından önemli bir figür
olan Erdal Öz’ün kendisini nasıl “belirlediğini” okuyacaksınız bu
günlüklerde.
Kim ‘o’ kadın?
13 Eylül 1956 tarihinde başlayan günlükler araya kesintiler girerek
30 Kasım 1998’e dek devam ediyor. Kitap tutkunu 20’li yaşlarındaki
bir gencin 60’lı yaşlarına kadar hep özgür düşünce ve edebiyatla
sarmalanmış hayatını; okul yılları, askerlik, mahpusluk, ilk
yazarlık ve sonra yayıncılık seneleri başta olmak üzere yaşamındaki
başlıca evreleri okurun gözleri önüne, birinci ağızdan seriyor.
Günlüklerin “edebiyat magazini” içeren ve en çok konuşulacak
bölümlerinden biri ise, Erdal Öz’ün “o” diye söz ettiği bir kadın
şaire duyduğu, kırgınlıklarla dolu aşk hikâyesi. Günlüklerin bir
yerinde evli olmasa Gülten Akın’a tutulabileceğini okuyunca, hatta
Erdal Öz adına verilen ilk ödülün de Gülten Akın’a gittiğini
hatırlayınca, “o” güçlü kadın şairin Gülten Akın olduğunu
düşünebilirsiniz. Can Öz, Gülten Akın olabilir ama emin değilim
diyor...
Can Öz’ün günlüklerdeki bazı yazım yanlışları dışında hiçbir
ifadeyi değiştirmediklerini söylediğini de belirtelim. Okuduğunuzda
bu açıklamasına içtenlikle inanacağınız bir samimiyet ve hatta
mahremiyetle karşılaşacaksınız.
İşte kitap hakkında fikir verebilecek birkaç ‘tadımlık’...
"Gülten Akın’a tutulabilirdim"
Dün gece Gülten Akın’lara gittim. Gülten, “Doğu Havası” adlı yeni
bir şiirini okudu. Oldukça güzel bir şiirdi. Ne hoş kız Gülten.
Evli olmasa, kocası da dünyanın en hoş insanlarından biri olan
Yaşar olmasa, ona tutulabilirdim. (6 Aralık 1956)
"Erkeklik gösterisi"
Halamların yanında babam annemi gereksiz yere azarladı. Böylesi
erkeklik gösterilerinden iğreniyorum. (16 Eylül 1956)
"Şiir hırsları"
Bugün Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, ben, Baylan’a gittik. Cemal
Süreya ile buluşacaktık. Edip Cansever de oradaydı. Çok olgun,
oturmuş bir kişi Cemal Süreya. (...) Pasajdan çıkınca Cemal Süreya
ile Orhan Duru karşımıza çıktılar. Yürüyerek Galata Köprüsü’ne
indik. Köprünün altında, denize karşı, kırmızı çaylar içtik.
Cemal ile Edip (Cansever) geçinemiyorlar. Bunu Cemal’in yüzüne
söyledim. “Bizi şiir hırslarımız bir araya getiriyor,” dedi, ki
doğru. (18 Eylül 1956)
Attilâ İlhan’la...
Filmin başlamasına daha çok vardı. Baylan’a uğradık. Sonra Attilâ
İlhan geldi masamıza. Onunla sanatın yapaylığı üzerine konuştuk.
Öyle anlaşılıyor ki Attilâ İlhan, her yazdığını, bir okuyucu
kitlesini hesaplayarak yazıyor. “Hep okuru düşünürüm,” diyor.
“Yazdıklarım, her okuyanı sarmalı,” diyor. Okurun bu ölçüde öne
alınması doğru mu? Bence değil. (18 Ekim 1956)
"İsteyerek yalnızlaştım"
Yoruldum. Böyle bir yalnızlığa alışık değildim. İsteyerek
yalnızlaştım. Kendimi sürekli odalara kapatışım, kitaplara
gömülüşüm yordu beni. (16 Temmuz 1959, saat 11.30)
‘İnadına...’
Birtakım i***lerin dikkatini çekmek, onları yazmak zorunda bırakmak
için ödüllere katılmak gerekiyor sanırım. (...) Yazsınlar
istiyorum, yersinler isterlerse; ille de övgü aramıyorum. (13 Ekim
1997, saat 02.15)
"Belki Tanrı doğadır"
Tanrı var mı? Ben Tanrı kavramına inanıyorum. Bu da bir soyutlama
belki, ama inanıyorum. Tanrıdan korkmuyorum, çünkü hakikat’ten
korkmuyorum. Tanrıya ulaşamayacağımı biliyorum, ama ona
yaklaşabilirim diye düşünüyorum. Çünkü çabalarım beni hakikat’e
yöneltiyor, ona doğru götürüyor. (...) Benim inandığım Tanrı,
peygamberlerin Tanrısı değil. Bunu biliyorum. Benim soyutladığım
bir Tanrı o. Doğa’nın içinde. Belki de doğanın ta kendisi. (17
Kasım 1956, Ankara)
"Kafamda hikâyeler..."
Garip şey; en mutlu, en boğunuk anlarımda bile, kendimden önce,
yaşadığım durumun hikâyeleşmesini düşünüyorum. İşte onsuz olduğumu
aklımdan geçirirken bile, onsuz kalınca yaşayamayacağımı düşünürken
bile, bir yandan da bu durumumu uygulayacağım hikâye biçimleri
kuruyorum kafamda. Onunla baş başayken de, onunla yaşadığım en
tatlı anlarda bile bir yandan hikâye düşündüğüm geliyor aklıma da,
garipsiyorum. (11 Mayıs 1958, saat 22.00)
Dokunmak ve sevişmek
Cinselliği olmayan aşklar yaşadım. Onları yitirmemin en büyük
nedenlerinden biri de buydu bence. Ama öbür türlüsünü de
bilmiyordum. Bir tür yasaktı o sanki. Şimdi kadınlara başka bir
gözlükle bakıyorum. Onları, [[Haber görseli]] boşalabileceğim
birer enfes çukur, bir güzel kap, bir vazgeçilmez ten olarak
görüyorum. Dokunmak ve sevişmek önce. Aşk bunlarla da gelebilir.
Çok da güzel olur. (30 Haziran 1959, Kırşehir, saat 16.50
"Onu hiç üşütmezdim"
O da benim gibi. Onunla olmayı çok isterdim. Olamaz. Güzel bir
kadın o, hem de üst düzeyde bir şair. Onun gibi bir kadını bir daha
nerede bulabilirim ki? Biliyorum, kocasını sevmiyor. Birden çıkıp
geldi. Anladım. Sıkıntılı o da. Çıkıp dolaştık biraz. Onun
üşüyebileceğini düşünerek ceketimi de yanıma aldım. Onunla olsam,
onu hiç üşütmezdim diye düşündüm bir an. Sonra gidecekti, gitmedi,
kaldı benimle. Gittik; hem de yel alan, yağmur alan bir yere
oturduk. Yel vurdu üstümüze, yağmur dilediğince vurdu. Birden
soruyor: “Erdal, güzel miyim ben?”
Ah, nasıl da kadınca bir soru. İstediği kadar üst düzeyde bir şair
olsun, yine de bir kadın; bu kadınlığı güzel işte. (21 Eylül 1957)