ENGİN ARDIÇ: İSMAİL CEM YAKIŞIKLI BİR ADAMDI!.. KÜSMÜŞTÜK!.. BAŞARILI BİR POLİTİKACI OLAMADI!
Ölümün yaklaştığını anlayınca, onca kavga ettiği Deniz Baykal´a yeniden yanaşmış, son günlerini CHP milletvekili olarak geçirmek, ömrünü öyle tamamlamak istemişti... Bu "insani" bir zaaftı, nitekim kızmadık.
Altmışlı yılların sonlarında bir "Osmanlı araştırmaları" furyası başlamıştı. Halkta değilse bile aydınlarda, zorla unutturulmak istenmiş geçmişimize, hele yakın tarihimize müthiş bir ilgi uyanmıştı. Bunda elbette Kemal Tahir´in romanlarının büyük payı olmuştu.
Şimdi kimselerin hatırlamadığı Muzaffer Sencer´in, "Baasçı bürokrat darbecisi" Doğan Avcıoğlu´nun kitapları falan peynir ekmek gibi gidiyorlardı bu modaya uygun olarak... Avcıoğlu´nun ilk baskısına, otuz lira gibi, o zamanlar görülmemiş bir fiyat ödemiş, bir hafta aç gezmiştim. En "kabadayı" kalın kitap yirmi liraydı çünkü. İsmail Cem´le de öyle tanıştık. O da bu tür bir kitap yazdı ve epeyce de sattı.
Ama o biraz daha "Osmanlı" kokuyordu ötekilere göre. Daha bir "İdris Küçükömer ve Sencer Divitçioğlu´na yakın" görünüyordu. (Buyur? Bunlar kim ağabey?) Nitekim TRT genel müdürlüğü sırasında program aralarına koyacağı "on altıncı yüzyıl necefli ibrik" görüntüsü, yaşı tutan herkesin hafızasında kalmıştır!
Soyadının da bu dürtüyle bir "soyisim" değil bir "küçükisim" olduğunu sanırdık. (Vallahi Hasan Cemal´i de önce Kıbrıslı sanmıştık ha, gençlik, toyluk işte...)
Meğerse, çok zengin, Selanik kökenli ve dallı budaklı bir ailenin, ünlü İpekçi´lerin çocuğuymuş! Robert College takımından Ercan Arıklı´nın da hem eski bacanağı hem kankası.
"Solcuya yakışmaz" diye mi saklıyordu zengin çocuğu ismini, yoksa emmioğlunun yönettiği gazetede yazmasının dedikodulara yol açmaması için mi?... Bilemedik. Fakat "evinde beyaz eldivenli uşakların hizmet ettiği" de hep konuşulan bir "şehir efsanesi" oldu. (Olacaktı tabii... Ağız torba değildir... Ne yapalım, bugün de beni "Boğaz´da köşkte oturan bir sosyetik" sanan birçok budala yok mu? Kiminle karıştırdıklarının da farkındayım.)
Kitaplarını hapır küpür okuyor, TRT´yi ilk kez "seyredilir hale" getirmiş olmasının keyfini çıkarıyorduk; o unutulmaz Ajax-Bayern München maçları, Savaşan Dünya dizisi, Komiser Colombo, Görevimiz Tehlike falan filan... Musa Öğün´ün "bando takımı konserleri" dönemi geçmişti artık... 12 Mart dönemi sona ermişti... Umutluyduk, Türkiye düze çıkacaktı... İlk kez bir pazar gündüz ve canlı yayını, Güneş Tecelli, rahmetli Cenk Koray falan filan... Ders çalışamaz olmuştum, az kalsın üniversiteyi bitiremeyecektim!
Ama bunun nedenleri arasında, o zamanın "ilahı" Ecevit´in üniversite bitirmemiş olmasının verdiği "kötü örnek gevşekliği" de vardı tabii.
Ben o ara üniversiteyi bitirdim altı yıl uğraştıktan sonra ama memleket boka sardı.
Hey gidi hey, bunlar ne zamanın bir işleri, bunlar otuz-otuz beş yıl öncesinin bir işleri...
Nitekim İsmail Cem İpekçi de gitti Ecevitçi oldu. Başından beri Ecevit´e hep yakın olmuştu aslında. TRT´nin başına onu getiren de Ecevit´ti. İpekçi´nin TRT´de kurduğu kadrodan kimisi balon çıktı, kimisi başka ufuklara yelken açtı sonra.
Bunun bir "uygar insanlar dayanışması" olduğunu düşünüyorduk, günün birinde Ecevit´e "bodoslamadan" koşulacağı, onun dışişleri bakanlığını yapacağı hiç aklımıza gelmezdi. Soyadını bakanlığı döneminde de titizlikle gizlemeye çalıştı.
İsmail Cem bir dönem devrimci olmayan bir sosyaldemokrasi, yani Lenin´in nefret ettiği Karl Kautsky çizgisinde dolandı, sonra hepten "ulusalcılığa" sıvandı. Sonra da, Ecevit´in o ucubeye benzeyen koalisyonunun yıkılmasına büyük katkıları oldu!
Şimdi arkasından bir sürü övgü yazısı okuyacaksınız elbette. Onu yer