Elif Şafak: 'Onur Yürüyüşü'ne en fazla başörtüsünden dolayı üniversiteye giremeyenler sahip çıkmalı!'
Yazar Elif Şafak, yeni çıkan kitabı 'Havva'nın Üç Kızı'nı Hürriyet'ten Ayşe Arman'a anlattı.
Yazar Elif Şafak, Müslüman Anadolu Gençlik ve Alperen Ocakları'nın
tehditlerinin ardından İstanbul Valiliği tarafından ‘güvenlik’
gerekçesiyle Taksim’de Onur Yürüyüşü’nün yasaklanmasına ilişkin
olarak, “Bu, temel bir demokratik haktır. Ve en büyük destek
kadınlardan gelmeli. Çünkü kadını ezen ataerkil sistemle, cinsel
azınlıkları hor gören ataerkil zihniyet aslında aynı kör zihniyet!”
dedi. Elif Şafak, katılacak olanların tehdit edildiği Onur
Yürüyüşü’ne ve ramanzanda alkol içildiği gerekçesiyle saldırıya
uğrayan Firuzağa’daki etkinliğe dair, “Mesela bugün Onur
Yürüyüşü’nü ya da Radiohead dinlerken yobazlardan dayak yiyen
gençleri veya Kürtlerin haklarını en fazla kim desteklemeliydi
biliyor musun? Başörtüsünden dolayı vaktiyle üniversiteye giremeyen
genç kızlar! Eskiden ezilenler, bugün ezilenleri daha iyi anlamalı.
Halbuki öyle olmuyor Türkiye’de…” diye konuştu.
Yazar Şafak, yeni çıkan kitabı 'Havva'nın Üç Kızı' sebebiyle
Hürriyet’ten Ayşe Arman’a verdiği söyleşide "Bu memleket, hepimizin
öyle değil mi? “Ya sev, ya terk et” sloganı kadar korkunç bir
slogan olamaz mesela! Kim, niye terk etsin? Esas mesele,
farklılıklarla birlikte insanca yaşamayı başarabilmek. Laik babanın
ölümünden sonra dindar annenin çökmesi çok önemli bir metafor.
Cumhuriyet’in temel değerleri ve kazanımları tamamen yıkılırsa,
yıkanlar da bu enkazın altında kalacak!" dedi.
Elif Şafak’ın Hürriyet’ten Ayşe Arman’a verdiği yazılı söyleşi
şöyle:
Yeni doğan bebeğine iltifat edip, diğerlerini beğenmiyormuş
gibi olmak istemiyorum ama ‘Havva’nın Üç Kızı’ senin en iyi romanın
olabilir mi?
-Ben bu romanı yıllardır içimde biriktirmişim Ayşe. Gördüklerim,
duyduklarım, hissettiklerim, okuduklarım, araştırdıklarım…
Senelerin birikimini bu kitaba aktardım. Yazarken bir ara o
kadar derin bir paniğe kapıldım ki, “Eyvah! Ben ne yapıyorum,
yüreğimi sonuna kadar açıyorum” diye. Ama hikâye o kadar çılgın,
içten ve güçlüydü ki duramadım. Yazdım…
Bir başyapıt yani? Bana öyle geldi de…
-Takdir her zaman okurun. Yani gerçek edebiyat okurundan
bahsediyorum. Onların yeri bende apayrı. Kitap okuyan insana her
zaman değer verdim. Belki daha romanı okumadan abuk sabuk laflar
edenler olur gene. Ama var ya, umurumda değil. Ben yüreğimin sesini
dinleyerek yazdım. Bir de vicdanımın…
Kafası karışık ülke Türkiye
Belki de hepimiz benzer tespitleri, benzer kuşkuları ve kafa
karışıklığını yaşadığımız için bu romana yakalandık, çekildik… Ben
yani…
-Romanda anlatılan kafa karışıklığı tam da Türkiye’nin hikâyesi.
Hepimizin hikâyesi aslında. Türk, Kürt, Alevi, Zaza, Ermeni,
Yahudi… Buralı olmanın bedeli, sancısı. Bütün dünyaya bir bak;
zihni bu kadar karışık başka memleket yok. Ne Doğu’da ne Batı’da.
Kimlik, inanç, din, coğrafya, tarih… Ne çok çözümlenmemiş meselemiz
var!
Bu romanı neden yazdın?
-Birikti, birikti içimde. Edebiyatçı, çetrefil konularda en temel
soruları sakınmadan, sansürsüz sorabilmek ister. Ama cevapları
okura bırakır. Bu romanda dile getirilen tartışma konuları o kadar
mühim ki. Bunları anlamadan, Türkiye'yi anlamak mümkün değil.
Bize neyi göstermek istedin?
-Kendi iç çelişkilerimizi! Fay hatlarımızı, kırılma ve kırma
noktalarımızı. Nasıl birbirimizi yiyip bitirdiğimizi! O kadar yazık
ediyoruz ki! Bunca güzel insan var bu ülkede ama halimiz ortada.
‘Gerçekleşmemiş potansiyeller diyarı’ Türkiye. Halbuki o değerli
potansiyeli gerçekleştirseydik, çoğulcu demokrasiyi
özümseyebilseydik, bu memleket ne kadar başka bir yer olurdu,
olabilirdi…
Kelimelerinle, tespitlerinle Türkiye’nin aynasını mı
tuttun?
-Evet, ayna tuttum bu topluma! Muhafazakârlar da, Kemalistler de
var bu romanda. Dindarlar, dinsizler, solcular, sağcılar,
muhalifler, muktedirler… Herkes var.
Nasıl bir Türkiye anlattığın?
-Kendi kendine yazık eden bir Türkiye! İnsanlarını pul gibi
harcayan, geçmişin hatalarından ders almayan bir Türkiye. Milan
Kundera’nın vaktiyle Doğu Avrupa ülkeleri için dediği gibi: “Tünele
girmiş bir memleket.” Kimse bilmiyor nasıl çıkacağız bu hoyrat
iklimden!
Roman kahramanı Peri’nin annesi katıksız bir dindar,
sorgulamadan dinin bütün verilerini kabullenen biri. Tarikata
mensup. Baba ise Kemalist, laik, eğitime ve aydınlanmaya önem
veren, duyarlı, içli bir insan. Evlilikleri bir azap. Karı-koca
birbirine tahammül edemiyor. Tam bir cehennem. İki abiden biri
solcu, Marksist. Öteki Türk milliyetçisi oluyor. Peri ise Oxford’a
okumaya gidiyor. O hep arada kalıyor, kimseyi incitmek istemiyor…
Bu anlattığın tablo aslında Türkiye mi?
-Evet, Peri’nin sıkışmışlık hissi o kadar derin ki. Hep yapayalnız,
arafta…
"Cumhuriyet’in temel değerleri yıkılırsa yıkanlar da bu
enkazın altında kalacak!"
Bu aile, Türkiye’nin bölünmüşlüğünü mü temsil ediyor?
-Nalbantoğulları ailesinin sarsıcı hikayesinde, Türkiye’nin en
derin kültürel çatlakları saklı, evet…
Ama bu aile, birbiriyle anlaşamasa bile hayatlarının sonuna
birlikte yaşamayı beceriyor. Hatta laik baba ölünce, dindar anne
çöküyor… Türkiye, bunu becerebilecek mi sence? Bölünmeye rağmen
birlikte yaşamayı başarabilecek mi?
-Bu memleket, hepimizin öyle değil mi? “Ya sev, ya terk et” sloganı
kadar korkunç bir slogan olamaz mesela! Kim, niye terk etsin? Esas
mesele, farklılıklarla birlikte insanca yaşamayı başarabilmek. Laik
babanın ölümünden sonra dindar annenin çökmesi çok önemli bir
metafor. Cumhuriyet’in temel değerleri ve kazanımları tamamen
yıkılırsa, yıkanlar da bu enkazın altında kalacak!
Türkiye’deki her türlü yaşam şeklinin bir yansıması var
romanında. Sence ne durumdayız biz?
-Peri, annesini de seviyor elbette. Ama bariz bir şekilde babasının
kızı. Babasına olan hayranlığı, muhabbeti o kadar derin ki… Bir
sahne var kitapta. Mensur Bey bardaktaki suda dağılan rakı
damlalarına bakıyor. “İşte biz de böyle dağıldık gittik bir cehalet
denizinde!” diyor. Liberaller, demokratlar, Kemalistler, Kürtler…
Böyle hisseden çok insan var bu artan otoriterlik dalgası
karşısında. O dalga her şeyi yutuyor…
1980-2016 arasındaki Türkiye aslında anlattığın… Bölgesel
istikrarsızlık, politik çalkantılar, bombalar, kutuplaşmış toplumun
yüksek tansiyonu, fanatizm, seksizim, otoriterlik, köhnelik,
ataerkillik, alaturkalık, cinsel istismar, tecavüz, kadına şiddet,
adaletsizlik, gelir uçurumu, beyin göçü… Bu mu Türkiye? Parçaları
eksik yap boz gibi, hep yarım…
-Hem bu hem de bundan ötesi… Romanda bütün bu saydıkların var ama
aşk da var, sevgi de var, dostluk da var, güzellikler de
var...
Evet, romanda yok yok! İnanç meselesini, felsefi olarak
tartışıyorsun. Türkiye’nin politik durumunu mercek altına
alıyorsun, düşünme sistemleri üzerine kafa yoruyorsun. Bir de
kitabın içine müthiş bir aşk sokuşturmayı başarıyorsun… Bunu nasıl
yaptın? Bütün bu kolajı nasıl gerçekleştirdin? Elif Şafak olmak
demek bu mu?
-Ben kah Türkiye’de, kah yurtdışında büyüdüm. Üniversitede
uluslararası ilişkiler okudum. Sonra Kadın ve Cinsiyet
Çalışmaları’nda master yaptım. Siyaset Biliminde doktora yaptım.
Yurtdışında farklı üniversitelerde akademisyen olarak dersler
verdim. Doğu’dan da okudum, Batı’dan da. En inançlı düşünürleri de
okudum, en inançsızları da. Bugün ‘dindar nesil’ yetiştirme adına
gençliğe sadece kendileri gibi düşünenleri okumaları telkin
ediliyor. Bu, korkunç bir şey! Mümkün olduğunca farklı fikir
duymalıyız. Farklı yorumlar okumalıyız. Ancak böyle gelişebiliriz
zihnen ve ruhen…
Kolay okunuyor ama inanılmaz zor bir şey anlatıyorsun… Buna
ne kadar kafa yordun?
-Yazarken çok garip bir şey yaşadım. Bir yandan su gibi aktı roman.
Çünkü biriktirmişim içimde bunca zaman. Bir yandan depresyonlar,
panik ataklar, endişe yumağı oldum. Tırnaklarımı yoldum, sağlığımı
bozdum. Kafayı yedim. Geceleri uykularım kaçtı. Rüyalarımda
cümleler kurdum… Ama yazdım inançla. Edebiyat da, inanç işi
aslında. Bir romana inanmak. Bir hikâyenin peşine düşmek. Hem inanç
hem kuşku işi. Kendinden hep şüphe duymalısın, kendini
sorgulamalısın. Ne mutlak inanç, ne mutlak akılcılık.
Mutlakiyetçilik sevmiyorum…
İnsanı dinden soğutan dindarlar da var
Peki Neden ‘Havva’nın Üç Kızı’?
-Bütün İbrahimi dinler bize benzer bir Adem ile Havva hikâyesi
anlatır. Habil ve Kabil ile başlatırlar çatışmaları. Peki Adem ile
Havva’nın kızları da vardı. Sahi onlara ne oldu? Nerede onların
hikâyesi? Ben bu romanı yazarken bu tür eksik parçalardan da ilham
aldım. Kadınlardan yola çıktım…
Londra’da üç Müslüman kız anlatıyorsun… Havva’nın üç kızı
bunlar… Şirin günahkâr, Mona inançlı, Peri ise şaşkın, kafası
karışık, mütereddit… Bu formül, bütün dünya üzerindeki dine
inananların formülü mü? Her dinin günahkârı, inançlısı ve arada
kalmışı mı var?
-Havva’nın üç kızı, evet, günahkâr, inançlı ve mütereddit. Şu anda
bilhassa doğuştan Müslüman kesim arasında büyük tartışmalar var.
Türkiye bu tartışmaların dışında kalamaz. O kadar korkunç şeyler
yapıyor ki bazı insanlar din adına, bir sürü insan da dinden
soğuyor haklı olarak. Ben objektif bir şekilde dünyadaki
tartışmaları da yansıttım. En çok da kadınların konuşması lazım. En
çok bizi ilgilendiriyor bu konular. Çünkü bizim kaybedecek şeyimiz
daha fazla. Kamusal alanda daha çok kadın olmalı. Siyasette de
tabi…
Bizdeki durum şu anda ne? Var olan kutuplaşma, olması
gereken neyi yok ediyor?
-Bir tarafta dindarlar var, kendinden gayet emin. Bir tarafta,
“Modern olmak demek, her türlü maneviyati reddetmek demek!”
zannedenler var. Onlar da kendinden gayet emin. Halbuki bir üçüncü
yol arayanlar var bu arada. Yani inançla ilgili olup da ‘dindar’
olmayanlar. Dinden ziyade, Tanrıyı arayanlar. Tanrı ihtimalini
felsefi açıdan sorgulayanlar…
Tanrıyı aramak demek bilgiyi aramak demek
Oxford’da tanrı felsefesi dersi veren üniversite profesörü,
karizmatik Azur neyi temsil ediyor?
-Azur, benim en sevdiğim karakterlerden biri. Benim için de
sürpriz. Biraz Nietzsche. Biraz Halil Cibran. Biraz İbni Arabi,
biraz Spinoza, biraz İbni Rüsd. Aslında ben genelde erkek
karakterlerimin içine saklanırım her kitapta. Kimse bilmez bunu.
Düşündüğüm, sorguladığım çok konuyu Azur dile getiriyor. Ama tabi
ki hayali bir karakter! Bunu söyleyeyim de, sonra gerçek
sanmasınlar adamı…
Azur üzerinden anlattığın, tanrı felsefesi, tanrıyı arama
yöntemi, bilgiye ulaşma yolu mu?
-Hem laikliğin kıymetini bilen, hem özgürlükçü ve eşitlikçi, hem
Tanrı’yı merak eden ve maneviyatı önemseyen bir yaklaşım bu.
Kimseyi dışlamayan yepyeni bir dil arayışı. Aslına bakarsan hem
yeni, hem değil. Mistiklerin ve filozofların yüzyıllardır konuştuğu
dil buydu zaten…
Tanrıyı ararken, aslında bilgiyi mi arıyor
insan?
-Evren hep genişliyor. İnsanın zihni de aynen öyle olmalı.
Öğrenmek, öğrenci olmak kadar güzel bir şey yok ki. Tanrıyı aramak
demek, bilgiyi aramak demek. Bilgiyi aramak ise kendini bilmek
demek...
“Ben tereddüt seviyorum”
Bilgiye ulaşmanın en önemli yolu, kesinlikten, dogmalardan
kurtulmak mı? Hep ama hep sorgulamak mı? Bu açıdan, arada kalmak,
tereddütlü olmak, kuşku duymak iyi bir şey mi?
-Doğrusu ben kesinlik değil, tereddüt seviyorum! Tevazu seviyorum.
Kendinden çok emin insan, sağırdır, duymaz. Böyle insanlarla
diyalog kurulmaz. Romanda Azur diyor ki: “Entelektüel bir
tartışmaya girmek, âşık olmak gibidir. Öyle ki, bittiğinde
değişirsiniz, bambaşka bir insan olursunuz!” Televizyondaki
tartışma programlarına bak, herkes kendi sesine hayran. Eğer
fikrinizi gözden geçirmeye hazır değilseniz, kimseyle hiçbir konuda
tartışmaya girmeyin.
İnanç demek ille de 'din' demek değil!
Azur’un söylediği gibi kesin inançlıların kuşkuya, kesin
inanmayanların da inanca mı ihtiyacı var?
-Önce şunu tespit etmek gerek. İnanç demek, ille de ‘din’ demek
değil. Mesela âşık olmak, bir roman yazmak, evlenmek, çocuk
doğurmak, yeni bir şehre yerleşmek… Bunların hepsi inanç işi! Öte
yandan, insan habire kendini sorgulamalı. Doğrularını gözden
geçirmeli. ‘Vardım’ ya da ‘oldum’ zannetmemeli.
Romanda anlattığın çelişkileri sen de yaşadın
mı?
-Hem de nasıl. Oldum olası din felsefesi okumayı severim. Ama
dindar hiç değilim. Tam tersine, katı dindarlığın insanları ‘biz’
ve ‘onlar’ diye ikiye ayırmasını tasvip etmiyorum. İçsel, ruhani
yolculukları seviyorum. İçe dönünce, din ya da millet ya da ırk
veya cinsiyet ayrımı yapmazsın. Mimar Sinan’ın dediği gibi “Bütün
kubbelerin üzerinde gök kubbe var” ve onun altında Müslüman da,
Yahudi de, Hiristiyan da, Zerdüşt de eşit. Herkes bir. Ayrımcılık
yapan her türlü üslubu reddediyorum. Belki içten içe, ben de
romandaki Mensur gibi o eski, nüktedan, kalendermeşrep
Bektaşi-Melami-Mevlevi geleneklerini arıyorum. Onlar
bambaşkaydı…
Bu zorlu yoldan sen de geçtin mi?
-Açıkçası ben hem demokrat, laik ve eşitlikçi hem de mistik ve
inançlı olunabileceğine düşünüyorum. Ama bu nüansı Türkiye’de
konuşmak ne kadar zor! Ne solculara anlatabilirsin ne sağcılara. Ne
modernlere ne muhafazakârlara. Ama ne tuhaftır ki her kesimden
okurum var. Çünkü her kesimde yalnızların, arayıştakilerin,
araftakilerin, sorgulayanların sayısı az buz değil. Biz,
Mevlana’nın bahsettiği topal kuşlarız. Sürülerle uçamayan…
Bu romanda yazardan çok, filozof gibi takılmışsın… İki
çocukla nasıl yapıyorsun?
-Anne olunca filozoflaşıyor kadınlar galiba! Hayata, varoluşa dair
sorular doluyor zihnimizi. Ama çok da okuyorum bu konularda.
Seviyorum felsefeyi…
"Keşke Çince ve İbranice de yazabilsem!"
Bu kadar derin bir romanı İngilizce yazabilmek bir meydan okuma
mı?
-Yaklaşık 14 senedir romanlarımı İngilizce yazıyorum. Sonra
Türkçe’ye çevriliyor, çeviriyi alıp yeniden yazıyorum. Yani iki kat
emek sarf ediyorum. Delilik! İlk başta çok laf eden oldu. “Vayyy,
bir Türk romancı İngilizce yazar mı?” diye. Yazar, niye olmasın?
Keşke Rusça, Almanca, İbranice, Çince de yazabilsem! Çok isterdim.
Birden fazla dilde rüya görebiliyorsak, birden fazla dilde hikâye
de yazabiliriz. 19’uncu yüzyıla ait milliyetçi kalıplarla hareket
etmek zorunda değilim. Şimdi yadırgıyorlar. Halbuki 100 sene önce
bu topraklarda entelijansiya birden fazla dilde yazardı. Keşke hem
Kürtçe hem Türkçe yazan daha fazla şairimiz, yazarımız olsa…
“Hayat, bir empati laboratuvarı”
Sence de hayat, bir ‘empati laboratuvarı’ mı?
-Bütün fanatiklerin, bağnazların ortak bir yanı var. Empati
yetenekleri çok düşük! Bütün eşitlikçi demokratların da ortak bir
yanı var. Empati yetenekleri fazla! Bu kadar basit aslında. Kendini
başkasının yerine koyamayan, hayata bir de oradan bakmayı
beceremeyen insan, düşünmeyen insandır…
Eskiden ezilenler bugün ezilenleri daha iyi anlamalı
Azur neden din anlatmıyor da, tanrı anlayışı anlatıyor. “Dine
takmayın, Tanrıyı arayın” diyor… Neden? Ve ne demek
bu?
-Bu engin bir yolculuk. Bir arayış. Romanda profesör Azur’un dindar
öğrencileri de var, dinsiz öğrencileri de. Her dinden öğrenci
mevcut sınıfında. “Tanrı felsefesiyle acaba ortak bir dil
yaratabilir miyim?” bunun peşinde. Başarıyor mu başaramıyor mu,
orası, okura kalmış…
Dünyanın en tehlikeli insanları, tanrı algısını kendi
çıkarları için kullananlar mı? Yani dini, siyasete alet edenler
mi?
-Evet, dünyanın en tehlikeli insanları, Tanrı adına hareket etmeye
yetkili olduklarını zannedenler! “Ben böyle düşünüyorum bu benim
yorumum” demiyor böyle tipler. Diyor ki, “Allah böyle emrediyor,
nokta.” Ya bir dur bakalım. Belki sana öyle geliyor. Belki sen öyle
yorumluyorsun. Bu kadar katı olma. Bu kadar tepeden bakma. Yok,
kendi fikrini, illa ki Yaradan'a mal ediyor, oradan erk kazanmaya
çalışıyor! Bu, korkunç bir dogma. Çıkmaz sokak…
Cahil muktedir!
Türkiye’de artık ‘tanrı’ deyince hakaret olarak algılayanlar var.
‘Yaratıcı’ sıfatını da Allah dışında kullandığında suratını
asıyorlar… “Cahil muktedirler” bunlar mı?
-Türkiye’de cahil muktedir ne yazık ki çok fazla! Sadece bizim
memleketimizde değil tabi ama biz buraya bakalım evvela. Bunların
çoğu, dikkat et, kadını aşağılar. Seksist, ataerkildir. Kadını
kendinden eksik görür. Bunu da belli eder. Kadın yazarı,
gazeteciyi, akademisyeni daha çok aşağılar…
"Onur Yürüyüşü’ne ne fazla başörtüsünden dolayı vaktiyle
üniversiteye giremeyenler sahip çıkmalı!"
Kitaptaki bir tartışmada, başörtülüler de ‘ezilen’ konumunda
anlatılıyor. “Kendi başına düşünemeyecek konumda olan birileri”
gibi değerlendirildikleri söyleniyor… Bu, senin tespitin mi? Bu,
farklılığa, ötekine tahammülsüzlük mü?
Onur Yürüyüşü’nün yasaklanmasına çok tepki duyuyorum. Bu, temel bir
demokratik haktır. Ve en büyük destek kadınlardan gelmeli. Çünkü
kadını ezen ataerkil sistemle, cinsel azınlıkları hor gören
ataerkil zihniyet aslında aynı kör zihniyet!
Başörtülülerin de ‘ezilen’ olduğu tarihsel dönemeçler oldu elbette.
Yere ve zamana göre bakmak gerek. Genelleme yapmadan yani. Romanda
Mona, Avrupa’da, Amerika’da başörtülü bir genç kız olmanın
zorluklarını yaşıyor. O da önyargılarla boğuşmak zorunda kalıyor.
Böyle birçok genç kız var. Türkiye’de ne eksik biliyor musun?
Başörtülüler ezildiğinde onların haklarını, Kürtler ezildiğinde
onların haklarını, eşcinseller ezildiğinde onların haklarını,
Ermeniler ezildiğinde onların haklarını… ‘Öteki’ her kim ise, onun
haklarını sonuna kadar savunan 360 derece demokrat bir bakış açısı!
Biz bunu geliştiremedik bu ülkede! Mesela bugün Onur Yürüyüşü’nü ya
da Radiohead dinlerken yobazlardan dayak yiyen gençleri veya
Kürtlerin haklarını en fazla kim desteklemeliydi biliyor musun?
Başörtüsünden dolayı vaktiyle üniversiteye giremeyen genç kızlar!
Eskiden ezilenler, bugün ezilenleri daha iyi anlamalı. Halbuki öyle
olmuyor Türkiye’de…
Türkiye’de ölmenin 10 popüler yolu
“Türkiye’de ölmenin 10 popüler yolu”nu sayıyorsun, neler
onlar?
-Romanda kara mizah bol! Başka bir ülkede olsa skandal sayılacak
şeyler, bizde olağan addediliyor. İnsan hayatının bu kadar
ucuzlaştığı bir ülkede fallara da falcılara da rağbet arttı.
Sokakta yürürken, kapağı açık rögar deliğinden içeri düşebilir,
balkonda otururken holigan kurşununa kurban gidebiliriz bu
memlekette! Tabii bir de holiganlara, teröristlere ve rögar
deliklerine kurban gitme endişesinin neden olduğu stres kaynaklı
hastalıklar…
“Hayatında hiç roman yazmamış biri Batı’nın gözüne hoş
görünmek için yazdı diyebilir!”
Peki “Bu romanı da Batı’nın gözüne hoş görünmek için yazdı”
diyenlere ne cevap vereceksin?
-Böyle lafları ancak hayatında hiç roman yazmamış insanlar
söyleyebilir! Roman, öyle deli bir tutku ki, başkası istedi diye
filan yapamazsın. İçinden gelmeli. Yüreğinin tam ortasından
çıkmalı, bağrından kopmalı. Yoksa aylarca, senelerce kapanıp bu işi
yapamazsın. Roman aşk işi, tutku işi, inanç işi. Hakikaten akılla
izah edemem ben bunu…
"Türkiye’de demokrasiyle çoğunlukçuluk karıştırılıyor"
Artık çoğunluk mu cahil muktedir?
-Çoğunluğa “cahil muktedir” demiyorum. Hatta o yaklaşımı sorunlu
buluyorum. Ben elitist biri değilim. Tepeden halka bakan
yaklaşımı sevmem, benimsemem. Başka bir şey diyorum: Türkiye’de
demokrasi ile çoğulculuk karıştırılıyor. AKP'nin en büyük
hatalarından biri bu oldu. Seçimler tabii ki önemli. Ama tek başına
seçimlerle demokrasi olmaz. Olsa olsa, çoğunluğun iktidarı olur.
Gerçek demokrasinin olması için güçler ayrılığı, özgür basın, ifade
özgürlüğü, akademik bağımsızlık, kadın hakları, azınlık hakları ve
muhakkak hukuk devleti gerek. Bizde bunların hepsi yara aldı,
fersah fersah geriledi! Şimdi laiklik aleyhine laflar ediliyor.
Bunlardan gerçekten çok endişe duyuyorum.
Şaşırma duygumuzu mu yitirdik?
Tuhaf bir ruh halindeyiz. Bombalar patlıyor, masum insanlar
katlediliyor. Bir yandan dehşet içindeyiz. Bir yandan de gündelik
hayat akıp gidiyor. Bazen soruyorum kendime, “Acaba şaşırma
duygumuzu mu yitirdik?” Uyuşuyoruz sanki. Uyuşmamak gerek…
“Benim annem de yarım anne sayılır!”
Ben yalnız bir çocuktum. Annem beni dünyaya getirdikten sonra
üniversiteye dönüp eğitimini tamamladı, her zaman çalışan bir
anneydi. Yani mevcut vahim tanıma göre o da ‘yarım anne’
sayılır! Canla başla çalışan, kariyer yapan, anneliği tek varlık
sebebi gibi algılamayan bütün kadınlara saygım sonsuz. Bana
gelince, ben kendi kendimi büyüttüm çoğu zaman. Kendi kendime
öğrenmek zorunda kaldım. Hep seyrettim insanları. Gözlemledim.
Anlayabilmek için sevebilmek lazım. Azur’un dediği gibi.
"Sevemediğin şeyi anlayamazsın!" O yüzden hem çok
eleştiriyorum bu toplumu bu romanda, hem de belli ki çok seviyorum
bu ülkeyi…