03 Şub 2014 16:51
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 15:55
Ekrem Dumanlı'dan sert mesaj; Ahirette de Yüce Divan var...
Zaman yazarı Ekrem Dumanlı, Türkiye'nin tek parti devletine sürüklendiğini öne sürüyor ve Erdoğan'a sert çıkıyor.
İŞTE EKREM DUMANLI'NIN YAZISI
Görünen o ki ‘örgüt’ telkini üzerinden yargıya baskı yapılacak ve belki uydurma davalar açılacak. Eski Ergenekonculardan alınan akıl ve taktikle bir yandan Camia sindirilmek istenecek öbür yandan da yolsuzluk ve rüşvet iddiaları örtbas edilecek. Hal böyle olunca ne seviyeli dil kalıyor ortada ne de rahmete, şefkate dayalı din. Yalanı mubah gören, iftirayı vazife sayan, hırsızlık ve rüşveti aklayan, çalıp çırpmaya fetva devşiren, masum insanları sürekli karalayan medyadan seviye beklemek mümkün mü?
Maalesef bazıları seviyesizlik sınırını çoktan aştı. Bir kısım kalemşorların (ve siyasilerin) ağzı ile kulağı arasındaki uzaklık, yeryüzü ile gökyüzü arasındaki mesafe kadar açıldı. Çok bağıran ve sürekli bağıran, kendini haklı sanıyor. Etrafta bu kadar goygoycu da olunca kendini beğenen, kendine hayran; hatta kendine tapınan tipler türüyor. Allah akıbetlerini hayır etsin; ancak, söylemek zorundayız ki, bu üslupsuz salvoların sonu tarih boyunca hep hazin olmuştur; zira O, imhal eder (mühlet verir) amma asla ihmal etmez...
Ne kadar da çok maskeli adam varmış memlekette. Ve o maskenin gerisinde ne kadar perdelenmiş kin ve nefret barınıyormuş. Bilemedik. Üç günlük dünyanın şan u şöhreti, mal u mülkü uğruna bu kadar kirli bir dil kullanılabileceğini tahmin edemedik. Yaşananlar gösterdi ki bazı kişiler öteden beri maskeli bir iletişim yolunu tercih etmiş. İçlerinde biriktirdikleri kin ve öfke ile gülücükler dağıtan maskeleri arasındaki korkunç tenakuz her geçen gün biraz daha belirgin hale geliyor. Yazık ki ne yazık!
Nereden bilebilirsiniz ki daha düne kadar tekrar ber tekrar “Ben Rabb’ime söz verdim, alnı secdeli insanlar benim zamanımda zarar görmeyecek.” diyen birisi, alnı secdeli insanların ‘kökünü kurutma’ kararı almış olsun. Nereden bilebilirsiniz ki Türkiye’nin daha yaşanır bir ülke ve huzur adacığı haline gelmesi için demokratik bir şehrahta kol kola yürüdüğü bir kitleye karşı ‘insan kaynaklarını kurutma’ kararı almış olsun. Nereden bilebilirsiniz ki din, dil, ırk farkı gözetmeksizin hep birlikte huzurla yaşamak uğruna heyecanla desteklediğiniz kişiler bazı ayıplarını kapatmak için hakkınızda yalan, hakaret, iftira gibi yollara tevessül edecek...
Tarihin her döneminde anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar yaşanmıştır; ama ihtilafların rahmete dönüşebilmesi için nezaket ve nezahet çerçevesi hep korunmuştur. Korunmalıdır da. Herkesin aynı pencereden bakması da mümkün değil, aynı görüntü ile büyülenmesi de. Düşünce farklılığını içine sindiremeyen, demokrasiden de bahsedemez, insan haklarından da. Her farklı düşünceyi ‘ihanet, çete, paralel…’ gibi yaftalamaya kalkışırsanız hem ülkeye zarar verirsiniz hem kendinize. Ülkeye zarar verirsiniz; çünkü inşa ettiğiniz nefret dili toplumda ayrışmalara, kutuplaşmalara neden olur. Kendinize zarar verirsiniz; çünkü anlamsız suçlamaları (paralel devlet gibi) bir gün birileri de size, ailenize, çekirdek kadronuza yöneltir. Devlet denen aygıtı hor kullanıp hukukun üstünlüğünü ayaklar altına alırsanız adalet biter zulüm başlar. Ve her zulüm gelir bir gün zalimi vurur.
Ne yazık ki bugün öfke patlamasına maruz kalmış bazı kişiler yarınları hesaba hiç katmıyor. O yüzden de ağzından çıkanı kulağı duymuyor, yazdığını okumuyor, gelecek nesillerin tarih huzurunda kendilerini nasıl yargılayacağına kafa yormuyor. Her gün birileri türüyor, mikrofonu kaptığı gibi kendinden geçiyor, ekranlarda boy gösteriyor, sanal âlemde hakaretamiz laflar geveliyor...
Hangi birini yazacaksın! Maskesine bakınca adamı entelektüel birisi sanırsın. Yıllardır kendine öyle bir hava vermiş, öyle bir eda ile dolaşmış. Nerden bileceksin ki bir gün bir piyango çıkacak adamın karşısına ve maskesi bir anda düşüverecek. Bir hitabet bin kıyamet! Mikrofon şehveti ile papyon şöhreti bir araya gelince insanlara hakaret savurmak hangi irtifa kaybının feci neticesidir acep! Külhanbeyi ağzıyla sarf edilen hakaretlere aynıyla hatta birkaç misliyle cevap vermek tabii ki mümkün; ama yazık olmaz mı bu güzel ülkeye? Üslupsuzluk bir üslup haline gelirse cinnetin önüne geçmek mümkün olmaz ki! Unutmamak gerekir ki haddini aşan her kelime, tarihe ve mahşere emanet ediliyor. Kişiler haklarını helal etse bile mukaddes bir davanın hakkına tecavüz edildiği için hesap kapanmaz.
Ye’se kapılmaya gerek yok. Bu ülke, tıpkı Peygam-berimiz’in (sas), Medine hakkında dediği gibi, körüğe benzer; eninde sonunda maşeri vicdanı yaralayanları bağrından söker atar. Ve bir gün hadiselerin iç yüzü daha net bir şekilde görülür. Gürültü kopararak ve ilgisi olmayan insanlara suç atarak günü kurtarmaya yeltenenlerin foyası er ya da geç gün yüzüne çıkar. Sabırlı olmak, üsluptaki kıvamı korumak zorundayız. Varsın binbir çeşit maske takarak yol aldığını sananlar, biraz daha oyalasın masum kitleleri. Nasıl olsa bir gün şahsi menfaati uğruna etrafı aleve boğanlarla istiğna içinde yaşayıp dünyayı elinin tersiyle itenler arasındaki fark daha net anlaşılacak. O anlama süreci dil ve üslupla başlayacak; maskeler düşüp hakaretler havada uçuştukça yaralı gönüllerin ahı tutacak. Bundan emin olun; tarih şahittir zira...
Ananas ve tesbih gerçeği
Bir ‘ananas’tır tutturmuş gidiyorlardı. Meydanlarda, salonlarda bağıra çağıra konuşanlar ananasa esrarengiz manalar yüklemeye kalktı. Birileri bunun bilmem kaç kilo elmas olduğunu bile söyledi. Sanırsınız elmas manavda kilo kilo satılıyor. Aynaya bakıp konuşmanın, herkesi kendi gibi sanmanın, sıkıntısını yaşadı birileri. Ananasa mana veremeyince bu sefer de esrarengiz bir mecraya yaymak istediler. Şifre, kod gibi yakıştırmalar art arda sıralandı. Telefonda ananas diyen ve Uganda’da iş yapmak isteyen işadamlarına yardımcı olmak için çırpınan kişi ortaya çıktı, “Ben Uganda fahri konsolosuyum, bu ananas sadece ananastır; bundan mana çıkaranlar hata yapıyor.” dedi; lakin bir zümre yalan yanlış yorumlara devam etti.
Ananas palavrası birkaç gün önce çöktü ve kara propaganda yapanların üzerine yıkıldı. Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü Bülent Arınç, bir televizyona çıktı ve Uganda ile ilgili hatıralarını paylaştı. İşadamlarıyla Uganda’ya gidişini ve o ülke tüccarları ile iş bağlantısı yapıldığını, bunun da TUSKON vasıtasıyla gerçekleştirildiğini ifade etti. Ve ekledi: “Ananası da Uganda’yı da dile dolamayın…”
Demek ki neymiş? Ananas gerçekten ananastır ve rafine de gerçekten rafineridir. Türkiye’miz büyüsün diye kurulmuş sivil toplum kuruluşları da büyük bir hizmet yapmaktadır. Hal bu kadar açık olunca imalı ithamlarda bulunmak hem ayıptır hem günahtır; tabii ayıp ve günah sizin için hâlâ bir mana ifade ediyorsa...
Şimdi de tesbihi diline doluyor birileri. O da şifreymiş. Evet, yüzlerce yıldır zikrullahın şifresidir o; villaların, katların, yatların değil...
Hangi Yüce Divan?
Hafta içinde bazı köşe yazarları Sabah, Takvim ve ATV’nin satış işlemi ile ilgili ağır yazılar kaleme aldı. Sebebi, internete düşen bazı ses kayıtları. Dava dosyalarına girmiş o kayıtlara bakılırsa bu gazete ve kanalın satış işlemi bizzat Başbakan’ın emriyle ve bir bakanın talimatıyla yapılmış. Bu somut iddiaların yalanlanmasını arzu ettim; ancak maalesef yolsuzluk ve rüşvet iddialarında olduğu gibi konunun içeriğine dair tek bir kelime ile tekzip yapılmadı. Emirle bir medya grubunu satın almak zorunda kalan kişilerden de bir yalanlama yapılmadı. Bu durumda iddianın doğru olduğuna dair şüpheler artıyor. Bir de bu grubun partizan ve saldırgan yayınları dikkate alındığında meselenin ne kadar vahim ve operasyonel olduğu gözler önüne seriliyor. Konu Meclis’e de taşınmış, ancak en küçük bir resmi açıklama yok; ama adı geçen medya grubu her gün illegal dinlemelerle yalan rüzgârına devam ediyor.
Başa dönecek olursam; yukarda özetlediğim manidar tablo karşısında birçok köşe yazarı, “Bu işlem Yüce Divan’da biter.” manasına gelen sözler söylüyor. Verdikleri misal herkesçe malum. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz ile ilgili şöyle bir iddia söz konusuydu: Milliyet Gazetesi’nin satış işlemlerine müdahil oldu, hatta satış işlemini bizzat yönlendirdi, talimatlar verdi. Konu kamuoyuna mal olunca eski başbakan, Yüce Divan’a sevk edildi, orada yargılandı...
Sabah, Takvim ve ATV satışı ile ilgili mahkeme kararıyla yapılan legal dinlemeler gösteriyor ki şu anki iddialar Mesut Yılmaz dönemindekinden daha korkunç. Umuyorum ki Başbakanlık bunu sağlam delillerle bertaraf eder. Ve umuyorum ki gazetecilik açısından pek de değer ifade etmeyen o malum gazeteler yüzünden istenmedik bir durum karşımıza çıkmaz. Her gün onlarca yalan habere imza atarak, illegal dinlemeleri hukukî bir delilmiş gibi halka sunup legal dinlemelerdeki yolsuzluk ve rüşvet iddialarını gizleyenlerin gazetecilik ile değil; olsa olsa tetikçilik ile ilişkisinden söz edilebilir.
Aslında ahirete inananlar için bir “Yüce Divan” var. Öbür âlemde kurulacak o divana hazır olmak her inanan insan için kutsal bir vazifedir. Buradaki divan bir şekilde atlatılabilir; ancak “Hakk’ın Divanı”na varınca yalan yazıların, çarpıtılmış yorumların, kurulmuş komploların, hakarete varan lafların hesabı tek tek görülür. Esas olan da odur..
Yazının tamamı için tıklayınız
Görünen o ki ‘örgüt’ telkini üzerinden yargıya baskı yapılacak ve belki uydurma davalar açılacak. Eski Ergenekonculardan alınan akıl ve taktikle bir yandan Camia sindirilmek istenecek öbür yandan da yolsuzluk ve rüşvet iddiaları örtbas edilecek. Hal böyle olunca ne seviyeli dil kalıyor ortada ne de rahmete, şefkate dayalı din. Yalanı mubah gören, iftirayı vazife sayan, hırsızlık ve rüşveti aklayan, çalıp çırpmaya fetva devşiren, masum insanları sürekli karalayan medyadan seviye beklemek mümkün mü?
Maalesef bazıları seviyesizlik sınırını çoktan aştı. Bir kısım kalemşorların (ve siyasilerin) ağzı ile kulağı arasındaki uzaklık, yeryüzü ile gökyüzü arasındaki mesafe kadar açıldı. Çok bağıran ve sürekli bağıran, kendini haklı sanıyor. Etrafta bu kadar goygoycu da olunca kendini beğenen, kendine hayran; hatta kendine tapınan tipler türüyor. Allah akıbetlerini hayır etsin; ancak, söylemek zorundayız ki, bu üslupsuz salvoların sonu tarih boyunca hep hazin olmuştur; zira O, imhal eder (mühlet verir) amma asla ihmal etmez...
Ne kadar da çok maskeli adam varmış memlekette. Ve o maskenin gerisinde ne kadar perdelenmiş kin ve nefret barınıyormuş. Bilemedik. Üç günlük dünyanın şan u şöhreti, mal u mülkü uğruna bu kadar kirli bir dil kullanılabileceğini tahmin edemedik. Yaşananlar gösterdi ki bazı kişiler öteden beri maskeli bir iletişim yolunu tercih etmiş. İçlerinde biriktirdikleri kin ve öfke ile gülücükler dağıtan maskeleri arasındaki korkunç tenakuz her geçen gün biraz daha belirgin hale geliyor. Yazık ki ne yazık!
Nereden bilebilirsiniz ki daha düne kadar tekrar ber tekrar “Ben Rabb’ime söz verdim, alnı secdeli insanlar benim zamanımda zarar görmeyecek.” diyen birisi, alnı secdeli insanların ‘kökünü kurutma’ kararı almış olsun. Nereden bilebilirsiniz ki Türkiye’nin daha yaşanır bir ülke ve huzur adacığı haline gelmesi için demokratik bir şehrahta kol kola yürüdüğü bir kitleye karşı ‘insan kaynaklarını kurutma’ kararı almış olsun. Nereden bilebilirsiniz ki din, dil, ırk farkı gözetmeksizin hep birlikte huzurla yaşamak uğruna heyecanla desteklediğiniz kişiler bazı ayıplarını kapatmak için hakkınızda yalan, hakaret, iftira gibi yollara tevessül edecek...
Tarihin her döneminde anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar yaşanmıştır; ama ihtilafların rahmete dönüşebilmesi için nezaket ve nezahet çerçevesi hep korunmuştur. Korunmalıdır da. Herkesin aynı pencereden bakması da mümkün değil, aynı görüntü ile büyülenmesi de. Düşünce farklılığını içine sindiremeyen, demokrasiden de bahsedemez, insan haklarından da. Her farklı düşünceyi ‘ihanet, çete, paralel…’ gibi yaftalamaya kalkışırsanız hem ülkeye zarar verirsiniz hem kendinize. Ülkeye zarar verirsiniz; çünkü inşa ettiğiniz nefret dili toplumda ayrışmalara, kutuplaşmalara neden olur. Kendinize zarar verirsiniz; çünkü anlamsız suçlamaları (paralel devlet gibi) bir gün birileri de size, ailenize, çekirdek kadronuza yöneltir. Devlet denen aygıtı hor kullanıp hukukun üstünlüğünü ayaklar altına alırsanız adalet biter zulüm başlar. Ve her zulüm gelir bir gün zalimi vurur.
Ne yazık ki bugün öfke patlamasına maruz kalmış bazı kişiler yarınları hesaba hiç katmıyor. O yüzden de ağzından çıkanı kulağı duymuyor, yazdığını okumuyor, gelecek nesillerin tarih huzurunda kendilerini nasıl yargılayacağına kafa yormuyor. Her gün birileri türüyor, mikrofonu kaptığı gibi kendinden geçiyor, ekranlarda boy gösteriyor, sanal âlemde hakaretamiz laflar geveliyor...
Hangi birini yazacaksın! Maskesine bakınca adamı entelektüel birisi sanırsın. Yıllardır kendine öyle bir hava vermiş, öyle bir eda ile dolaşmış. Nerden bileceksin ki bir gün bir piyango çıkacak adamın karşısına ve maskesi bir anda düşüverecek. Bir hitabet bin kıyamet! Mikrofon şehveti ile papyon şöhreti bir araya gelince insanlara hakaret savurmak hangi irtifa kaybının feci neticesidir acep! Külhanbeyi ağzıyla sarf edilen hakaretlere aynıyla hatta birkaç misliyle cevap vermek tabii ki mümkün; ama yazık olmaz mı bu güzel ülkeye? Üslupsuzluk bir üslup haline gelirse cinnetin önüne geçmek mümkün olmaz ki! Unutmamak gerekir ki haddini aşan her kelime, tarihe ve mahşere emanet ediliyor. Kişiler haklarını helal etse bile mukaddes bir davanın hakkına tecavüz edildiği için hesap kapanmaz.
Ye’se kapılmaya gerek yok. Bu ülke, tıpkı Peygam-berimiz’in (sas), Medine hakkında dediği gibi, körüğe benzer; eninde sonunda maşeri vicdanı yaralayanları bağrından söker atar. Ve bir gün hadiselerin iç yüzü daha net bir şekilde görülür. Gürültü kopararak ve ilgisi olmayan insanlara suç atarak günü kurtarmaya yeltenenlerin foyası er ya da geç gün yüzüne çıkar. Sabırlı olmak, üsluptaki kıvamı korumak zorundayız. Varsın binbir çeşit maske takarak yol aldığını sananlar, biraz daha oyalasın masum kitleleri. Nasıl olsa bir gün şahsi menfaati uğruna etrafı aleve boğanlarla istiğna içinde yaşayıp dünyayı elinin tersiyle itenler arasındaki fark daha net anlaşılacak. O anlama süreci dil ve üslupla başlayacak; maskeler düşüp hakaretler havada uçuştukça yaralı gönüllerin ahı tutacak. Bundan emin olun; tarih şahittir zira...
Ananas ve tesbih gerçeği
Bir ‘ananas’tır tutturmuş gidiyorlardı. Meydanlarda, salonlarda bağıra çağıra konuşanlar ananasa esrarengiz manalar yüklemeye kalktı. Birileri bunun bilmem kaç kilo elmas olduğunu bile söyledi. Sanırsınız elmas manavda kilo kilo satılıyor. Aynaya bakıp konuşmanın, herkesi kendi gibi sanmanın, sıkıntısını yaşadı birileri. Ananasa mana veremeyince bu sefer de esrarengiz bir mecraya yaymak istediler. Şifre, kod gibi yakıştırmalar art arda sıralandı. Telefonda ananas diyen ve Uganda’da iş yapmak isteyen işadamlarına yardımcı olmak için çırpınan kişi ortaya çıktı, “Ben Uganda fahri konsolosuyum, bu ananas sadece ananastır; bundan mana çıkaranlar hata yapıyor.” dedi; lakin bir zümre yalan yanlış yorumlara devam etti.
Ananas palavrası birkaç gün önce çöktü ve kara propaganda yapanların üzerine yıkıldı. Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü Bülent Arınç, bir televizyona çıktı ve Uganda ile ilgili hatıralarını paylaştı. İşadamlarıyla Uganda’ya gidişini ve o ülke tüccarları ile iş bağlantısı yapıldığını, bunun da TUSKON vasıtasıyla gerçekleştirildiğini ifade etti. Ve ekledi: “Ananası da Uganda’yı da dile dolamayın…”
Demek ki neymiş? Ananas gerçekten ananastır ve rafine de gerçekten rafineridir. Türkiye’miz büyüsün diye kurulmuş sivil toplum kuruluşları da büyük bir hizmet yapmaktadır. Hal bu kadar açık olunca imalı ithamlarda bulunmak hem ayıptır hem günahtır; tabii ayıp ve günah sizin için hâlâ bir mana ifade ediyorsa...
Şimdi de tesbihi diline doluyor birileri. O da şifreymiş. Evet, yüzlerce yıldır zikrullahın şifresidir o; villaların, katların, yatların değil...
Hangi Yüce Divan?
Hafta içinde bazı köşe yazarları Sabah, Takvim ve ATV’nin satış işlemi ile ilgili ağır yazılar kaleme aldı. Sebebi, internete düşen bazı ses kayıtları. Dava dosyalarına girmiş o kayıtlara bakılırsa bu gazete ve kanalın satış işlemi bizzat Başbakan’ın emriyle ve bir bakanın talimatıyla yapılmış. Bu somut iddiaların yalanlanmasını arzu ettim; ancak maalesef yolsuzluk ve rüşvet iddialarında olduğu gibi konunun içeriğine dair tek bir kelime ile tekzip yapılmadı. Emirle bir medya grubunu satın almak zorunda kalan kişilerden de bir yalanlama yapılmadı. Bu durumda iddianın doğru olduğuna dair şüpheler artıyor. Bir de bu grubun partizan ve saldırgan yayınları dikkate alındığında meselenin ne kadar vahim ve operasyonel olduğu gözler önüne seriliyor. Konu Meclis’e de taşınmış, ancak en küçük bir resmi açıklama yok; ama adı geçen medya grubu her gün illegal dinlemelerle yalan rüzgârına devam ediyor.
Başa dönecek olursam; yukarda özetlediğim manidar tablo karşısında birçok köşe yazarı, “Bu işlem Yüce Divan’da biter.” manasına gelen sözler söylüyor. Verdikleri misal herkesçe malum. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz ile ilgili şöyle bir iddia söz konusuydu: Milliyet Gazetesi’nin satış işlemlerine müdahil oldu, hatta satış işlemini bizzat yönlendirdi, talimatlar verdi. Konu kamuoyuna mal olunca eski başbakan, Yüce Divan’a sevk edildi, orada yargılandı...
Sabah, Takvim ve ATV satışı ile ilgili mahkeme kararıyla yapılan legal dinlemeler gösteriyor ki şu anki iddialar Mesut Yılmaz dönemindekinden daha korkunç. Umuyorum ki Başbakanlık bunu sağlam delillerle bertaraf eder. Ve umuyorum ki gazetecilik açısından pek de değer ifade etmeyen o malum gazeteler yüzünden istenmedik bir durum karşımıza çıkmaz. Her gün onlarca yalan habere imza atarak, illegal dinlemeleri hukukî bir delilmiş gibi halka sunup legal dinlemelerdeki yolsuzluk ve rüşvet iddialarını gizleyenlerin gazetecilik ile değil; olsa olsa tetikçilik ile ilişkisinden söz edilebilir.
Aslında ahirete inananlar için bir “Yüce Divan” var. Öbür âlemde kurulacak o divana hazır olmak her inanan insan için kutsal bir vazifedir. Buradaki divan bir şekilde atlatılabilir; ancak “Hakk’ın Divanı”na varınca yalan yazıların, çarpıtılmış yorumların, kurulmuş komploların, hakarete varan lafların hesabı tek tek görülür. Esas olan da odur..
Yazının tamamı için tıklayınız