01 Nis 2011 09:29
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:11
''EKREM DUMANLI UZATILAN O ELİ NEDEN YUMRUĞA DÖNÜŞTÜRDÜ?''
"Ben yine de okyanusun ötesiyle yapılan sohbetten sonra uzatılan eli havada bırakmak istemiyorum."
Bir yüzleşme akşamı
MASAYA otururken, aklımdaki soruyu sordum.
“Bu yemeğin parasını kim ödüyor?”
50’ye yakın insan var.
Davetliler, bazı Yargıtay üyeleri, AK Parti milletvekilleri, öğretim üyeleri ve gazetecilerden oluşuyor.
Yemeğin konuşmacısı benim.
Konu, “Medya ve iktidar”.
Soruyu sorunca önce bir sessizlik oluyor. Sonra cevap geliyor.
“Abant Platformu...”
Abant Platformu 18’inci yılını doldurdu.
Başlangıç yıllarında gerçekten Türkiye’de çeşitli görüşten insanı bir araya getirerek çok yararlı tartışmalar yaptılar.
Son yıllarda “Cemaat”le birlikte, çok fazla siyasete bulaştıkları yolunda eleştiriler yapılıyor.
O gece yemekte öğrendiğim bir bilgi şu.
Abant Platformu Yönetim Kurulu’nun 3 üyesi AK Parti’den adaylık için başvurmuş.
Bunların ikisinin bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın isteği üzerine görevinden ayrılıp aday adayı olduğu söyleniyor.
***
Önceki akşam, Fethullah Gülen’e yakın kişilerin oluşturduğu Abant Platformu’nca düzenlenen “Ankara toplantılarından” birinde konuştum.
Platform, yılda 4-5 yemekli toplantı düzenliyormuş.
Bana göre, heyecanlı, tartışmalı, ama son derece medeni bir yemek oldu.
Rahat bir fikir ortamı vardı, ben de dinleyiciler de her şeyi sorduk, konuştuk. Ne tek kelime incitici suçlama vardı, ne de nezaket sınırını aşan bir ifade.
Önce kısa bir konuşma yaptım. Ardından sorular sorulmaya başlandı.
Tahmin edeceğiniz gibi, soruların çoğu, genel yayın yönetmenliğini yaptığım dönemin “Hürriyet”ine aitti.
Soruların bir bölümü “ağır” denilebilecek eleştirilerdi.
Bu platformlarda konuştukça görüyorum ki, toplumun bu kesiminde muazzam, hatta efsaneleşmiş bir “Hürriyet” algılaması var.
Masanın benim tarafımda oturduğunuz zaman görüyor ve biliyorsunuz ki, bunların küçümsenmeyecek bir bölümü kafalardaki önyargılara ve klişelere dayanıyor.
Tabii ki eleştirilerinde haklı, hatta çok haklı oldukları konular var.
Mesela Türkiye’de yükselen “xneofobia”, yani “yabancı düşmanlığını” bile Hürriyet’in yayınlarına bağlıyorlar.
Kendilerine, bazı rakamsal gerçekleri anlattım.
Hürriyet’in günlük satışı 450 bin.
Buna karşılık, hükümete yakın gazetelerden Zaman, Star, Bugün, Yeni Şafak ve Akit her gün abonelik sistemi ile 1.5 milyon gazete dağıtıyor.
Mesela 3 misyonerin öldürüldüğü Malatya’dan bir örnek vereyim.
Bu şehirde satılan Hürriyet gazetesi 850.
Buna karşılık sadece Zaman gazetesinin sayısı 10 bin. (Bunun 120 tanesi bayide satılıyor, gerisi abone sistemi ile dağıtılıyor.)
***
28 Şubat’ta attığım bazı manşetleri eleştirdiler. “Biri hariç hepsini savunurum” dedim.
Bir öğretim üyesi, “Daha 20 yıl savunmak zorunda kalırsınız” deyince şu cevabı verdim:
“Ben 20 yıl savunurum. Ama bugün Ergenekon davasında atılan manşetler de bir 30 yıl boyunca tartışılacak” dedim.
Çünkü bu dönemin daha şimdiden geride bıraktığı “insani hasar”, 28 Şubat’ın çok ötesine geçti.
Önceki akşam bir kere daha gördüm ki, bu tür “yüzleşmeleri” hiç çekinmeden, her platformda yapmalıyız.
Yoksa bu “gladyatörler savaşı” daha epey can yakacak.
Çarşamba uzatılmış el perşembe demir yumruk
TOPLANTININ sonuna doğru, Hüseyin Gülerce’nin o gün Zaman Gazetesi’nde yazdığı yazıdan bir bölümü okudum.
Gülerce, Fethullah Hoca ile sohbet etmiş, onun görüşlerini aktarıyor:
Gülen, son günlerde “Cemaat” hakkında giderek artan eleştirilerle ilgili olarak şunu diyor:
“Biraz da kendimize bakmamız lazım. Acaba bizim usul hatalarımız, üslup hatalarımız mı var? O insanları ‘karşı cephe’ olarak görmemizden mi kaynaklanıyor? Bunları düşünmeden, bir yönüyle kendimizle yüzleşmeden, kendimizi sorgulamadan, hemen insanları, kabahatlerinin mahkûmları haline getirmek doğru değil.”
Gülerce bu sözleri aktardıktan sonra, bir diyalog çağrısı yapıyor ve “Bize irşat adına elini uzatan insanların elini öperiz, çok rahatlıkla” diyor.
Yazının bu bölümlerini okudum ve devam ettim:
“İşte elim. Uzatıyorum. Bizde öpmek yok, sıkmak kafi. Bundan iki ay önce yumruk sıkıp, medya tasfiyelerinden söz edilirken, şimdi açılmış bir elin uzatılmasını ziyadesiyle önemsiyorum.”
Gülerce’nin o yazısının masadakilerce de tasvip edildiğini gözlemledim.
Türkiye’nin bu duygulara gerçekten ihtiyacı var. Ama Türkiye’den daha çok Gülen cemaatinin ihtiyacı var.
Eyüp Can geçenlerde kitap silme ve yazarları tutuklama kararları için, “Kraldan fazla kralcılar var” demişti.
Ben de “Kralcılar böyle abuk sabuk işler yapıyorsa, kralın da çıkıp birkaç laf etmesi gerekmez mi” demiştim.
Nitekim Gülen, “kraldan fazla kralcılara” mesajını verdi.
Ancak ertesi gün Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın yazısı Gülerce’ninkinden hayli farklı bir üsluptaydı.
Dumanlı, neredeyse Ergenekon davasını eleştiren herkesi “kara propaganda” yapmakla suçluyordu ve bu medyanın “düzeltilmesinden” söz ediyordu.
Bana sanki, bir gün önce uzatılan el tekrar yumruğa dönmüş gibi geldi.
Acaba 24 saat içinde bir şeyler mi oldu ki, Dumanlı böyle bir yazı yazdı?
Bilmiyorum.
Ben yine de okyanusun ötesiyle yapılan sohbetten sonra uzatılan eli havada bırakmak istemiyorum.
Ertuğrul ÖZKÖK / HÜRRİYET
MASAYA otururken, aklımdaki soruyu sordum.
“Bu yemeğin parasını kim ödüyor?”
50’ye yakın insan var.
Davetliler, bazı Yargıtay üyeleri, AK Parti milletvekilleri, öğretim üyeleri ve gazetecilerden oluşuyor.
Yemeğin konuşmacısı benim.
Konu, “Medya ve iktidar”.
Soruyu sorunca önce bir sessizlik oluyor. Sonra cevap geliyor.
“Abant Platformu...”
Abant Platformu 18’inci yılını doldurdu.
Başlangıç yıllarında gerçekten Türkiye’de çeşitli görüşten insanı bir araya getirerek çok yararlı tartışmalar yaptılar.
Son yıllarda “Cemaat”le birlikte, çok fazla siyasete bulaştıkları yolunda eleştiriler yapılıyor.
O gece yemekte öğrendiğim bir bilgi şu.
Abant Platformu Yönetim Kurulu’nun 3 üyesi AK Parti’den adaylık için başvurmuş.
Bunların ikisinin bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın isteği üzerine görevinden ayrılıp aday adayı olduğu söyleniyor.
***
Önceki akşam, Fethullah Gülen’e yakın kişilerin oluşturduğu Abant Platformu’nca düzenlenen “Ankara toplantılarından” birinde konuştum.
Platform, yılda 4-5 yemekli toplantı düzenliyormuş.
Bana göre, heyecanlı, tartışmalı, ama son derece medeni bir yemek oldu.
Rahat bir fikir ortamı vardı, ben de dinleyiciler de her şeyi sorduk, konuştuk. Ne tek kelime incitici suçlama vardı, ne de nezaket sınırını aşan bir ifade.
Önce kısa bir konuşma yaptım. Ardından sorular sorulmaya başlandı.
Tahmin edeceğiniz gibi, soruların çoğu, genel yayın yönetmenliğini yaptığım dönemin “Hürriyet”ine aitti.
Soruların bir bölümü “ağır” denilebilecek eleştirilerdi.
Bu platformlarda konuştukça görüyorum ki, toplumun bu kesiminde muazzam, hatta efsaneleşmiş bir “Hürriyet” algılaması var.
Masanın benim tarafımda oturduğunuz zaman görüyor ve biliyorsunuz ki, bunların küçümsenmeyecek bir bölümü kafalardaki önyargılara ve klişelere dayanıyor.
Tabii ki eleştirilerinde haklı, hatta çok haklı oldukları konular var.
Mesela Türkiye’de yükselen “xneofobia”, yani “yabancı düşmanlığını” bile Hürriyet’in yayınlarına bağlıyorlar.
Kendilerine, bazı rakamsal gerçekleri anlattım.
Hürriyet’in günlük satışı 450 bin.
Buna karşılık, hükümete yakın gazetelerden Zaman, Star, Bugün, Yeni Şafak ve Akit her gün abonelik sistemi ile 1.5 milyon gazete dağıtıyor.
Mesela 3 misyonerin öldürüldüğü Malatya’dan bir örnek vereyim.
Bu şehirde satılan Hürriyet gazetesi 850.
Buna karşılık sadece Zaman gazetesinin sayısı 10 bin. (Bunun 120 tanesi bayide satılıyor, gerisi abone sistemi ile dağıtılıyor.)
***
28 Şubat’ta attığım bazı manşetleri eleştirdiler. “Biri hariç hepsini savunurum” dedim.
Bir öğretim üyesi, “Daha 20 yıl savunmak zorunda kalırsınız” deyince şu cevabı verdim:
“Ben 20 yıl savunurum. Ama bugün Ergenekon davasında atılan manşetler de bir 30 yıl boyunca tartışılacak” dedim.
Çünkü bu dönemin daha şimdiden geride bıraktığı “insani hasar”, 28 Şubat’ın çok ötesine geçti.
Önceki akşam bir kere daha gördüm ki, bu tür “yüzleşmeleri” hiç çekinmeden, her platformda yapmalıyız.
Yoksa bu “gladyatörler savaşı” daha epey can yakacak.
Çarşamba uzatılmış el perşembe demir yumruk
TOPLANTININ sonuna doğru, Hüseyin Gülerce’nin o gün Zaman Gazetesi’nde yazdığı yazıdan bir bölümü okudum.
Gülerce, Fethullah Hoca ile sohbet etmiş, onun görüşlerini aktarıyor:
Gülen, son günlerde “Cemaat” hakkında giderek artan eleştirilerle ilgili olarak şunu diyor:
“Biraz da kendimize bakmamız lazım. Acaba bizim usul hatalarımız, üslup hatalarımız mı var? O insanları ‘karşı cephe’ olarak görmemizden mi kaynaklanıyor? Bunları düşünmeden, bir yönüyle kendimizle yüzleşmeden, kendimizi sorgulamadan, hemen insanları, kabahatlerinin mahkûmları haline getirmek doğru değil.”
Gülerce bu sözleri aktardıktan sonra, bir diyalog çağrısı yapıyor ve “Bize irşat adına elini uzatan insanların elini öperiz, çok rahatlıkla” diyor.
Yazının bu bölümlerini okudum ve devam ettim:
“İşte elim. Uzatıyorum. Bizde öpmek yok, sıkmak kafi. Bundan iki ay önce yumruk sıkıp, medya tasfiyelerinden söz edilirken, şimdi açılmış bir elin uzatılmasını ziyadesiyle önemsiyorum.”
Gülerce’nin o yazısının masadakilerce de tasvip edildiğini gözlemledim.
Türkiye’nin bu duygulara gerçekten ihtiyacı var. Ama Türkiye’den daha çok Gülen cemaatinin ihtiyacı var.
Eyüp Can geçenlerde kitap silme ve yazarları tutuklama kararları için, “Kraldan fazla kralcılar var” demişti.
Ben de “Kralcılar böyle abuk sabuk işler yapıyorsa, kralın da çıkıp birkaç laf etmesi gerekmez mi” demiştim.
Nitekim Gülen, “kraldan fazla kralcılara” mesajını verdi.
Ancak ertesi gün Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın yazısı Gülerce’ninkinden hayli farklı bir üsluptaydı.
Dumanlı, neredeyse Ergenekon davasını eleştiren herkesi “kara propaganda” yapmakla suçluyordu ve bu medyanın “düzeltilmesinden” söz ediyordu.
Bana sanki, bir gün önce uzatılan el tekrar yumruğa dönmüş gibi geldi.
Acaba 24 saat içinde bir şeyler mi oldu ki, Dumanlı böyle bir yazı yazdı?
Bilmiyorum.
Ben yine de okyanusun ötesiyle yapılan sohbetten sonra uzatılan eli havada bırakmak istemiyorum.
Ertuğrul ÖZKÖK / HÜRRİYET