10 Tem 2016 15:19 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 21:22

Edebiyatçı Murat Menteş: "İktidar, gençlere ‘trol’ rolü veriyor, sosyal medyada muhaliflere hakaret etme işi"

Yazar Murat Menteş, Hürriyet'ten Ayşe Arman'a çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Yazar Murat Menteş, 45 kişinin hayatını kaybettiği ve yaklaşık 300 kişinin yaralandığı Atatürk Havalimanı'ndaki saldırının ardından Osmangazi Köprüsü'nün açılışında Başbakan Binali Yıldırım'ın "Burada bayram havası yaşıyoruz" sözlerini kullanmasını "Lider alkışlıyor, halk göbek atıyor. Siyasetçiler, Türkiye’nin duygularını anlayamıyor. Çocuğu ölmüş birinden, köprü yapıldı diye sevinmesini bekliyorlar!" diyerek eleştirdi. Menteş, "İletişim kurmayı, empati yapmayı öğrenmeliyiz" diyerek, "Korku kültürünü aşmak için, erkeklerin, kadınlara işleri devretmesi gerekiyor. Bizim çok sayıda ‘Anatürk’e ihtiyacımız var" ifadelerini kullandı.

Yazar Murat Menteş'in Hürriyet gazetesinin bugünkü (10 Temmuz 2016) nüshasında yayımlanan Ayşe Arman'a verdiği yazılı söyleşi şöyle:

Bir bayram daha bitti. Sence bayramları nasıl kutlamalıyız?

- Tüm bayramları, özel günleri, hep birlikte, kimseyi dışlamadan kutlamalıyız...

Dini bayram-milli bayram ayırmıyor musun?

- Bence her bayramın, keşfe değer bir manası var. 23 Nisan, İstiklal Savaşı şehitlerinden geriye kalan yetimleri milletçe sahiplenmemiz mesela. Sevinç, neşe, paylaşma, merhamet, şefkat... Bu duyguları ideolojiye nasıl endeksleriz? Endeksleyemeyiz! Dolayısıyla dini-milli ayrımı yapmadan, her bayramı neşeyle kutlamalıyız.

Bu bayramı nasıl değerlendirirsin?

- Valla, neredeyse değerlendiremeyeceğim. İnanılmaz şeyler oldu. Oruç tutmayanlar dövüldü. Bombalarla insanlarımız öldürüldü. İsrail’le anlaştık. Gazze yeniden bombalandı. Hz. Muhammet’in kabrinin önünde bomba patladı. Suriyeli yoksullar, iftar sofralarına alınmadı. Fukaralar, iftar çadırları önünde saatlerce kuyrukta bekledi. Gençlerimiz vuruldu, şehit oldu... Ve... “Mutlu bayramlar!” dendi. Bu, biraz tuhaf değil mi? Benim sokağımda çocuklar çatapat, kızkaçıran patlatırken “Allahü ekber!” diye haykırıyorlardı...

Ben bu bayramı Yahudi arkadaşlarımla geçirdim, sosyal medyadan isimlerinin Türk isimleri olmadığı görenler, “Ne o Yahudilerle mi arkadaşsın!” diye yazdılar...

- Ben “Başka dinlerden olanların dini bayramları da kutlanmalı” diyorum. Onlarda da birlikte olmalıyız. Çünkü bizim tek ortak paydamız, dindaşlık değil. Komşuluk, insanlık gibi paydalarımız da var. Bunları hiçe sayamayız. Yaşam tarzı, kültür birliği olmadan da duygu birliği kurulabilir. Aksi takdirde, sana benzemeyenleri düşman bellersin. Buna da “Hak ile batılın mücadelesi” dersin. Boş lafla, haklı çıkmaya çalışırsın. Hiç olmadığı kadar derin bir ötekileştirme yaşanıyor ülkede...

Bir Müslüman, Paskalya’da ne yapabilir ki?

- “Sevgili komşum bayramın kutlu olsun, sevincin artsın” diyebilir. Ne var yani. İlle de yumurta boyaması gerekmiyor! Her bayrama bizzat ev sahipliği yapamayız. Bir Katolik de gelip bizimle ortak kurban kesecek değil. Bize iyi bayramlar diler. Biz de ona ikramda bulunuruz...

Sevgililer Günü, Anneler Günü, Kabotaj Bayramı, hepsini kutlamaktan yanasın yani?

- Temel ilke şu: Her sevinci, herkese açık tutalım. Kimsenin de bayramını kutlamasına çomak sokmayalım. Tanışalım, kaynaşalım, hikâyelerimizi anlatalım, dinleyelim. Yoksa her gün aynı lideri, aynı şeyhi, patronu dinleyip onun emrine uymak, bizi katılaştırır, bağnazlaştırır.

Bu kadar basit mi?

- Evet. Basitliği fazla basite almayalım!

"Her alanda kutuplaşma sadece siyasi değil"

Sadece siyasi alanda mı kutuplaşma mı var?


Hayır. Edebiyatçılar, sinemacılar, müzisyenler, gazeteciler, hukukçular birbirleriyle barışık mı? Hayır. Birbirlerinin eserlerine ilgi duyuyorlar mı? Hayır. Siyasi kutuplaşmadan bahsedenler, kendi ideolojik saplantılarını göremiyorlar...

"Sadece ezilenler değil ezenler de mutsuz"

“Korku kültürü tüm sorunlarımızın sebebi” derken neyi kastediyorsun?


- İnsanlar, korkuyu saygı sanıyorlar. Halbuki, Dostoyevski, “İnsan, korktuğu birine asla saygı duyamaz” der. Bizim yaşam kültürümüzün temelinde özgüven eksikliği ve değersizlik duygusu var. Burada ezenler ve ezilenler var. Fakat ezilenler isyan etmiyor. Aksine, ezenlerden özür diliyor, hatta onlara teşekkür ediyor.

Sence neden?

- Çünkü ezilenlerin çoğunluğunda gurur, özgüven ve “Ben önemliyim” duygusu yok. İki taraf için de tek değer ‘güç’. Yani iktidar, para, mevki, makam... Ezilenler, “Hayır” demeyi bilmiyor. Dolayısıyla “Evet” demelerinin de bir anlamı yok. Bu nedenle kolayca harcanıyor, aşağılanıyor ve suçlanıyorlar.

Peki sence ezenlerin özgüveni yerinde mi?

- Hayır, bence onlarda da özgüven eksik! Ezenler de korkuyor. Bu nedenle iktidara, koltuğa dört elle sarılıyorlar. Eğer gücü kaybederlerse, bir hiç olacaklarını düşünüyorlar. Haklı olarak. Asla istifa edemiyorlar. Hatayı, kusuru, suçu hep başkasında görüyorlar. Çok cevvaller ama medeni cesaretleri hiç yok...

Güçlüler de mutsuz, öyle mi?

- Hem de nasıl! Bizim ‘büyük adam’ dediğimiz kimselerin de çocukluğu berbat geçmiş. Onlar da eşlerine ve çocuklarına ulaşamıyor. Onlar da kendilerine birçok şeyi itiraf edemiyor. Onlar da rol yapıyor...

"Çocuğu ölmüş birinden köprü yapıldı diye sevinmesini bekliyorlar!"

Bu ülkedeki bunca şiddetin kaynağı ne?


- Bence şiddetin üç çeşidi var: Fiziksel, sözlü ve psikolojik. Biz, Türkiye’de şiddete maruz kalmadan bir gün bile geçiremiyoruz! Saldırı, taciz, küfür, hakaret, tehdit, şantaj veya psikolojik baskıya uğramamak için nereye kaçacağımızı şaşırdık! Memlekette bereket kalmadı.

Peki iktidar, şiddet uyguluyor mu?

- Gerçek iktidar, meseleleri şiddete başvurmadan, konuşarak çözebilme yetkinliğidir. Kaba, çıkarcı, istismarcı, sinsi, şüpheci ve keyfi bir şekilde davranan iktidar, gerçek iktidar değildir. Tedaviye muhtaç bir hastadır.

Ne olmalı? N’apmalıyız? Çözüm ne?

- İnsanın, canın, zamanın değerini kavramalıyız. İletişim kurmayı, empati yapmayı öğrenmeliyiz. Havalimanında 45 kişi ölmüş, 300 yaralı var, ertesi gün lider alkışlıyor, halk göbek atıyor. Siyasetçiler, Türkiye’nin duygularını anlayamıyor. Çocuğu ölmüş birinden, köprü yapıldı diye sevinmesini bekliyorlar!

Empati kurma yeteneğimizi mi kaybettik?

- Biz öyle bir haldeyiz ki, çoğu kimse, çocuğu hakkında bile şöyle düşünüyor: “Harçlık veriyorum, iyi okula yolluyorum. Yediği önünde, yemediği arkasında. Daha ne istiyor?” Çocuğun onuru, merakı, hevesi, heyecanı, sorusu, teklifi, eleştirisi, önerisi, sözü olabileceğini düşünmüyor! Korku kültüründe erkek, eşini ve çocuklarını kendi malı gibi görüyor. Patronlar, çalışanları; siyasetçiler de vatandaşları kendi malı sanıyor.

Sorun erkeklerde mi?

- Valla bence erkeklerin günahı daha çok! Kadınlar, istikbali, ileriyi düşünürler. Seçimleri rasyoneldir. Korku kültürünü aşmak için, erkeklerin, kadınlara işleri devretmesi gerekiyor. Bizim çok sayıda ‘Anatürk’e ihtiyacımız var.

"Otoriteyi itiraz edemezsek hayat biter"

Bizde kimse sorumluluk sahibi değil. Hem de hiçbir konuda. Sorumluluktan kaçıyor, güvenli zannettiğimiz sulara koşuyoruz. Dolayısıyla, hep birilerine bağımlı oluyoruz. Buna da ‘sadakat’ diyoruz. Oysa otoriteye itiraz edemezsek, hayat biter! Uçak kazalarının çoğu pilotaj hatasından olur. Yardımcı pilot, kaptana, “Hata yapıyorsunuz” diyemez, uçak düşer ve hep birlikte ölünür.

"Onurumuzu korumamız gerekiyor"

Türkiye’nin meselesi psikolojik mi yani?


- Evet. Bizi hasta eden bu korku kültürünü sorgulamalıyız. Fakat ben “Türkiye bir tımarhane” diyenlere katılmıyorum. Çünkü tımarhanede insanlar tedavi edilir. Bizde o da yok.

Mutlu olmayı öğrenirsek, gerisi kolay mı?

- Kolaylık veya zorluk önemli değil. Mutluluk da şart değil. Bizim onurumuzu korumamız gerekiyor. Aile, eğitim, iş, politika, trafik, hiçbir alanda insan onuruna öncelik vermiyoruz. Konfor, gösteriş, ihtişam, ‘desinler’ bize yetiyor. Şapkamızı önümüze koyup düşünmeliyiz artık.

Muhammed Ali'den geriye kalan boşluk

Muhammed Ali hakkında, “İnsanlığın sevgisini kazanmış son Müslüman vefat etti” diye yazdın.


- Evet. Tabii ki dünyada iyi işler yapan milyonlarca Müslüman var. Fakat Muhammed Ali, tüm insanlığın sevdiği biriydi. O gidince büyük bir boşluk doğdu. Son maçına 1981’de çıkmıştı. Yani ‘İslam’ın yumruğu’ diye övüp geçemezsin. Onun gidişiyle, insanlığın sevgisini kaybettik.

"İnsani gelişmişlik en önemlisi"

Sence Türkiye nasıl düze çıkacak?


- Bence bir ülkenin yükselmesi üç şeye bağlı: 1) Kişi başına düşen gelir. 2) Sınai, bilimsel, sanatsal, teknolojik ilerlemeler. 3) İnsani gelişmişlik... Bunlardan en önemlisi üçüncüsü.

Kişisel gelişimden yanasın.

- Evet. Manevi ve entelektüel zenginleşmeden yanayım. Kendimizi, parayla değil, okuyarak, öğrenerek, seyahat ederek, merakla, bilgiyle zenginleştirebiliriz ancak. Normal bağlar, denklik ilişkileri kurabilmeliyiz. Ya aşağılıyorsun ya da tapıyorsun. Birbirimizi köleleştirerek veya putlaştırarak insanlıktan çıkarmayalım. Ortasını bul, itidalli ol yani!

"Vatan da sağ olsun evlatlarımız da..."

Peki bugünün siyasi ve toplumsal atmosferinde insani gelişmişliği sağlamak mümkün mü?


- Haklısın zor. Çocuklarımızı, ancak öldüklerinde seviyoruz. Evladın ölünce “Vatan sağolsun” diyorsun. İyi de, o evladı yaşatamayan vatana hiç soru soramayacak mıyız?

Eskiden de hayat, o filmlerdeki gibi değildi...

Ot dergisinde ve Karakarga’da Yeşilçam hakkında yazılar yazdın. Nedir bu Yeşilçam nostaljisi?


- Nostalji değil. Çünkü eskiden de hayat, o filmlerdeki gibi değildi. ‘Bizim Aile’, ‘Neşeli Günler’, ‘Çiçek Abbas’, ‘Oh Olsun’, ‘Karagözlüm’, ‘Beş Milyoncuk Borç Verir misin’, ‘Öyle Olsun’, ‘Bodrum Hâkimi’ gibi filmlerdeki insanlar gerçekte yok. Çiçek Abbas’ın çalışkanlığı, Yeşilçam’ın topluma bir teklifiydi. Önerisiydi. Münir Özkul’un, kızı Hülya Koçyiğit’e gösterdiği anlayış, onun aşkını anlaması, onu mutluluğa teşvik etmesi de bize bir model sunuyordu. “Sen de onu seviyorsun değil mi kızım? Bunda utanılacak bir şey yok. Tabii ki seveceksin!” diyen, kızının aşkına ve duygularına saygı gösteren bir baba. Görmemiz gereken ama bu toplumda göremediğimiz babalar...

"Yeşilçam'da babaya itiraz da yaygındı..."

- Kesinlikle öyle! Ve bunu bize tavsiye ediyordu. Bizim babalarımız iyi insanlardır. Fakat korku ve kaygı kültürü içinde yetiştikleri için, sevgi ve itimat kültürünü inşa edemediler. Bugün Türkiye’nin tüm sorunları, bence bu korku kültüründen kaynaklanıyor. Yeşilçam’da, babaya itiraza defalarca şahit oluruz: ‘Sev Kardeşim’, ‘Bizim Aile’, ‘Sultan’, ‘Oh Olsun’ gibi filmlerdeki babalar genellikle kendi hatalarını görürler.

Peki gerçek hayatta?

- Bence çok nadir. Çünkü biz, kendi hatasını görmeyi teşvik eden bir anlayışa sahip değiliz. İrfanımız kıt!

Sence Yeşilçam’daki bu mesajların kaynağı neydi?

- Sadık Şendil, Bülent Oran, Safa Önal, Erdoğan Tünaş gibi senaristler. Arzu Film ekolü. Ertem Eğilmez, Nahit Ataman gibi yapımcılar. Yavuz Turgul gibi entelektüel yazar-yönetmenler...

"Bir ülkenin siyasetçisi meşhursa, o ülke kötü durumdadır"

İnsanlar bu ülkede model olarak kimleri örnek alıyor?


- Güçlülere, siyasetçilere öykünüyor. Lidere benzemeye çalışan, onun gibi konuşmak, davranmak isteyen çok fazla insan var. Vaziyet patolojik! Ama mesela İhsan Oktay Anar’a veya Şule Gürbüz’e öykünen yok. Yani tek roman cümlesi için, kaçak yaralıların bıraktığı kan izlerinin şekil ve isimlerini inceleyen bir beyefendi. Saatleri tamir eden, ihtimamlı cümleler yazan bir hanımefendi...

Güncel politika konuşmuyorsun artık. Çekiniyor musun?

- Yok canım. Fakat politika, cinsellik ve din hakkında çok konuşuluyorsa problem var demektir. Siyaset kendi sınırlarına çekilmeli. Siyasetin alanı daralıyor, çünkü birey öne çıkıyor artık. Ülkeleri, siyasetçileriyle değil, bilim insanları, sanatçılarıyla tanıyoruz. Bir ülkenin dünyada en meşhur kişisi siyasetçiyse, o ülkede hayat berbat demektir!

"İktidar gençlere trol rolü veriyor"

Peki sen Murat, mutlu musun?


- Tabii ki hayır! Ülkede tüm bunlar yaşanırken nasıl mutlu olunabilir ki?

Gençler hakkında ne diyeceksin?

- İktidar, gençlere ‘trol’ rolü veriyor. Yani kimliğini gizli tutarak, sosyal medyada muhaliflere hakaret etme işi. Bu, beni dehşete düşürüyor. ‘Güçlüler’in gençlere verdiği değer bu mudur yani?

"Yaşamayı, yaşatmayı öğrenmek zorundayız"

Korku kültürünü aşınca neye geçeceğiz?


- Sevgi ve itimat kültürüne tabii ki. Hakikate, gerçeğe ilgi duyacağız. Elbirliği yapacağız. Bayramları birlikte kutlayacağız. Birbirimizin yarasını sarmayı öğreneceğiz. Ötekinin mahvını istemekten, insanları lanetlemekten, başkasının felaketine sevinmekten vazgeçeceğiz. Ve sorumluluk alacağız.

Çok iç açıcı konuşuyorsun, şaşırttın beni...

- Sevgi pıtırcığı, sabah şekeri filan değilim. Fakat eğer durumumuzun farkına varabilirsek, iyileşme sürecini hızlandırabiliriz.

Er geç her şey düzelecek, öyle mi?

- Evet, düzelmezse ölürüz. Birbirimize zulmederek devam edemeyiz. Yaşamayı, yaşatmayı öğrenmek zorundayız. Her gün insanlar ölüyor. Bombalar patlıyor. Ölenlere ‘şehit’ demekle meseleleri çözemeyiz. “Şehitler ölmez” diyorlar ama şehitlerin eşleri dul, çocukları yetim kalıyor. Ayrımcılık yapmadan, düşmansız ve birlik içinde bir hayat kurmalıyız.