Edebiyatçı Murat Menteş: "İktidar, gençlere ‘trol’ rolü veriyor, sosyal medyada muhaliflere hakaret etme işi"
Yazar Murat Menteş, Hürriyet'ten Ayşe Arman'a çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Yazar Murat Menteş, 45 kişinin hayatını kaybettiği ve yaklaşık 300
kişinin yaralandığı Atatürk Havalimanı'ndaki saldırının ardından
Osmangazi Köprüsü'nün açılışında Başbakan Binali Yıldırım'ın
"Burada bayram havası yaşıyoruz" sözlerini kullanmasını "Lider
alkışlıyor, halk göbek atıyor. Siyasetçiler, Türkiye’nin
duygularını anlayamıyor. Çocuğu ölmüş birinden, köprü yapıldı diye
sevinmesini bekliyorlar!" diyerek eleştirdi. Menteş, "İletişim
kurmayı, empati yapmayı öğrenmeliyiz" diyerek, "Korku kültürünü
aşmak için, erkeklerin, kadınlara işleri devretmesi gerekiyor.
Bizim çok sayıda ‘Anatürk’e ihtiyacımız var" ifadelerini
kullandı.
Yazar Murat Menteş'in Hürriyet gazetesinin bugünkü (10 Temmuz 2016)
nüshasında yayımlanan Ayşe Arman'a verdiği yazılı söyleşi
şöyle:
Bir bayram daha bitti. Sence bayramları nasıl
kutlamalıyız?
- Tüm bayramları, özel günleri, hep birlikte, kimseyi dışlamadan
kutlamalıyız...
Dini bayram-milli bayram ayırmıyor musun?
- Bence her bayramın, keşfe değer bir manası var. 23 Nisan,
İstiklal Savaşı şehitlerinden geriye kalan yetimleri milletçe
sahiplenmemiz mesela. Sevinç, neşe, paylaşma, merhamet, şefkat...
Bu duyguları ideolojiye nasıl endeksleriz? Endeksleyemeyiz!
Dolayısıyla dini-milli ayrımı yapmadan, her bayramı neşeyle
kutlamalıyız.
Bu bayramı nasıl değerlendirirsin?
- Valla, neredeyse değerlendiremeyeceğim. İnanılmaz şeyler oldu.
Oruç tutmayanlar dövüldü. Bombalarla insanlarımız öldürüldü.
İsrail’le anlaştık. Gazze yeniden bombalandı. Hz. Muhammet’in
kabrinin önünde bomba patladı. Suriyeli yoksullar, iftar
sofralarına alınmadı. Fukaralar, iftar çadırları önünde saatlerce
kuyrukta bekledi. Gençlerimiz vuruldu, şehit oldu... Ve... “Mutlu
bayramlar!” dendi. Bu, biraz tuhaf değil mi? Benim sokağımda
çocuklar çatapat, kızkaçıran patlatırken “Allahü ekber!” diye
haykırıyorlardı...
Ben bu bayramı Yahudi arkadaşlarımla geçirdim, sosyal
medyadan isimlerinin Türk isimleri olmadığı görenler, “Ne o
Yahudilerle mi arkadaşsın!” diye yazdılar...
- Ben “Başka dinlerden olanların dini bayramları da kutlanmalı”
diyorum. Onlarda da birlikte olmalıyız. Çünkü bizim tek ortak
paydamız, dindaşlık değil. Komşuluk, insanlık gibi paydalarımız da
var. Bunları hiçe sayamayız. Yaşam tarzı, kültür birliği olmadan da
duygu birliği kurulabilir. Aksi takdirde, sana benzemeyenleri
düşman bellersin. Buna da “Hak ile batılın mücadelesi” dersin. Boş
lafla, haklı çıkmaya çalışırsın. Hiç olmadığı kadar derin bir
ötekileştirme yaşanıyor ülkede...
Bir Müslüman, Paskalya’da ne yapabilir ki?
- “Sevgili komşum bayramın kutlu olsun, sevincin artsın” diyebilir.
Ne var yani. İlle de yumurta boyaması gerekmiyor! Her bayrama
bizzat ev sahipliği yapamayız. Bir Katolik de gelip bizimle ortak
kurban kesecek değil. Bize iyi bayramlar diler. Biz de ona ikramda
bulunuruz...
Sevgililer Günü, Anneler Günü, Kabotaj Bayramı, hepsini
kutlamaktan yanasın yani?
- Temel ilke şu: Her sevinci, herkese açık tutalım. Kimsenin de
bayramını kutlamasına çomak sokmayalım. Tanışalım, kaynaşalım,
hikâyelerimizi anlatalım, dinleyelim. Yoksa her gün aynı lideri,
aynı şeyhi, patronu dinleyip onun emrine uymak, bizi katılaştırır,
bağnazlaştırır.
Bu kadar basit mi?
- Evet. Basitliği fazla basite almayalım!
"Her alanda kutuplaşma sadece siyasi değil"
Sadece siyasi alanda mı kutuplaşma mı var?
Hayır. Edebiyatçılar, sinemacılar, müzisyenler, gazeteciler,
hukukçular birbirleriyle barışık mı? Hayır. Birbirlerinin
eserlerine ilgi duyuyorlar mı? Hayır. Siyasi kutuplaşmadan
bahsedenler, kendi ideolojik saplantılarını göremiyorlar...
"Sadece ezilenler değil ezenler de mutsuz"
“Korku kültürü tüm sorunlarımızın sebebi” derken neyi
kastediyorsun?
- İnsanlar, korkuyu saygı sanıyorlar. Halbuki, Dostoyevski, “İnsan,
korktuğu birine asla saygı duyamaz” der. Bizim yaşam kültürümüzün
temelinde özgüven eksikliği ve değersizlik duygusu var. Burada
ezenler ve ezilenler var. Fakat ezilenler isyan etmiyor. Aksine,
ezenlerden özür diliyor, hatta onlara teşekkür ediyor.
Sence neden?
- Çünkü ezilenlerin çoğunluğunda gurur, özgüven ve “Ben önemliyim”
duygusu yok. İki taraf için de tek değer ‘güç’. Yani iktidar, para,
mevki, makam... Ezilenler, “Hayır” demeyi bilmiyor. Dolayısıyla
“Evet” demelerinin de bir anlamı yok. Bu nedenle kolayca
harcanıyor, aşağılanıyor ve suçlanıyorlar.
Peki sence ezenlerin özgüveni yerinde mi?
- Hayır, bence onlarda da özgüven eksik! Ezenler de korkuyor. Bu
nedenle iktidara, koltuğa dört elle sarılıyorlar. Eğer gücü
kaybederlerse, bir hiç olacaklarını düşünüyorlar. Haklı olarak.
Asla istifa edemiyorlar. Hatayı, kusuru, suçu hep başkasında
görüyorlar. Çok cevvaller ama medeni cesaretleri hiç yok...
Güçlüler de mutsuz, öyle mi?
- Hem de nasıl! Bizim ‘büyük adam’ dediğimiz kimselerin de
çocukluğu berbat geçmiş. Onlar da eşlerine ve çocuklarına
ulaşamıyor. Onlar da kendilerine birçok şeyi itiraf edemiyor. Onlar
da rol yapıyor...
"Çocuğu ölmüş birinden köprü yapıldı diye sevinmesini
bekliyorlar!"
Bu ülkedeki bunca şiddetin kaynağı ne?
- Bence şiddetin üç çeşidi var: Fiziksel, sözlü ve psikolojik. Biz,
Türkiye’de şiddete maruz kalmadan bir gün bile geçiremiyoruz!
Saldırı, taciz, küfür, hakaret, tehdit, şantaj veya psikolojik
baskıya uğramamak için nereye kaçacağımızı şaşırdık! Memlekette
bereket kalmadı.
Peki iktidar, şiddet uyguluyor mu?
- Gerçek iktidar, meseleleri şiddete başvurmadan, konuşarak
çözebilme yetkinliğidir. Kaba, çıkarcı, istismarcı, sinsi, şüpheci
ve keyfi bir şekilde davranan iktidar, gerçek iktidar değildir.
Tedaviye muhtaç bir hastadır.
Ne olmalı? N’apmalıyız? Çözüm ne?
- İnsanın, canın, zamanın değerini kavramalıyız. İletişim kurmayı,
empati yapmayı öğrenmeliyiz. Havalimanında 45 kişi ölmüş, 300
yaralı var, ertesi gün lider alkışlıyor, halk göbek atıyor.
Siyasetçiler, Türkiye’nin duygularını anlayamıyor. Çocuğu ölmüş
birinden, köprü yapıldı diye sevinmesini bekliyorlar!
Empati kurma yeteneğimizi mi kaybettik?
- Biz öyle bir haldeyiz ki, çoğu kimse, çocuğu hakkında bile şöyle
düşünüyor: “Harçlık veriyorum, iyi okula yolluyorum. Yediği önünde,
yemediği arkasında. Daha ne istiyor?” Çocuğun onuru, merakı,
hevesi, heyecanı, sorusu, teklifi, eleştirisi, önerisi, sözü
olabileceğini düşünmüyor! Korku kültüründe erkek, eşini ve
çocuklarını kendi malı gibi görüyor. Patronlar, çalışanları;
siyasetçiler de vatandaşları kendi malı sanıyor.
Sorun erkeklerde mi?
- Valla bence erkeklerin günahı daha çok! Kadınlar, istikbali,
ileriyi düşünürler. Seçimleri rasyoneldir. Korku kültürünü aşmak
için, erkeklerin, kadınlara işleri devretmesi gerekiyor. Bizim çok
sayıda ‘Anatürk’e ihtiyacımız var.
"Otoriteyi itiraz edemezsek hayat biter"
Bizde kimse sorumluluk sahibi değil. Hem de hiçbir konuda.
Sorumluluktan kaçıyor, güvenli zannettiğimiz sulara koşuyoruz.
Dolayısıyla, hep birilerine bağımlı oluyoruz. Buna da ‘sadakat’
diyoruz. Oysa otoriteye itiraz edemezsek, hayat biter! Uçak
kazalarının çoğu pilotaj hatasından olur. Yardımcı pilot, kaptana,
“Hata yapıyorsunuz” diyemez, uçak düşer ve hep birlikte ölünür.
"Onurumuzu korumamız gerekiyor"
Türkiye’nin meselesi psikolojik mi yani?
- Evet. Bizi hasta eden bu korku kültürünü sorgulamalıyız. Fakat
ben “Türkiye bir tımarhane” diyenlere katılmıyorum. Çünkü
tımarhanede insanlar tedavi edilir. Bizde o da yok.
Mutlu olmayı öğrenirsek, gerisi kolay mı?
- Kolaylık veya zorluk önemli değil. Mutluluk da şart değil. Bizim
onurumuzu korumamız gerekiyor. Aile, eğitim, iş, politika, trafik,
hiçbir alanda insan onuruna öncelik vermiyoruz. Konfor, gösteriş,
ihtişam, ‘desinler’ bize yetiyor. Şapkamızı önümüze koyup
düşünmeliyiz artık.
Muhammed Ali'den geriye kalan boşluk
Muhammed Ali hakkında, “İnsanlığın sevgisini kazanmış son Müslüman
vefat etti” diye yazdın.
- Evet. Tabii ki dünyada iyi işler yapan milyonlarca Müslüman var.
Fakat Muhammed Ali, tüm insanlığın sevdiği biriydi. O gidince büyük
bir boşluk doğdu. Son maçına 1981’de çıkmıştı. Yani ‘İslam’ın
yumruğu’ diye övüp geçemezsin. Onun gidişiyle, insanlığın sevgisini
kaybettik.
"İnsani gelişmişlik en önemlisi"
Sence Türkiye nasıl düze çıkacak?
- Bence bir ülkenin yükselmesi üç şeye bağlı: 1) Kişi başına düşen
gelir. 2) Sınai, bilimsel, sanatsal, teknolojik ilerlemeler. 3)
İnsani gelişmişlik... Bunlardan en önemlisi üçüncüsü.
Kişisel gelişimden yanasın.
- Evet. Manevi ve entelektüel zenginleşmeden yanayım. Kendimizi,
parayla değil, okuyarak, öğrenerek, seyahat ederek, merakla,
bilgiyle zenginleştirebiliriz ancak. Normal bağlar, denklik
ilişkileri kurabilmeliyiz. Ya aşağılıyorsun ya da tapıyorsun.
Birbirimizi köleleştirerek veya putlaştırarak insanlıktan
çıkarmayalım. Ortasını bul, itidalli ol yani!
"Vatan da sağ olsun evlatlarımız da..."
Peki bugünün siyasi ve toplumsal atmosferinde insani gelişmişliği
sağlamak mümkün mü?
- Haklısın zor. Çocuklarımızı, ancak öldüklerinde seviyoruz.
Evladın ölünce “Vatan sağolsun” diyorsun. İyi de, o evladı
yaşatamayan vatana hiç soru soramayacak mıyız?
Eskiden de hayat, o filmlerdeki gibi değildi...
Ot dergisinde ve Karakarga’da Yeşilçam hakkında yazılar yazdın.
Nedir bu Yeşilçam nostaljisi?
- Nostalji değil. Çünkü eskiden de hayat, o filmlerdeki gibi
değildi. ‘Bizim Aile’, ‘Neşeli Günler’, ‘Çiçek Abbas’, ‘Oh Olsun’,
‘Karagözlüm’, ‘Beş Milyoncuk Borç Verir misin’, ‘Öyle Olsun’,
‘Bodrum Hâkimi’ gibi filmlerdeki insanlar gerçekte yok. Çiçek
Abbas’ın çalışkanlığı, Yeşilçam’ın topluma bir teklifiydi.
Önerisiydi. Münir Özkul’un, kızı Hülya Koçyiğit’e gösterdiği
anlayış, onun aşkını anlaması, onu mutluluğa teşvik etmesi de bize
bir model sunuyordu. “Sen de onu seviyorsun değil mi kızım? Bunda
utanılacak bir şey yok. Tabii ki seveceksin!” diyen, kızının aşkına
ve duygularına saygı gösteren bir baba. Görmemiz gereken ama bu
toplumda göremediğimiz babalar...
"Yeşilçam'da babaya itiraz da yaygındı..."
- Kesinlikle öyle! Ve bunu bize tavsiye ediyordu. Bizim babalarımız
iyi insanlardır. Fakat korku ve kaygı kültürü içinde yetiştikleri
için, sevgi ve itimat kültürünü inşa edemediler. Bugün Türkiye’nin
tüm sorunları, bence bu korku kültüründen kaynaklanıyor.
Yeşilçam’da, babaya itiraza defalarca şahit oluruz: ‘Sev Kardeşim’,
‘Bizim Aile’, ‘Sultan’, ‘Oh Olsun’ gibi filmlerdeki babalar
genellikle kendi hatalarını görürler.
Peki gerçek hayatta?
- Bence çok nadir. Çünkü biz, kendi hatasını görmeyi teşvik eden
bir anlayışa sahip değiliz. İrfanımız kıt!
Sence Yeşilçam’daki bu mesajların kaynağı
neydi?
- Sadık Şendil, Bülent Oran, Safa Önal, Erdoğan Tünaş gibi
senaristler. Arzu Film ekolü. Ertem Eğilmez, Nahit Ataman gibi
yapımcılar. Yavuz Turgul gibi entelektüel yazar-yönetmenler...
"Bir ülkenin siyasetçisi meşhursa, o ülke kötü
durumdadır"
İnsanlar bu ülkede model olarak kimleri örnek alıyor?
- Güçlülere, siyasetçilere öykünüyor. Lidere benzemeye çalışan,
onun gibi konuşmak, davranmak isteyen çok fazla insan var. Vaziyet
patolojik! Ama mesela İhsan Oktay Anar’a veya Şule Gürbüz’e öykünen
yok. Yani tek roman cümlesi için, kaçak yaralıların bıraktığı kan
izlerinin şekil ve isimlerini inceleyen bir beyefendi. Saatleri
tamir eden, ihtimamlı cümleler yazan bir hanımefendi...
Güncel politika konuşmuyorsun artık. Çekiniyor
musun?
- Yok canım. Fakat politika, cinsellik ve din hakkında çok
konuşuluyorsa problem var demektir. Siyaset kendi sınırlarına
çekilmeli. Siyasetin alanı daralıyor, çünkü birey öne çıkıyor
artık. Ülkeleri, siyasetçileriyle değil, bilim insanları,
sanatçılarıyla tanıyoruz. Bir ülkenin dünyada en meşhur kişisi
siyasetçiyse, o ülkede hayat berbat demektir!
"İktidar gençlere trol rolü veriyor"
Peki sen Murat, mutlu musun?
- Tabii ki hayır! Ülkede tüm bunlar yaşanırken nasıl mutlu
olunabilir ki?
Gençler hakkında ne diyeceksin?
- İktidar, gençlere ‘trol’ rolü veriyor. Yani kimliğini gizli
tutarak, sosyal medyada muhaliflere hakaret etme işi. Bu, beni
dehşete düşürüyor. ‘Güçlüler’in gençlere verdiği değer bu mudur
yani?
"Yaşamayı, yaşatmayı öğrenmek zorundayız"
Korku kültürünü aşınca neye geçeceğiz?
- Sevgi ve itimat kültürüne tabii ki. Hakikate, gerçeğe ilgi
duyacağız. Elbirliği yapacağız. Bayramları birlikte kutlayacağız.
Birbirimizin yarasını sarmayı öğreneceğiz. Ötekinin mahvını
istemekten, insanları lanetlemekten, başkasının felaketine
sevinmekten vazgeçeceğiz. Ve sorumluluk alacağız.
Çok iç açıcı konuşuyorsun, şaşırttın beni...
- Sevgi pıtırcığı, sabah şekeri filan değilim. Fakat eğer
durumumuzun farkına varabilirsek, iyileşme sürecini
hızlandırabiliriz.
Er geç her şey düzelecek, öyle mi?
- Evet, düzelmezse ölürüz. Birbirimize zulmederek devam edemeyiz.
Yaşamayı, yaşatmayı öğrenmek zorundayız. Her gün insanlar ölüyor.
Bombalar patlıyor. Ölenlere ‘şehit’ demekle meseleleri çözemeyiz.
“Şehitler ölmez” diyorlar ama şehitlerin eşleri dul, çocukları
yetim kalıyor. Ayrımcılık yapmadan, düşmansız ve birlik içinde bir
hayat kurmalıyız.