20 Mayıs 2011 17:30
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:22
ECE TEMELKURAN'IN İKİNCİ YARISI! BENJAMİN BUTTON GİBİ OLDUM
''Artık hayatın serseriliğini yapmak istiyorum. Biraz Benjamin Button gibi oldum." Ece Temelkuran ikinci yarısını anlattı.
’’Artık hayatın serseriliğini yapmak istiyorum. Biraz Benjamin Button gibi oldum. Geriye doğru yaşlanıyorum. Eskiden daha ihtiyar seçimlerim vardı. Şimdi gençleşmeye başladım...’’ Ece Temelkuran ikinci yarısını ntvmsnbc’ye anlattı.
’’Türkiye’de acayip bir kutuplaşma var. Ve son bir yıldır fark ettim ki, o kutuplaşma beni eksiltmeye başladı. Giderek daha siyasi şeyler yazmaya başladım. Bunları da yazabilen halime geri dönmek istedim. Bu kitaptaki yazılar insanlara daha yakın olduğumu hissettiğim yazılar…’’
Ece Temelkuran, hayatının ilk yarısını anlattığı yeni kitabı ‘İkinci Yarısı’nı bir anlamda böyle özetliyor. O da ‘yazmasam çıldıracaktım’ diyen yazarlardan ve hangi alanda, ne yazarsa yazsın hep aynı şeyi yapıyor; hayattaki parçaları birleştirmeye, görünmeyenleri, görmezden gelinenleri göstermeye çalışıyor. Köşe yazılarında, romanlarında ve diğer kitaplarında… İkinci Yarısı’nda da durum böyle. Kitaptaki yazılar neyle ilgili olursa olsun; çocukluk anıları, kadın-erkek ilişkilerine dair tespitleri, Türkiye’nin güncel sorunları vs… hepsinde hayatı hakkıyla yaşamayı ve yaşayamamayı dert ediniyor.
’İkinci Yarısı’nda hayatının 35 yılını masaya yatıran Temelkuran’la sohbete kitabın kapağındaki fotoğrafıyla başlıyoruz:
3 yaşımdayım o fotoğrafta. annem çekti fotoğrafı. Fotoğrafla ilgili benim de sonradan fark ettiğim bir şey var. Bu sene at binmeye başladım. Ve şimdi fotoğrafa bakınca 3 yaşıma geri döndüğümü fark ettim. 3 yaşındaki at binen halime ata binerek geri dönüyorum gibi. Atla geri gidiyorum. Kendinin farkında olmadığın, dolayısıyla kendini izlemediğin bir yaş. İçine o acımasız, asabı bozuk gözlerimin yerleşmediği bir zaman. O yüzden atla sadece koşuyorsun. Şimdi atla oraya dönmeye çalışıyorum. Hayata bakmak, kendine bakmadan hayat bakmak yani... Kendini izlemeden, kendini izleyerek sabote etmeden yaşayan halime geri dönmeye çalışıyorum galiba.
Daha çok birinci yarısında olanlara seslenen bir kitap…
Benim için bir kapanış aslında. Kitabın ismi henüz başlanmamış bir kitabın ismi aslında. Anlattığım birinci yarısı. Bir bakımdan da dua; ikinci yarısı, birinci yarısı gibi olmasın diye. (Gülüyor) Daha iyi olsun.
İKİNCİ RESMİ BEN SEÇEYİM…
İkinci yarısı nasıl gidiyor peki?
Ben şimdi daha iyi hissediyorum kendimi. Son bir yıldır. O yaşlar seçtiğini zannettiğin şeyleri yapmaya çalışmakla geçiyor. Sadeleştirme işlemleri 35’ten sonra olmaya başlıyor. Hakikaten, kendi ömrün üzerinden farkına vardığın bir an geliyor. O bilginin, bilincine varıyorsun. Başka türlü yaşamak gerektiğini düşünüyorsun. Yaşayabilir misin yaşayamaz mısın orası bilinmez ama ikinci resmi ben seçeyim diyor insan. Ya da ben öyle hissediyorum.
Peki, ilk yarıyı olumsuzlayan kelimeler neler?
‘Lüzumundan fazla acı’ mesela. Bizi öyle büyüttüler ki ya da ben öyle bir hayat seçtim ki, bir şeylerden keyif almak, haz, günah haline geldi. Sürekli acı çeken insanlarla karşılaştıkça, haz alan bir hayatımın olması büyük bir suçluluk duygusu ve inanılmaz bir vicdan azabı yaratıyordu bende. Şimdi o daha az. Lüzumsuz düzeyde acıyı azaltmak istiyorum. 20’li yaşlarda bu katlanılabilir bir şey. Ama şimdi değil.
İkinci sözcük ‘mucize olabileceğini düşünmek’. İnsan böyle düşünüyor ama mucize olmayacağını anlıyor daha sonra. Neyse o. ‘Ben bambaşka bir şey yapabilirim’ duygusunun seni lüzumsuzca yorduğu zamanlar oluyor birinci yarıda. O bambaşka şeyleri yapmak için o kadar yorulmamak gerektiğini, o kadar yorulduğun şeyin de hiçbir yararı olmayacağını da anlıyor insan.
BENJAMIN BUTTON GİBİ OLDUM
Artık yapmam gereken şeyleri değil, yapmak istediğim şeyleri yapmak istiyorum. Dışarıdan çok şık, havalı, olması gerektiği gibi görünmeyebilir ama artık hayatın serseriliğini yapmak istiyorum. Biraz Benjamin Button gibi oldum. Geriye doğru yaşlanıyorum. Eskiden daha ihtiyar seçimlerim, yaşam biçimlerim vardı. Şimdi daha da gençleşiyorum. Ve bunun doğru olduğunun idrakına vardım. Muz Sesleri’yle başlayan bir süreç bu. Kendimin o halini gördüm o zaman. Şimdi, aklıma bir şey gelse, arkama bakmam giderim. Hemen kaçarım.
BAŞKA TÜRLÜSÜNÜ BİLMİYORUM
Hayatınıza dair bu kitap da güncel olaylarla iç içe. ‘Hayatımızın bir parçası’ klişesi gerçek mi?
Başka türlüsünü bilmiyorum. Mesela arada bir, ben bu işi bırakacağım diyorum. Ama geçen yıl kabul ettim ki, başka iş yapmayı bilmiyorum. Başka işi geçtim başka türlü yaşamayı bilmiyorum. Mesela, haberleri izleyip bir şey yazmamayı bilmiyorum. Onu yapmak kolay bir şey değil benim açımdan. Sabahleyin izliyorsun, sinirleniyorsun, ertesi gün onunla alakası olmayan bir işe gidiyorsun. Ben onu bilmiyorum. O kadar içine atarak yaşamayı bilmiyorum. Bence bu hiç kolay bir şey değil. o yüzden, ‘ikide bir bırakacağım bu işi’ şımarıklığından da vazgeçtim.
Peki, bu iç içe geçen meseleleri kafanızda nasıl kurguladınız?
Sadece memleket meselelerine dair bir şey olsun istemedim. Türkiye’de acayip bir kutuplaşma var. Son bir yıldır fark ettim ki, o kutuplaşma beni eksiltmeye başladı. Giderek daha siyasi şeyler yazmaya başladım. O da, beni sadece bir kesimin okuduğu bir insan haline getirecek diye ürkmeye başladım. Daha da fenası, bu beni ait olmadığım bir tarafa monte edecek ve artık o yerden demonte edemeyeceğim kendimi. Bir de bunları yazabiliyorken neden sadece o güne ilişkin bir şey yazayım ki? İnsanlara daha yakın olduğumu hissettiğim yazılar bu kitaptakiler. Bunu yazabilen halime geri dönmek istedim. Bir de bu tür kitaplar başucu kitabı oluyor. Hiç tanımadığınız bir insanın yatak odasında başucunda durabiliyorsunuz. Bu çok ayrıcalıklı, güzel bir durum.
‘’Küçük Kara Balık’ı ben okumadım ki! Annem okudu bana o hikayeyi. Tabii ya! Değiştirmiş sonunu…’’
Okunan ilk kitabın insanın hayatında belirleyici olduğunu söylüyorsunuz. ‘Küçük Kara Balık Izgara’ yazınız o bakımdan daha da önemli hale geliyor. Gerçekten anneniz size sonunu farklı okusa resim değişecek miydi?
Muhtemelen değişirdi. O zaman alınan gazla hala – yanlış anlatılmış, iyi biten bir hikayenin sonundan alınan gazla- devam ettirdiğimi düşünüyorum. Mesela dün Ahmet’in (Şık ) ziyaretine gittim. Fesleğen götürdüm ama içeri almadılar. Bu adam öyle kötü bir adam ki, fesleğene dokunmaya bile hakkı yok. Hikayenin sonu bu olunca (Ahmet de Küçük Kara Balık gibi bir adam ) ‘niye yaşayalım ki’ dersin. Dolayısıyla çocukların hikayelerin kötü sonlarını bilmemeleri gerekiyor. Belki de o imkan var. O imkanı yok etmeye hakkımız olmadığını düşünüyorum. Annemin, şimdilik doğru bir şey yaptığını düşünüyorum. Belki de o hikayenin sonu sandığımız kadar kötü değil. Belki de, Küçük Kara Balık’tan bir daha haber alınamaması, illa ki kötü bir şey olmayabilir, belki de Küçük Kara Balık Beyrut’a gitmiştir. (Gülüyor)
SAMED BEHRENGI’Yİ HİSSEDİYORUM
Şimdiden bakınca onu yazan adamı, Samed Behrengi’yi hissediyorum. Nasıl hissettiğini hissediyorum. Hiç kolay bir şey değil. Ülkenin kaderine rağmen, kendi kaderine rağmen bir şey yapmaya çalışıyorsun. Bunu yapmazsan çıldıracağın için yapıyorsun. Bunlar seçilmez. Yapmazsan ölecekmiş gibi hissettiğin şeyler. Ahmet, mayınlarla kolunu bacağını kaybetmiş insanlarla ilgili kitap yazmasaydı ölebilirdi vicdan azabından. Sait Faik’in dediği gibi çıldırmamak için yazıyoruz.
‘’Bir hayatı bırakırken kendimizin ne kadarını geride bırakırız? Bunu cevaplamalıyız’’ demişsiniz. Bunu cevaplamak kolay mı?
Hayır, tabii ki kolay değil. Söylediğim her şey, benim yapabildiğim anlamına gelmiyor zaten. Yapamadığım için yazıyorum belki de. Yeni öğrendiğim bir şey; çok acı çekiyorum dediğiniz şeyleri geride bıraktığınızda, daha az acı çektiğiniz için, daha çok mutlu olmuyorsunuz. Böyle bir matematiği varmış hayatın. Bunu da öğreniyorum. O yüzden neyi geride bıraktığımızın farkına varmalıyız. Ayrıca, onları geri kazanmak da çok imkanlı bir şey değil galiba.
Kadın olmaya dair yazılarınız bu kitapta da var. Özellikle estetikle dolan kadınlar…
İçimi acıtıyor bu benim. Kadınlar nasıl bu kadar mutsuz edilir? Bu reva mıdır? O kadınların her birinin içinin biri ya da birileri tarafından öldürüldüğünü düşünüyorum. Çünkü, insan kendi canını acıtacak bir şey yapmaz. İçgüdüsel olarak yapmaması lazım... Ama o kadar mutsuz ediliyoruz ki, hakikaten vücudumuzda, yüzümüzde bir sorun var diye düşündürtüyorlar kadınlara. Bunu diyorum ama ben bütün bunları aştım diye bir şey yok. Yaşlanmayı kabul etmek çok zor bir şey çünkü. Her gün baktığın ayna öleceksin diyor sana. Kimse seni sevmeyecek, beğenmeyecek diye düşünüyorsun. Sevilmemek korkusu öyle bir şey ki, beynine çekiç çaktırır insan.
Son olarak, günümüzde herkesin yazar olduğundan bahsediyorsunuz. Herkesin yazabilme durumu rahatsız edici bir şey mi?
Başlangıçta biraz paniğe kapıldım. Orada çok hızlı ilerleyen bir çark var. Mesela, Twitter’da anında gündem değişiyor. Her yerden haber bombardımanı var. Ama şimdi bu beni rahatlattı. Giderek gençleşen biri dil oluştu yazının Twitter, bloglar sayesinde. Bu daha samimi, kendini kasmayan bir dil. Bu benim için de iyi oldu. O eşitlik duygusunu hissetmek güzel bir şey. Mesela geçen gün, Kaybedenler Kulübü’nden çıkmıştık. Filmdeki Ümit Besen şarkısından dolayı kendi kendime rakı playlist yaptım. Birden herkesle kardeşçe bir sohbet oluştu. Bu eşitlik durumu insanların kolay kolay kaldıramadığı bir durum. Hem kendini yukarıda hissedenlerin hem de kendini aşağıda hissedenlerin kaldıramadığı bir durum. Aşağıda hissedenlerin birçoğu eşit hissedince bir tane tokat atıyor. Yukarıda hissedenler ise tokat yiyebiliyor ve eşit durumda olduğundan o tokada cevap veremiyor.
ntvmsnbc/Hasan CÖMERT
’’Türkiye’de acayip bir kutuplaşma var. Ve son bir yıldır fark ettim ki, o kutuplaşma beni eksiltmeye başladı. Giderek daha siyasi şeyler yazmaya başladım. Bunları da yazabilen halime geri dönmek istedim. Bu kitaptaki yazılar insanlara daha yakın olduğumu hissettiğim yazılar…’’
Ece Temelkuran, hayatının ilk yarısını anlattığı yeni kitabı ‘İkinci Yarısı’nı bir anlamda böyle özetliyor. O da ‘yazmasam çıldıracaktım’ diyen yazarlardan ve hangi alanda, ne yazarsa yazsın hep aynı şeyi yapıyor; hayattaki parçaları birleştirmeye, görünmeyenleri, görmezden gelinenleri göstermeye çalışıyor. Köşe yazılarında, romanlarında ve diğer kitaplarında… İkinci Yarısı’nda da durum böyle. Kitaptaki yazılar neyle ilgili olursa olsun; çocukluk anıları, kadın-erkek ilişkilerine dair tespitleri, Türkiye’nin güncel sorunları vs… hepsinde hayatı hakkıyla yaşamayı ve yaşayamamayı dert ediniyor.
’İkinci Yarısı’nda hayatının 35 yılını masaya yatıran Temelkuran’la sohbete kitabın kapağındaki fotoğrafıyla başlıyoruz:
3 yaşımdayım o fotoğrafta. annem çekti fotoğrafı. Fotoğrafla ilgili benim de sonradan fark ettiğim bir şey var. Bu sene at binmeye başladım. Ve şimdi fotoğrafa bakınca 3 yaşıma geri döndüğümü fark ettim. 3 yaşındaki at binen halime ata binerek geri dönüyorum gibi. Atla geri gidiyorum. Kendinin farkında olmadığın, dolayısıyla kendini izlemediğin bir yaş. İçine o acımasız, asabı bozuk gözlerimin yerleşmediği bir zaman. O yüzden atla sadece koşuyorsun. Şimdi atla oraya dönmeye çalışıyorum. Hayata bakmak, kendine bakmadan hayat bakmak yani... Kendini izlemeden, kendini izleyerek sabote etmeden yaşayan halime geri dönmeye çalışıyorum galiba.
Daha çok birinci yarısında olanlara seslenen bir kitap…
Benim için bir kapanış aslında. Kitabın ismi henüz başlanmamış bir kitabın ismi aslında. Anlattığım birinci yarısı. Bir bakımdan da dua; ikinci yarısı, birinci yarısı gibi olmasın diye. (Gülüyor) Daha iyi olsun.
İKİNCİ RESMİ BEN SEÇEYİM…
İkinci yarısı nasıl gidiyor peki?
Ben şimdi daha iyi hissediyorum kendimi. Son bir yıldır. O yaşlar seçtiğini zannettiğin şeyleri yapmaya çalışmakla geçiyor. Sadeleştirme işlemleri 35’ten sonra olmaya başlıyor. Hakikaten, kendi ömrün üzerinden farkına vardığın bir an geliyor. O bilginin, bilincine varıyorsun. Başka türlü yaşamak gerektiğini düşünüyorsun. Yaşayabilir misin yaşayamaz mısın orası bilinmez ama ikinci resmi ben seçeyim diyor insan. Ya da ben öyle hissediyorum.
Peki, ilk yarıyı olumsuzlayan kelimeler neler?
‘Lüzumundan fazla acı’ mesela. Bizi öyle büyüttüler ki ya da ben öyle bir hayat seçtim ki, bir şeylerden keyif almak, haz, günah haline geldi. Sürekli acı çeken insanlarla karşılaştıkça, haz alan bir hayatımın olması büyük bir suçluluk duygusu ve inanılmaz bir vicdan azabı yaratıyordu bende. Şimdi o daha az. Lüzumsuz düzeyde acıyı azaltmak istiyorum. 20’li yaşlarda bu katlanılabilir bir şey. Ama şimdi değil.
İkinci sözcük ‘mucize olabileceğini düşünmek’. İnsan böyle düşünüyor ama mucize olmayacağını anlıyor daha sonra. Neyse o. ‘Ben bambaşka bir şey yapabilirim’ duygusunun seni lüzumsuzca yorduğu zamanlar oluyor birinci yarıda. O bambaşka şeyleri yapmak için o kadar yorulmamak gerektiğini, o kadar yorulduğun şeyin de hiçbir yararı olmayacağını da anlıyor insan.
BENJAMIN BUTTON GİBİ OLDUM
Artık yapmam gereken şeyleri değil, yapmak istediğim şeyleri yapmak istiyorum. Dışarıdan çok şık, havalı, olması gerektiği gibi görünmeyebilir ama artık hayatın serseriliğini yapmak istiyorum. Biraz Benjamin Button gibi oldum. Geriye doğru yaşlanıyorum. Eskiden daha ihtiyar seçimlerim, yaşam biçimlerim vardı. Şimdi daha da gençleşiyorum. Ve bunun doğru olduğunun idrakına vardım. Muz Sesleri’yle başlayan bir süreç bu. Kendimin o halini gördüm o zaman. Şimdi, aklıma bir şey gelse, arkama bakmam giderim. Hemen kaçarım.
BAŞKA TÜRLÜSÜNÜ BİLMİYORUM
Hayatınıza dair bu kitap da güncel olaylarla iç içe. ‘Hayatımızın bir parçası’ klişesi gerçek mi?
Başka türlüsünü bilmiyorum. Mesela arada bir, ben bu işi bırakacağım diyorum. Ama geçen yıl kabul ettim ki, başka iş yapmayı bilmiyorum. Başka işi geçtim başka türlü yaşamayı bilmiyorum. Mesela, haberleri izleyip bir şey yazmamayı bilmiyorum. Onu yapmak kolay bir şey değil benim açımdan. Sabahleyin izliyorsun, sinirleniyorsun, ertesi gün onunla alakası olmayan bir işe gidiyorsun. Ben onu bilmiyorum. O kadar içine atarak yaşamayı bilmiyorum. Bence bu hiç kolay bir şey değil. o yüzden, ‘ikide bir bırakacağım bu işi’ şımarıklığından da vazgeçtim.
Peki, bu iç içe geçen meseleleri kafanızda nasıl kurguladınız?
Sadece memleket meselelerine dair bir şey olsun istemedim. Türkiye’de acayip bir kutuplaşma var. Son bir yıldır fark ettim ki, o kutuplaşma beni eksiltmeye başladı. Giderek daha siyasi şeyler yazmaya başladım. O da, beni sadece bir kesimin okuduğu bir insan haline getirecek diye ürkmeye başladım. Daha da fenası, bu beni ait olmadığım bir tarafa monte edecek ve artık o yerden demonte edemeyeceğim kendimi. Bir de bunları yazabiliyorken neden sadece o güne ilişkin bir şey yazayım ki? İnsanlara daha yakın olduğumu hissettiğim yazılar bu kitaptakiler. Bunu yazabilen halime geri dönmek istedim. Bir de bu tür kitaplar başucu kitabı oluyor. Hiç tanımadığınız bir insanın yatak odasında başucunda durabiliyorsunuz. Bu çok ayrıcalıklı, güzel bir durum.
‘’Küçük Kara Balık’ı ben okumadım ki! Annem okudu bana o hikayeyi. Tabii ya! Değiştirmiş sonunu…’’
Okunan ilk kitabın insanın hayatında belirleyici olduğunu söylüyorsunuz. ‘Küçük Kara Balık Izgara’ yazınız o bakımdan daha da önemli hale geliyor. Gerçekten anneniz size sonunu farklı okusa resim değişecek miydi?
Muhtemelen değişirdi. O zaman alınan gazla hala – yanlış anlatılmış, iyi biten bir hikayenin sonundan alınan gazla- devam ettirdiğimi düşünüyorum. Mesela dün Ahmet’in (Şık ) ziyaretine gittim. Fesleğen götürdüm ama içeri almadılar. Bu adam öyle kötü bir adam ki, fesleğene dokunmaya bile hakkı yok. Hikayenin sonu bu olunca (Ahmet de Küçük Kara Balık gibi bir adam ) ‘niye yaşayalım ki’ dersin. Dolayısıyla çocukların hikayelerin kötü sonlarını bilmemeleri gerekiyor. Belki de o imkan var. O imkanı yok etmeye hakkımız olmadığını düşünüyorum. Annemin, şimdilik doğru bir şey yaptığını düşünüyorum. Belki de o hikayenin sonu sandığımız kadar kötü değil. Belki de, Küçük Kara Balık’tan bir daha haber alınamaması, illa ki kötü bir şey olmayabilir, belki de Küçük Kara Balık Beyrut’a gitmiştir. (Gülüyor)
SAMED BEHRENGI’Yİ HİSSEDİYORUM
Şimdiden bakınca onu yazan adamı, Samed Behrengi’yi hissediyorum. Nasıl hissettiğini hissediyorum. Hiç kolay bir şey değil. Ülkenin kaderine rağmen, kendi kaderine rağmen bir şey yapmaya çalışıyorsun. Bunu yapmazsan çıldıracağın için yapıyorsun. Bunlar seçilmez. Yapmazsan ölecekmiş gibi hissettiğin şeyler. Ahmet, mayınlarla kolunu bacağını kaybetmiş insanlarla ilgili kitap yazmasaydı ölebilirdi vicdan azabından. Sait Faik’in dediği gibi çıldırmamak için yazıyoruz.
‘’Bir hayatı bırakırken kendimizin ne kadarını geride bırakırız? Bunu cevaplamalıyız’’ demişsiniz. Bunu cevaplamak kolay mı?
Hayır, tabii ki kolay değil. Söylediğim her şey, benim yapabildiğim anlamına gelmiyor zaten. Yapamadığım için yazıyorum belki de. Yeni öğrendiğim bir şey; çok acı çekiyorum dediğiniz şeyleri geride bıraktığınızda, daha az acı çektiğiniz için, daha çok mutlu olmuyorsunuz. Böyle bir matematiği varmış hayatın. Bunu da öğreniyorum. O yüzden neyi geride bıraktığımızın farkına varmalıyız. Ayrıca, onları geri kazanmak da çok imkanlı bir şey değil galiba.
Kadın olmaya dair yazılarınız bu kitapta da var. Özellikle estetikle dolan kadınlar…
İçimi acıtıyor bu benim. Kadınlar nasıl bu kadar mutsuz edilir? Bu reva mıdır? O kadınların her birinin içinin biri ya da birileri tarafından öldürüldüğünü düşünüyorum. Çünkü, insan kendi canını acıtacak bir şey yapmaz. İçgüdüsel olarak yapmaması lazım... Ama o kadar mutsuz ediliyoruz ki, hakikaten vücudumuzda, yüzümüzde bir sorun var diye düşündürtüyorlar kadınlara. Bunu diyorum ama ben bütün bunları aştım diye bir şey yok. Yaşlanmayı kabul etmek çok zor bir şey çünkü. Her gün baktığın ayna öleceksin diyor sana. Kimse seni sevmeyecek, beğenmeyecek diye düşünüyorsun. Sevilmemek korkusu öyle bir şey ki, beynine çekiç çaktırır insan.
Son olarak, günümüzde herkesin yazar olduğundan bahsediyorsunuz. Herkesin yazabilme durumu rahatsız edici bir şey mi?
Başlangıçta biraz paniğe kapıldım. Orada çok hızlı ilerleyen bir çark var. Mesela, Twitter’da anında gündem değişiyor. Her yerden haber bombardımanı var. Ama şimdi bu beni rahatlattı. Giderek gençleşen biri dil oluştu yazının Twitter, bloglar sayesinde. Bu daha samimi, kendini kasmayan bir dil. Bu benim için de iyi oldu. O eşitlik duygusunu hissetmek güzel bir şey. Mesela geçen gün, Kaybedenler Kulübü’nden çıkmıştık. Filmdeki Ümit Besen şarkısından dolayı kendi kendime rakı playlist yaptım. Birden herkesle kardeşçe bir sohbet oluştu. Bu eşitlik durumu insanların kolay kolay kaldıramadığı bir durum. Hem kendini yukarıda hissedenlerin hem de kendini aşağıda hissedenlerin kaldıramadığı bir durum. Aşağıda hissedenlerin birçoğu eşit hissedince bir tane tokat atıyor. Yukarıda hissedenler ise tokat yiyebiliyor ve eşit durumda olduğundan o tokada cevap veremiyor.
ntvmsnbc/Hasan CÖMERT