08 Oca 2016 09:23
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 18:17
Dündar ve Gül'den Metin Göktepe mektupları
Dündar ve Gül, Evrensel muhabiri Metin Göktepe'nin katledilişinin 20. yılında Silivri'den mektup yazdı.
MİT TIR'ları haberi sebebiyle Silivri Cezaevi'nde tutuklu bulunan
Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara
Sorumlusu Erdem Gül, Evrensel muhabiri Metin Göktepe'nin
katledilişinin 20. yılında yazdıkları mektuplarla basın özgürlüğü
mücadelesinin önemine dikkat çekti.
CAN DÜNDAR'IN MEKTUBU
Bu yılbaşı gecesini Hıfzı Topuz’un Sabahattin Ali kitabını(Başın öne eğilmesin, Remzi Kitabevi, 2006) okuyarak geçirdim.
Marko Paşa’yı çıkardıkları 1946 Aralık ayında 20-30 polis sabahladıkları matbaayı basmış.
Polis, Aziz Nesin’e “Soyun” demiş. Cebinde ne var ne yoksa almışlar evine götürüp orayı da aramışlar. Ayrılırken eşine, çocuklarına veda etmiş Nesin... Sabahattin Ali’ye bir not bırakmış: “Beni götürüyorlar. Evde hiç param yok. Para gönder.”
Sansaryan Han’da (Emniyet’te yani) bir polis “Ulan it sen misin o vatanı satacak olan” deyip ilk tokatı indirmiş. Sonra da yoruluncaya kadar yumruklamış, tokatlamış, tekmelemiş. Yüzü gözü şişen Nesin’i yarı baygın halde bir kömürlüğe atıp kilitlemişler. Altı gün aç bırakıp on yedi gün sonra salıvermişler. 1946, Türkiye’de demokrasinin başlangıç yılı kabul edilir. Bu da demokrasinin açılış sahnesi olsa gerektir.
Aziz Nesin’in dayakla kurtulduğu o cendereden Sabahattin Ali sağ çıkamadı. İşkencede yok edildi. Böyle açılan bir demokrasi perdesi, gazetecilerin kanını döke döke bir zulüm piyesine dönüştü. Aziz Nesinlerin, Sabahattin Alilerin uğradığı baskıdan 50 yıl sonra Metin Göktepe’yi hedef aldı.
Bugün de Türkiye’yi dünyanın en büyük gazeteci hapishanesine çevirdi. Metin yaşasa bugün eminiz ki ya Silivri’de bizimle yatıyor ya da sevgili ablası gibi kapıda umut nöbeti tutuyor olurdu.
Bu kanlı geleneği bu kuşakta sırtlayan gazeteciler olarak hepimiz Metin’i saygıyla anıyor, onun ve gazetesinin özgür bir Türkiye idealini yaşatmaya söz veriyoruz.
ERDEM GÜL'ÜN MEKTUBU
METİN’İN HABERİNİ ALDIĞIMIZ AN
Bugün, yılları acıyla bilenlerin “Yine mi” dediği 90’lı yılların tam ortasındaydık. Tam orta yerindeydik 90’ların. Metin Göktepe’nin izlediği bir eylem sonrası gözaltına alınmış olabileceğini haber alan gazetecilerden biriydim. Biz, Ankaralı gazeteciler de kaygılıydık. Çünkü Metin’in gözaltına alınışı konusunda polis güvenilir bir tutum içinde değildi.
Ankara ve İstanbul’daki gazeteciler birbirimizle konuştuk, kaygılarımızı dile getirdik. Biz konuşurken daha konuşmanın bir adım ötesine geçemeden Metin kendisi haber oldu.
Hukukun H’sinin bile ilgisinin olmadığı bir gözaltı. Üstelik de kolay ve zahmetsiz, yaptırım riski bile yok. Niye? Sonuçta sol bir gazetenin muhabiri. Hukuksuzluğun ilk aşamada hesabını soracak, sonraki etaplarda ise davasını sürdürecek güçlü arkası yok.
O zaman niye H’si bile olmayan gözaltıyla yetinsinler ki. Gözaltı keser mi? Gaddara gözaltı yavan gelmez mi? Öyle oldu. Taammüden mi, anlık bir kararın ürünü mü bilinmez, apaçık bir cinayetle katledildi Metin.
Taammüden ya da anlık karar olup olmamasının da bir önemi yok ki. Cinayetin kendisi neye yetmiyor. Neyinize yetmiyordu biz tüm olayın ortasındaki gazetecilerin.
Biz.. Konuştuk, ne yapalım diye. Konuşmaktan öteye geçmeyi de konuştuk. Tam konuşmayı geçip bir cinayete verilebilecek cevap noktasına gelinmişti ki ilgi başlayan yargı sürecine yöneldi.
Tabii ki Metin’in cinayetinde faillerin yargılanmaları, hesap vermeleri çok önemliydi. Tabii ki işleri de aydınlatmak olan gazetecilerin mesailerini yargılamaya yöneltmeleri gerekirdi. Ama işte adalet meselesi 90’ların da meselesiydi. Yargı, kendisi miydi değil miydi? Sorusu yine günceldi. Örneğin, polislerin Metin Göktepe adlı bir gazeteciyi öldürmekten yargılandığı bir davayı, yargı Afyon şehrine alabiliyordu.
Nerdeyse bir tek Afyonlunun bile destek vermeye çekindiği bir kentte oraya gelebilen az sayıda gazeteci yargılayan taraf değil yargılanan konumuna düşecekti. Düşünsenize hem öldürülüyor hem de yargılanıyorsunuz.
Yargının neticesini tartışmak değil şimdi niyetim. Ben hâlâ o ilk haberi aldığımız andayım. Gaddarcaydı. Suçüstüydü. Buz gibi cinayetti. Biz gazeteciler için daha ne olması gerekiyordu?
CAN DÜNDAR'IN MEKTUBU
Bu yılbaşı gecesini Hıfzı Topuz’un Sabahattin Ali kitabını(Başın öne eğilmesin, Remzi Kitabevi, 2006) okuyarak geçirdim.
Marko Paşa’yı çıkardıkları 1946 Aralık ayında 20-30 polis sabahladıkları matbaayı basmış.
Polis, Aziz Nesin’e “Soyun” demiş. Cebinde ne var ne yoksa almışlar evine götürüp orayı da aramışlar. Ayrılırken eşine, çocuklarına veda etmiş Nesin... Sabahattin Ali’ye bir not bırakmış: “Beni götürüyorlar. Evde hiç param yok. Para gönder.”
Sansaryan Han’da (Emniyet’te yani) bir polis “Ulan it sen misin o vatanı satacak olan” deyip ilk tokatı indirmiş. Sonra da yoruluncaya kadar yumruklamış, tokatlamış, tekmelemiş. Yüzü gözü şişen Nesin’i yarı baygın halde bir kömürlüğe atıp kilitlemişler. Altı gün aç bırakıp on yedi gün sonra salıvermişler. 1946, Türkiye’de demokrasinin başlangıç yılı kabul edilir. Bu da demokrasinin açılış sahnesi olsa gerektir.
Aziz Nesin’in dayakla kurtulduğu o cendereden Sabahattin Ali sağ çıkamadı. İşkencede yok edildi. Böyle açılan bir demokrasi perdesi, gazetecilerin kanını döke döke bir zulüm piyesine dönüştü. Aziz Nesinlerin, Sabahattin Alilerin uğradığı baskıdan 50 yıl sonra Metin Göktepe’yi hedef aldı.
Bugün de Türkiye’yi dünyanın en büyük gazeteci hapishanesine çevirdi. Metin yaşasa bugün eminiz ki ya Silivri’de bizimle yatıyor ya da sevgili ablası gibi kapıda umut nöbeti tutuyor olurdu.
Bu kanlı geleneği bu kuşakta sırtlayan gazeteciler olarak hepimiz Metin’i saygıyla anıyor, onun ve gazetesinin özgür bir Türkiye idealini yaşatmaya söz veriyoruz.
ERDEM GÜL'ÜN MEKTUBU
METİN’İN HABERİNİ ALDIĞIMIZ AN
Bugün, yılları acıyla bilenlerin “Yine mi” dediği 90’lı yılların tam ortasındaydık. Tam orta yerindeydik 90’ların. Metin Göktepe’nin izlediği bir eylem sonrası gözaltına alınmış olabileceğini haber alan gazetecilerden biriydim. Biz, Ankaralı gazeteciler de kaygılıydık. Çünkü Metin’in gözaltına alınışı konusunda polis güvenilir bir tutum içinde değildi.
Ankara ve İstanbul’daki gazeteciler birbirimizle konuştuk, kaygılarımızı dile getirdik. Biz konuşurken daha konuşmanın bir adım ötesine geçemeden Metin kendisi haber oldu.
Hukukun H’sinin bile ilgisinin olmadığı bir gözaltı. Üstelik de kolay ve zahmetsiz, yaptırım riski bile yok. Niye? Sonuçta sol bir gazetenin muhabiri. Hukuksuzluğun ilk aşamada hesabını soracak, sonraki etaplarda ise davasını sürdürecek güçlü arkası yok.
O zaman niye H’si bile olmayan gözaltıyla yetinsinler ki. Gözaltı keser mi? Gaddara gözaltı yavan gelmez mi? Öyle oldu. Taammüden mi, anlık bir kararın ürünü mü bilinmez, apaçık bir cinayetle katledildi Metin.
Taammüden ya da anlık karar olup olmamasının da bir önemi yok ki. Cinayetin kendisi neye yetmiyor. Neyinize yetmiyordu biz tüm olayın ortasındaki gazetecilerin.
Biz.. Konuştuk, ne yapalım diye. Konuşmaktan öteye geçmeyi de konuştuk. Tam konuşmayı geçip bir cinayete verilebilecek cevap noktasına gelinmişti ki ilgi başlayan yargı sürecine yöneldi.
Tabii ki Metin’in cinayetinde faillerin yargılanmaları, hesap vermeleri çok önemliydi. Tabii ki işleri de aydınlatmak olan gazetecilerin mesailerini yargılamaya yöneltmeleri gerekirdi. Ama işte adalet meselesi 90’ların da meselesiydi. Yargı, kendisi miydi değil miydi? Sorusu yine günceldi. Örneğin, polislerin Metin Göktepe adlı bir gazeteciyi öldürmekten yargılandığı bir davayı, yargı Afyon şehrine alabiliyordu.
Nerdeyse bir tek Afyonlunun bile destek vermeye çekindiği bir kentte oraya gelebilen az sayıda gazeteci yargılayan taraf değil yargılanan konumuna düşecekti. Düşünsenize hem öldürülüyor hem de yargılanıyorsunuz.
Yargının neticesini tartışmak değil şimdi niyetim. Ben hâlâ o ilk haberi aldığımız andayım. Gaddarcaydı. Suçüstüydü. Buz gibi cinayetti. Biz gazeteciler için daha ne olması gerekiyordu?