Doğan Yurdakul'a Reva Görülen Zulmün Ve Vicdansızlığın Daniskasıdır!
Bu devlet aydınlarına hiçbir zaman iyi davranmadı. Onlara her tür eziyeti, zulmü reva gördü. Hep “düşman” olarak algıladı. Tarihi boyunca aydınlarına ve fikir insanlarına baskıyı, işkenceyi, hapisleri uygun bulmuş bir “devlet geleneği”dir bu. Onları suikastlara yem etmiş, korumak için hiçbir çaba göstermemiş, onlara hak ettikleri saygı ve değeri vermemiş bir devlettir söz konusu olan. Aydınlığın ışığı devletin soğuk, silik, kasvetli koridorlarına uğramamıştır hiç!
Devlet, onları iki lafından dolayı sürüm sürüm süründürmüş, işsiz, sefil yaşamaya mecbur kılmış, en güzide beyinlerini bu kaygılarla yurt dışına kaçmaya zorlamış, evlerini basmış, bir aydının “kutsal mabedi” sayılabilecek kütüphanelerini talan etmiş, kitaplarını yerlere saçmış, “yasak yayın listeleri” icat etmiş, okuyanlara “potansiyel tehlike” gözüyle bakmış, onları fişlemiş, izlemiş, telefonlarını dinlemiş, mahkemelerde, cezaevlerinde dolandırmış, olur olmadık önyargı veya bahanelerle onlara “vatan haini” (şu günlerde “terörist”!) muamelesi çekmiştir. Dışlanmışlar ve adeta “vebalı” muamelesi görmüşlerdir. Toplum gözünde türlü ithamlarla rezil rüsva edilip damgalanmışlardır. Şimdilerde bu dönemlerin “aşıldığı” iddia edilse de gerçekte “aşılmamış” sadece biçim değiştirmiştir. Kimse kendisini kandırmasın, aynı “refleks” halen yürürlüktedir!
Dönemine göre adlandırmaları değişen fakat özü değişmeyen bir “hoyratlık politikası”dır bu. İktidarlar her dönem onlar üzerinden birer “nefret ikonu” çıkartmayı başarmışlardır. Bu dün “komünistler”, “Şeriatçılar”, “Bölücüler” idi şimdi “Ergenekoncular”, “Ulusalcılar”, “Darbeciler” oldu. Bu aslında bir “yönetme stratejisi” idi ama topluma “sivilleşme”, “temizlik”, “demokratikleşme” olarak sunuldu. Sanki “huzurumuz”u, “birliğimiz”i, “dirliğimiz”i bozmak isteyen “canavarlar” gibi lanse edildiler. Güç savaşlarının “nefret sunağı”na onlar “kurban” niyetine konuldular. “Ne kadar burunlarını sürtersek o kadar iyi” diye düşünüldü herhalde. Dolayısıyla onlara her şey “mubah” görüldü!
BURADA ÇOK “İNSANİ” VE ÇOK “TRAJİK” BİR DURUM VARDIR!
Bu gibi dönemlerde herkes tırsar, ismi onlarla birlikte anılsın, yan yana gelsin istemez. Açıkçası korkar. Ortada bir haksızlık görse bile “aman beni de mimlerler”, “beni de onlardan sanırlar”, “beni de yaftalarlar” deyip susar. İşin komiği haksız da sayılamazlar. Hele de “karşı taraf”ın (O “karşı taraf” her kimse, ki dönemine göre değişir ve hiç bitmez!) duyargaları acayip gelişmiştir. Anında harekete geçerler. Kimileri işi büyük bir iştahla “kelle avcılığı”na “listeler tutmaya”, “hedef gösterme”ye, McCarthy’ci tarzda “cadı avları” tertiplemeye kadar vardırırlar. “Vay sen onları mı savunuyorsun”, “vay onları mı aklıyorsun”, hatta “vay sen onlarla birlikte misin”e kadar uzatırlar. Bu gibilerin vicdan, insaf, hakkaniyet duyguları dumur olmuştur.
Örneğin şimdi bu mantığa göre sırf bu yazıyı yazdığım için beni de “Karanlık Oda’nın Karanlık Propagandası”nı yapmakla suçlayabilirler. Hatta “insani gerekçeleri ileri sürüp, duygu yapıp, davayı sulandırdığımı” dahi iddia edebilirler. Bu derece gözü ve niyeti kararmış bir ortamdayız. Fakat ben bu gibi ithamlardan da çekinmiyorum. Daha doğrusu umurumda değil. Eğer doğru bildiklerimi söyleyemeyeceksem, vicdanımın emrettiğini paylaşamayacaksam, bariz bir haksızlık karşısında susacaksam ne “aydınım” ne de “insanım” diye ortalarda dolaşmayayım o zaman. Bu hissiyatı birilerinin “kapıkulu” olmuşlar anlayamaz!
İşte Doğan Yurdakul’un eşinin hastalığı ve vefatı üzerine başına gelen “trajik” durum ister istemez bana bunları düşündürdü. Doğan Yurdakul’u tanımam, etmem. Sadece çoğunu okuduğum ve önemli bulduğum kitaplarını bilir ve -ne ile suçlanırsa suçlansın- onu da bu ülkenin değerli bir aydını kabul ederim. O yüzden eşi Güngör Yurdakul’un zaten beklendiği anlaşılan ölümünü duyduğumda içim “cız” etti. Bir insanın zor durumdaki onca yıllık hayat arkadaşını son bir kez olsun göremeden, onun ellerini tutup, gözlerine bakmadan ona veda etmek zorunda kalması bana “korkunç” geldi. Hani “Allah düşmanımı bile böyle bir durumda bırakmasın.” denir ya tam da öylesi bir durum yani. Kendimi onun yerine koymaya çalıştım ve “çıldırırdım herhalde” dedim. O gene iyi “metanetle” davranabilmiş demek ki…
HİÇ Mİ “FORMÜL” BULAMADINIZ, YOKSA BULMAK İSTEMEDİNİZ Mİ?
Çok değil daha geçen hafta içinde bu konu gündeme gelmişti. Aynı davanın tutuklu sanığı Soner Yalçın, Doğan Yurdakul’a, kanser hastası olan eşini ziyaret etmesi için izin verilmesini istemişti. Yalçın, cezaevinden kaleme aldığı yazıda, Yurdakul’un "ölmeden önce eşinin gözlerinin içine birkez daha bakabilmek" istediğini söylemiş ve yetkililerden “merhamet” göstermelerini dilemişti. Ancak hemen ardından avukatı aracılığıyla bir açıklama yapan Doğan Yurdakul, eşiyle en son 5 Eylül’de telefonla görüştüğünü ve vedalaştığını söylemişti. Yurdakul açıklamasında, "Polisler benim kapıma geldiğinde eşimin ölümünü cezaevinde öğreneceğimi anlamıştım. Buna zaten hazırlıklıydım. Sadece yasal hakkım olan eşimin cenazesine katılma isteğimi eşim vefat ettikten sonra mahkemeden talep edeceğim. Herkese iyi niyeti için teşekkür ediyorum’’ demiş ve kimseden “merhamet” talebi olmadığını belirtmişti. Şimdi sadece mevcut yasal hakkını kullanacağı anlaşılıyor. Hiç değilse bu biraz yüreklere su serper umarım!
Ancak öyle görünüyor ki bu “insani” durum karşısında kimse gereken “hassasiyeti” göstermedi ya da göstermek istemedi. Her zaman olduğu gibi yine “yasalar ve yönetmelikler” bahanesinin arkasına sığındılar. Bazı çabalar ve niyetler olduğu yönünde açıklamalar yapılsa da çok geç kalındı. Yahut daha da kötüsü ölüm riski “kaçmak” için bir “bahane” olarak mı görüldü? Ya da “ölüm riski”ne hiç mi inanmadılar? “Bunlar bizi kandırıyor” diye mi düşündüler? Veya gerçekten böyle bir “hazırlıkları”, böyle bir “refleksleri” hiç mi yoktu? “İntikamcı” bir mantık mı işletildi? Bilemiyorum! Bu dakikadan sonra bir önemi de yok zaten. Benim açımdan önemli olan gene bir Türk aydınına –siyasi görüşleri ve suçlanma nedeni ne olursa olsun- böylesi bir muamelenin reva görülmesi ve en basit bir insani kavrayışın bile esirgenmiş olmasıdır. Zulüm illâ ki kaba işkence, dayak değildir. Adamı dayaktan beter eden durumlar vardır. Bu da öyle bir durum olsa gerek. Aydın olmanın bir “bedeli” de maalesef bu! Fakat çok “ağır” bir bedel elbette…
DEVLET İSTERSE BULUNAMAYACAK “ÇÖZÜM” YOKTUR!...
Ancak ben devletin eğer “isterse” bu gibi hallerde pratik çözümler, “formüller” bulabildiğine inanıyor ve biliyorum. O halde yeterince istemediler sonucuna varıyorum. Daha doğrusu “işine geldiğinde” bu tip mekanizmaları işleten “gelmediğinde” ise işletmeyen bir devlet yapısı var karşımızda. Bazı konularda çok “pratik”ler bazılarında değil. Bu konuda biraz “hantal”mışlar o kadar!
Örneğin Oslo müzakerelerinin sızdırılan kayıtlarında MİT görevlisi devlet yetkilileri PKK’lıların “Şuna inanıyorum devlet istesin şu anda bizi uçağınıza alıp götürebilirsiniz isteseniz.” sözüne “Kesinlikle. Ben diyorum gelin götüreyim” şeklinde cevap veriyor. PKK’lı gene ısrar ediyor ve “İsterseniz götürürsünüz.” diyor. Aynı yetkili ”Götürürüm tabii.” diye rahatça cevaplıyor.
Aynı şekilde devlet Habur sınır kapısından davul zurna ile gelen PKK’lılara belli ki “tutuklanmama garantisi” veriyor ve savcıları ayaklarına kadar çağırıp, “hukuk ihlali” pahasına formalite ifadeler alınmasını sağlıyor.
Fakat tabii Doğan Yurdakul’un küçük bir “kusuru” var; PKK’lı değil.!...
Unutmayın; şimdilerde 12 Eylül’deki zulümleri –o dönem burunları bile kanamadığı halde- birdenbire keşfedenler, yarın öbür gün, bugünün tarihi yazıldığında hangi “zulümleri” keşfedecekler acaba?
Doğan Yurdakul’a başsağlığı dileklerimi iletiyor ve kıymetli eşine rahmet diliyorum…
Atilla AKAR
[email protected]