DOĞAN GRUBU HİÇ PARA HARCAMADAN EN ÇOK GELİRİ POSTA'DAN KAZANIYOR!
Posta Gazetesi Ankara Temsilcisi Hakan Çelik, Medyaradar'ın usta röportajcısı Yüksel Şengül'e konuştu.
Posta Gazetesi Ankara Temsilcisi Hakan Çelik, Medyaradar’ın usta
röportajcısı Yüksel Şengül’e konuştu. Gazeteci, radyocu ve
televizyoncu olan Çelik, gazeteleri bekleyen tehlikeler,
Türkiye’nin gidişatı, Suriye’yle yaşananlar ve demokratik açılımlar
konusunda önemli açıklamalarda bulundu.
RÖPORTAJ: YÜKSEL ŞENGÜL
FOTOĞRAFLAR: MUSTAFA NADİR
Telaşlı koşturmaları arasında İstanbul’a geldiği gün, daha önceden
bize verdiği sözü tutarak Trump Towers’ta buluştuk Posta Gazetesi
Ankara Temsilcisi Hakan Çelik’le… Uzun ve keyifli bir sohbet yaptık
onunla…
Posta Gazetesi Ankara Temsilcisi olarak görev yapıyorsunuz
ama pek çok uğraşınız var… Gazeteci, radyocu, köşe yazarı ve
televizyoncu olarak izliyoruz sizi… Böylesine yoğun tempoda ve
farklı mecralarda çalışan başka gazeteci ya da gazeteciler var
mı?
Bildiğim kadarıyla yok. Eşzamanlı olarak birden fazla iş yapan çok
yönlü gazeteciler ve televizyoncular var. Ancak yelpaze olarak ve
bu işlerin her birini belirli bir düzende yapmak anlamında bakacak
olursak, benim gibi farklı yönlerde çalışan birini görmedim. Arada
bir televizyon ve radyo programı yapan, günlük gazete yazıları
yazan insanlar var ama tüm bunları aynı anda ve düzenli bir şekilde
yapan yok. Ben ayrıca otomobil ve uçak üzerine yazılar da
yazıyorum, koleksiyonum da var.
Zaman yetiyor mu peki?
Zamanı iyi kullanmayı öğrendim ama yine de öğrenmem gereken çok şey
var. Mesela zamanı daha verimli kullanabilmem lazım. İşin o
kısmından çok da memnun değilim. Bununla ilgili çalışır ve zamanı
daha verimli bir halde kullanmaya başlarsam, benimle ilgili sürpriz
şeyler görebilirsiniz.
Aman Hakan Bey, zaten bir sürü iş yapıyorsunuz, hala başka
ek işler mi düşünüyorsunuz?
Biliyor musunuz, aslında sanki çok şey yapmıyormuşum gibi geliyor
bana. Bu anlamda tam tatmin olmuş değilim. Belki de biraz
Türkiye’nin ortamı ve şartları insanı aynı anda daha fazla şeyle
meşgul olmaya zorluyor.
Zamanı mükemmel kullanıyorsunuz, bir koltuğunuzda çok
sayıda karpuz taşıyorsunuz. Peki, bizim insanımız zamanı nasıl
kullanıyor size göre?
Biz genel olarak zamanı iyi kullanabilen bir millet
değiliz. Mesela bizde hiçbir toplantı zamanında başlamaz. Siz hiç
zamanında başlayan toplantı gördünüz mü? Medeni ülkelerde bir
toplantı zamanını belirleyip, sonra oraya geç gittiğinizde sizi çok
ayıplarlar. Saat sabahın 08.00’inde başlayacak toplantıya, 45
dakika geç kaldığınızda oradaki insanlara saygısızlık etmiş
olursunuz. Onların 45 dakikasını çalmış olursunuz. Bana göre zaman
hırsızlığıdır bu. Amerika’da, sabahın 07.00’sine toplantı
koyabiliyorlar. Böyle bir şeyi Türkiye’de yapmaya kalksanız, ki
yapamazsınız, size gülerler “Adam deli galiba” derler. Makara
konusu olursunuz (gülüyoruz).
Ama inanın çok çalışmadan bir şey yapılmıyor. Ya çok çalışacaksınız
ya babadan servetiniz olacak ya da milli piyangodan büyük ikramiye
çıkacak. Aksi halde; çok çalışmadan, iyi planlamadan da iyi şeyler
üretmek mümkün değil. Gazetecilikte de televizyonculukta da bu
durum böyle. Bakın saat 09.00’a 10.00’a toplantı konuluyor, ama
toplantının ana konusuna geçmek bile 11.00’i buluyor. Sonra da,
“Haydi yemek yiyelim, sonra bakarız” deniliyor. Gün sonunda,
toplantıyla ilgili yaptığınız çalışmanın boşa çıktığını
görüyorsunuz. Ne yazık ki, gazetelerin yazı işleri toplantıları
Türkiye’de çok verimsiz geçiyor. Ben de şöyle düşünüyorum; verimsiz
bir toplantıya katılmak yerine, çok daha faydalı işler yapabilirim.
Eski tip yazı işleri toplantıları günümüzde anlamını yitirdi artık.
Çünkü zaman kaybı oluyor, verim alınamıyor.
Siz açıkça Posta gazetesinin yazı işleri toplantılarından
kaytardığınızı mı söylüyorsunuz?
(Gülüyor) Mutlaka benim de bulunmam gereken bir
toplantı olursa katılıyorum tabii. Yazı işleri toplantıları, az
önce de söylediğim gibi geniş zamana yayılarak yapılıyor. Kendine
has bir yapısı oluyor. Maalesef 2,5- 3 saatlik böyle bir zamanım
olmuyor. Kendi adıma, elimde iyi bir haber ya da iyi bir röportaj
varsa, ben iyi bir şeyi görmüşsem, bunu konuşmak için üç saate
yayılan toplantılara katılmaya çok ihtiyaç olmuyor. Elimdeki bilgi
kimi ilgilendiriyorsa, işleri toplayıp ona mail atar, ardından da
telefon açıp konuyu anlatırım. Bunu yapmak 15 dakika sürüyor. Bu
sayede 2 saat 45 dakika kazanıyorum ki, bu vakit darlığında çok
büyük bir kazanç. Yanlış da anlaşılmasın, yazı işleri
toplantılarını asla küçümsemiyorum. Sonuçta hepimiz o toplantıları
20 küsur yıldır yapıyoruz. Bu arada söylemeden geçmeyeyim bizim
yazı işlerinde müthiş çalışkan ve başarılı haber koordinatörümüz
Elif Yılmaz var. Gazetenin bugünkü başarısında Elif ve ekip
arkadaşlarının titizliğinin ve özverili çalışmasının rolü
büyüktür.
Hakan Çelik’le ilgili şöyle tespitler var… “Kamplaşmadan
uzak, yandaş ve candaş ayrımı yapmayan, polemik peşinde koşmayan,
insanları ötekileştirmeyen, siyasi durumlara göre pozisyon almayan
bir gazeteci…” Bu yorumlar çok hoş ama bu mesleği yaparken böyle
anılabilmek hiç de kolay olmasa gerek…
Bu tespitler için teşekkür ederim. Bunları yaparken,
ortaya koyarken illa ki orta yolcu olmaya gayret etmiyorum. Her
taraftanmış gibi davranmaya kendimi zorlayarak, hayatımı ve tarzımı
renksizleştirecek bir çaba içine girmiyorum. Herkese hoş görünmek
gibi bir kaygım yok. Ayrıca bu şahane bir şey de değil. Fakat ben
polemikten beslenen bir medya mensubu da değilim. Zaman zaman tabi
ki bu tarz polemiğe yol açacak yazılar yazabilirsiniz. Ama ne yazık
ki sadece bununla beslenen insanlar var. Ben onlardan biri
değilim.
Peki, siz nelerden besleniyorsunuz?
Ben; haberle, yazıyla, analizle, programla beslenen biriyim.
Polemikle beslenmek kısır bir şeydir, yararlı değildir. Dünya
çapında tanınan gazetecilerin bu tarz haberler yaptığını
göremezsiniz. Ne yazık ki polemik yapmak, kavga çıkarmak,
Türkiye’de ilgi duyulan bir faaliyet alanı… Ben buna kafa
yormuyorum. Zaten bunu yapacak olsaydım, ona ilgi duysaydım, o
kadar çok malzemenin içinde bulunuyorum ki; Bakanlar, Başbakanlar,
Genelkurmay Başkanları, Türkiye’nin en tanınmış sanatçıları ve iş
adamlarıyla diyaloglar içindeyim ben… Kimisiyle dostluk
ilişkilerim, kimisiyle de habercilikten kaynaklanan bir
tanışıklığım, samimiyetim var. Yani tırnak içinde söylemek
gerekirse, “Ne haberler patlatırım, ne haberler”… Ancak bunun
ne bana ne de onlara faydası olur. Zaman kaybından başka bir şey
değil ve o tip bir şeyle uğraşmıyorum.
Sizin bir açıklamanızı okudum… “Kolay sinirlenmem ama
endişeli ve kaygılı olduğum yanlarım da vardır” demişsiniz. Doğrusu
sizin endişe ve kaygılarınızı merak ettim Hakan Bey, öğrenebilir
miyim?
Hayata, Türkiye’ye, içinde bulunduğumuz coğrafyaya dair endişelerim
var. Zaten bunlarla ilgili kaygılı olmamak mümkün değil. Bu konuyu
biraz daha açayım da yanlış anlaşılmasın. Hayata karşı hepimizin
duyarlılıkları var. Duyarlı olmaya çalışan, çevresinde olup
bitenlere hassasiyet gösteren her insan, belirli oranda endişeli ve
kaygılıdır. Ama bu endişeleri, obsesif kompulsif boyutunda
söylemiyorum. İşin o kısmı hastalıklı bir takıntılılık anlamına
geliyor.
Biz Türkiye’de yaşıyoruz ve yaşadığımız gündem o kadar hızlı
değişiyor ve gelişiyor ki, neredeyse dün olanlarla yarın olacaklar
arasında hiçbir bağlantı olmayabiliyor.
Doğada, medyada, siyasette, futbolda zeminler sürekli kayıyor.
Böyle bir ülkeden bahsediyoruz ve bu kaymaları çoğu zaman kontrol
bile edemiyoruz. Bu sarsıntılı Türkiye gündemi, ister istemez
hepimizin hayatını kökünden etkiliyor.
Hayatta, dünyada, ülkemizde her şey değişebiliyor tabii…
Değişim normal değil mi?
Bakın at gözlüklü bir muhafazakârlıktan bahsetmiyorum, “Hayat
değişmesin, her şey aynı kalsın, insanlar 100 sene aynı idari
pozisyonda bulunsun” demiyorum. Ama kurumsallaşabilmek için
kurumların ve şirketlerin kök salması ve gelecek kuşaklara değer
üretebilmesi lazım, bunun için de bazı değerleri muhafaza etmek,
onlara sahip çıkmak gerekir. Türkiye’de ve dünyada endişelendiğim
şeyler var ve bunları sorguluyorum. Zaten gazetecilik sorgulamak,
merak etmek, şüphe duymak değil mi? Ülkemin dış politikasına dair
şüphe duyduğum, endişelendiğim, kaygılandığım şeyler var. Yani,
yanı başımızda olan bitenlere baksanıza… Bir gazeteci olarak, bana
söylenen her şeye inanarak “Oh her şey ne kadar da şahane gidiyor”
diyebilir miyim? Böyle bir lüksümüz var mı? Neden sürekli sorular
soruyoruz, televizyon programları yapıyoruz? Yaşananları sorgulamak
ve anlayabilmek için.
Ayrıca doğa ve çevrenin gidişatına dair ciddi kuşkularım var.
Türkiye, ne yazık ki doğal yapısını en hızlı kirleten ülke. Ciddi
olarak küresel iklim değişikliklerinin konuşulduğunu hiç gördünüz
mü? Turizmden 30 milyar dolar ekmek yiyen, aynı zamanda büyük bir
tarım ülkesi olan Türkiye’deki bu rahatlık sizi de şaşırtmıyor mu?
Sanki bu sorunlar hiç yokmuş gibi davranıyoruz. Turizm rakamlarında
ciddi azalmalar var ve bunu sadece küresel, ekonomik ya da siyasi
nedenlerle izah etmek mümkün değil. Türkiye, doğanın ve çevrenin
korunmasında, inanılmaz yanlışlar yapıyor. Nükleer santralı
Ruslarla kuracağız ve acaba doğru bir adım atıyor muyuz? Buna dair
bazı soru işaretlerim var. Türkiye’de bir sürü konuşulması gereken
konuyu yeterince konuşmuyoruz, günübirlik tartışmalar ve kavgalarla
geçiştiriyoruz. Deprem büyük risk, sadece sallanınca hatırlıyoruz.
Hazırlıklarımız yetersiz. Yılda 10 bin kişi trafik kazalarında
ölüyor. Atatürk’ün manevi kızı Ülkü Adatepe bir dizi vahim hatanın
sonucunda otoyolda hayatını kaybetti. Oturup kazayı analiz eden
kimse gördünüz mü? İnsan hayatı bu kadar değersiz olmamalı.
İçme sularımızla ilgili büyük bir sıkıntı yaşıyoruz…
“Damacana suları tehlikeli, musluk suyu için”
diyorlar. Türkiye’nin en bilinen peynir ve sucuk üreticilerinde
sorunlar çıktı. Kısa gündemler, Türkiye’de bir anda zirve yapıyor
ve ertesi gün unutuluyor. Bir ay önceki gündem konularını şu an
hatırlamıyoruz bile…
Balık hafızalıyız…
Bütün dünya biraz balık hafızalı ama ülkemizde çok
hızlı, çok daha yaygın yaşanıyor bu olay. Bunun altında,
Türkiye’deki yaşam hızının artması da yatıyor ama bizdeki unutma
hızı, bir gün bile değil. Türkiye’deki ortalama hafıza, 24 saatten
kısa. Gazetecilikte de öyle değil mi? Sabah haber toplantısına
oturuyoruz, bir sayfa yapmaya karar veriyoruz ve daha toplantı
bitmeden o sayfayı yıkmak zorunda kalıyoruz. Aynı sayfa, akşam bir
daha yıkılıyor. Bizde sayfanın aynı günde üç kez yıkılmasına neden
olan olaylar belki İsveç’te yılda bir kere oluyor. Ama Türkiye’nin
365 gününün 350’si böyle geçiyor. Sonuç olarak, gündemin böylesine
inanılmaz bir hızla değiştiği bir ülkede hayata Polyanna gibi
bakamazsınız, elbette endişelerim olacak. İçinde bulunduğumuz ortam
ve gelişmelerin bütününe bakınca, tedirgin olmamak için hayli rahat
mizaçlı bir insan olmalısınız!
Yani bu endişeler, temelde ülkenin durumuyla ilgili, öyle
mi?
Yarın İstanbul’da bir büyük deprem olsa, Allah
korusun, 7.2 şiddetinde bir deprem yaşasak, ortaya çıkacak tabloyu
düşünebiliyor musunuz? Ben bunu düşünüp, şimdiden kaygılanıyorum.
Günlük düşüncelerim ve sıkıntılarım arasında bu çok ciddi bir yer
tutuyor. İstanbul’da belki yüz binlerce insan hayatını kaybedecek,
ekonomi dibe vuracak… Türkiye ekonomisinin yüzde 50’si İstanbul’da
ve dünyanın hiçbir yerinde bu kadar yüksek bir oran tek şehir ya da
tek bölgeye toplanmamıştır. Bu çok ciddi bir risktir. “Aaa ne kadar
güzel, İstanbul dünya finans merkezi, kültür merkezi oldu” diyoruz
ama Türkiye’nin bütün ağırlığını tek şehre yığmakla acaba iyi bir
iş mi yapıyoruz? Bununla ilgili ciddi şüphelerim var. Büyük bir
deprem sonrasında, inanın kurtarma faaliyetleri bile tam anlamıyla
yapılamayacaktır. Öyle büyük bir deprem sonrasında devlet, bütün
bankalardaki paralara el koyar. Tabi ki bunun adını böyle koymaz
ama bütün mali kaynakları bloke ederken “Paranızı unutun, 3 yıl
sonra görüşürüz” diyecektir.
Büyük deprem sonrası ortaya çıkacak fotoğrafın tam bir
felaket olacağını söylüyorsunuz…
Türkiye’nin bütün hava ulaşımı, neredeyse yüzde 80’i Atatürk Hava
Limanı’ndan yapılıyor. Burasının bir hafta kullanılamamasının
Türkiye’ye maliyeti nedir, bunu bir hesaplayın. İşte bunları
düşündükçe, yarına dair kuşkularım ve endişelerim artarak büyüyor.
Bu konuların fazla konuşulmaması da beni daha fazla endişeye
sürüklüyor. Çünkü konuşması gereken insanlar; medya mensupları,
sivil toplum örgütleri bunları kanıksamış durumda. Doğrusu bu durum
da beni hayrete düşürüyor. Bu korkularımı paylaşınca da “Bırak
Hakan, sürekli bu endişeyle yaşanmaz” diyorlar. Benim amacım, karşı
karşıya olduğumuz tehlikeler hakkında insanlarda biraz farkındalık
yaratmak. Bununla da kalmayıp kendileri ve ülkeleri için birşeyler
yapsınlar istiyorum.
Deprem konusunda demek ki durum vahim…
Çok vahim. Koskoca Japonya’nın halini gördük. Dünya üzerinde belki
depreme en hazır ülke Japonya’dır, bakın son depremde ne hale
geldi! Japonya’nın yaşadığı son depremden kaybı, 500 milyar doları
geçti. Bu rakam, aşağı yukarı Türkiye’nin gayri safi milli
hasılasına denk geliyor. İlla ki her gün deprem konuşalım demiyorum
ama bu konuyla ilgili endişe ve kaygılarımızı da canlı tutmalıyız.
Başka bir konu da, İstanbul’un nüfusu. Şu anda 17 milyon insan
yaşıyor bu kentte. İstanbul’da yaşayan insanların mutlu olma
şansları kalmadı artık. Ne kadar para kazanırsanız kazanın, bu
kentte yaşıyorsanız mutlu olamazsınız. Çünkü bu fiziki şartlar;
zengine de, fakire de, eğitimliye de eğitimsize de Kürtüne de,
Türküne de, Alevisine de, Lazına da, Çerkezine de yaşam hakkı
tanımıyor. Bu kadar çok insanlı bir şehir mümkün değil.
İstanbul’da, Yunanistan ve İsveç’in toplam nüfusu kadar insan
yaşıyor. Dolayısıyla böyle bir şehirde çözüm ve politika
üretemezsiniz, mutluluk da dağıtamazsınız. Gelinen noktada hiçbir
parti bu işin altından kalkamaz. Şehrin sorunları artık boyumuzu
aştı. Niye İstanbul’da yolda herkes birbirini öldürecekmiş gibi
bakıyor dersiniz. “Bana neden yan baktın” diyerek işlenen
cinayetler kriterinde İstanbul dünyada ilk sırada. Sadece bundan
ötürü insanlar birbirini bıçaklıyor. Gidin bakın, şu anda
İstanbul’daki bütün taksilerde sopa ya da levye bulursunuz.
Düşünsenize Londra’da böyle bir şeye izin verilebilir mi?
İstanbul son derece kötü ve tehlikeli bir durumda
mı…
Bu kadar sıkışan bir şehirde hayatı nasıl yöneteceksiniz?
İstanbul’un finans merkezi olma yönündeki adımlarını da şaşkınlıkla
izliyorum. Soruyorum, Atatürk Hava Limanı’ndan taksiye binen bir
insan Maslak’a kaç dakikada gidebilir?
Yaklaşık iki saat…
Evet, belki daha fazla. Ben bu sürede İstanbul’dan Münih’e
uçuyorum. Türkiye’de nüfus odaklı, ülke nüfusunun artmasına yönelik
konuşmalar yapıyoruz ama bu nüfusun dağılımı konusunda çok ciddi
sorunlar var. Bu stratejik bir tehdittir. İstanbul’un bu kadar
büyümüş olması Türkiye’nin karşılaştığı en büyük stratejik
tehditlerden biridir. Suriye ve Irak konusu kadar, enerji sorunu
kadar büyük tehditlerden birisi İstanbul’dur.
Peki nasıl çözülecek sorun?
Bütün cazibe unsurlarını İstanbul’da toplamaktan biran
önce vazgeçelim. Ben Anadolu’da yeni şehirler yaratmaktan yanayım.
Küçük birer San Francisco ya da San Diego gibi. Her şeyi baştan
yapalım. Çevreci, doğa dostu, üniversite şehirleri olsun. Akıllı
üretim, tarım yapalım. Yenilenebilir enerji kullanalım. Ankara’nın
hala bir şansı var.
Biraz da Posta Gazetesi’ni konuşalım Hakan Bey… Türkiye’nin
en çok satan gazetesi Posta’nın bu başarısının altında ne yatıyor
size göre?
Posta, asıl hedefi yüksek tiraj olan, kolay ve rahat
okunan bir gazete. Ortalama okur kitlesinin, içinde her şeyi
bulabildiği bir gazete. Adeta bir süpermarket gibi. Mehmet Ali
Birand gibi çok verimli ve çalışkan bir gazeteci bizde yazıyor.
Rauf Tamer ustanın farklı bir tarzı var. Gazetenin hazırlanmasında
Yazgülü Aldoğan gibi deneyimli bir isim ve Mehmet Coşkundeniz gibi
popüler kültürü iyi takip eden arkadaşlarımızın emeği var. En
sıkışık gündemde bile birinci sayfada yer bulabilen çocuk
fotoğrafları ve şairler köşesinin bizi olduğumuz yerden bir miktar
aşağı çektiğini düşünüyorum.
Sunumu da güzel yapılıyor…
Genel olarak Posta’nın okur tarafından kolay algılanan ve beğenilen
bir sunumu var. Ama bununla birlikte gazetenin içine gidince bütün
okur kesimlerinin kendilerinden bir şey bulabilecekleri köşe
yazarları, sağlık dizileri var. İyi magazin veren bir gazete, ki
magazini de küçümsememek gerekir. Dolayısıyla içerik yönetimini iyi
ve başarılı yapan bir gazete Posta. Birinci sayfa ise oldukça
popüler bir çizgide hazırlanıyor. Bizim gibi hayatını fikir ve
analiz ortaya koyarak kazanan insanlar için birçok haberin
Posta’nın iç sayfalarında kaybolması ve birinci sayfada neredeyse
hiç yer bulamaması öteden beri önemli bir eksiklik oldu. Fakat bu
durum, yayın yönetmeninin bir tercihi. Doğan Grubu içinde en
mutevazı imkanlarla yayınlanan bir gazete olmasına rağmen, çok
okunan, çok satılan ve erişimi yüksek bir gazete Posta. Sadece çok
satılan demiyorum, erişimi de yüksek, çünkü birden fazla kişi
Posta’yı okuyor. Yani rakamlara bakınca, aşağı yukarı bir Kanal D
kadar erişimi var. Bu da çok büyük bir avantaj. Hal böyle olunca da
reklam satışları ve gelirlerle birlikte Türkiye’de en çok para
kazanan ve gelir elde eden yayın kuruluşlarından bir tanesidir
Posta. Ofis boyundan sekreterine, sayfa sekreterinden ulaştırma
servisine kadar herkesin canla başla çalıştığı bir yerdir. Bizde
insanlar genellikle gazeteden ancak gece yarısı çıkar.
Bunlar her zaman istenen şeyler değil mi?
En az para harcanan ama en çok para kazandıran gazete formatı,
patronların arayıp da bulamayacakları bir şeydir. Gruptaki diğer
yayın organlarıyla mukayese ederseniz, Doğan Grubu’nun, neredeyse
hiç para harcamadan en çok geliri Posta gazetesinden elde ettiğini
görürsünüz. Ama bu sürdürülebilir mi ya da ne kadar gider bundan
emin değilim. O yüzden bu formatı yeniden ele alıp incelemek gerek
diye düşünüyorum. Bugün için bir başarı hikayesidir ve uzun
zamandır da çok satan bir gazete ama bu değişmekte olan medya
alışkanlıklarında ve trendlerinde, internet ortamlarının ve
internet sitelerinin bu kadar güçlendiği bir ortamda, gazetemiz
bugünkü planlama yaklaşımıyla başarı çizgisini daha ne kadar
sürdürebilir bilmiyorum. Bu nedenle yeni değerler ve modeller inşa
etmemiz gerektiğine inanıyorum.
İnternet gazeteciliği hızla gelişiyor. Bu durum diğer
gazeteleri de etkileyecek elbette…
Bunu sadece Posta için söylemiyorum. Tüm basılı
mecralardan bahsediyorum. Türkiye’de kağıda basılı mecraların
ortalama üç yıl ömrünün kaldığını düşünüyorum. Tabi ki bundan
kastım, dördüncü yılın sonunda gazetelerin yok olması değil.
Bahsettiğim, tirajların çok düşmesi, reklam gelirlerinin azalması
ve gazetelerin gündem yaratma ve belirleme güçlerini bir oranda
kaybetmesidir. Bunun da üç yıl içinde olacağını düşünüyorum. Sonuç
olarak Posta gazetesi 2015 yılında hala bugünkü formatı üzerinden
devam ediyor olursa, zararlı çıkar. Üç yıl sonra medya dünyasında
esecek kuvvetli rüzgarlar için şimdiden daha çok çalışmaya ihtiyaç
var.
Hazırlık yapan gazete var mı?
Türkiye’de bu konuda en ciddi hazırlık yapan kurum, Hürriyet
gazetesi. Bence onlar tehlikeyi fark ettiler. Ne yazık ki biz
tehlikenin farkında değiliz. Bir tek Hürriyet farkında, çünkü
Türkiye’nin en kurumsal gazetesi Hürriyet’tir. Yayın yönetmeninden
muhabirine, idari bölümden ulaştırmasına kadar hepsi kurumsal
kimliği çok iyi taşıyor. İnternete adaptasyon konusunda, Vuslat
Doğan Sabancı çok doğru bir hamle yaptı. Enis Berberoğlu’yla
birlikte web tabanlı gazeteler, I pad gazeteleri hazırladılar.
Gazeteyle internet sitesinin uyumlu ve birbirini destekler bir
şekilde çalışmasını sağladılar. Bu konuda artık hiçbir gazete
komplekse kapılmamalı. Çünkü gazetenin internet desteğine çok
ihtiyacı var.
Posta gazetesi internete adaptasyon konusunda ne
durumda?
Posta gazetesi, internet tabanlı çalışmalarda çok geç kaldı ve ben
bunun bir hata olduğunu düşünüyorum. Çok çok geç kaldık. Doğan
Medya Grubu’nun kurumsal bilgi birikimi, Posta gazetesine olması
gerektiği gibi yansıtılmadı. Böyle olunca da Posta, bilişim
teknolojilerinde internetin sağlayacağı hizmetlerden istediği
oranda yararlanamadı.
Her şeye rağmen bu trendi bir yerlerinden yakalamak mümkün. Çok
çalışmak ve bunun farkında olmak lazım. İnternet, para ve itibar
kazandıran bir mecra. Amerika’da Barack Obama, Türkiye’de Abdullah
Gül, gezilerine internet gazetecilerini de davet ediyor artık.
Böyle bir fenomene nasıl sırtımızı dönebiliriz ki. Sadece kağıda
basılı gazeteyle insanları mutlu etmek mümkün olmayacak. Okur “Bana
daha başka ne veriyorsun?” diye soracak. O yüzden iyimser bir
tahminle üç yıl diyorum. İnşallah o zaman geldiğinde, yine bir
araya gelir ve bugün konuştuklarımızı hatırlatırız.
Posta Gazetesi Ankara Temsilcisi’nin günlük temposu nasıl
geçiyor, her an sürprizler yaşıyor musunuz?
Bizim gibi kalabalık Ankara bürolarına sahip olmayan
küçük gazete yapılarında, temsilcilerin yükü daha ağır oluyor. Her
olaydan, faaliyetten bizzat temsilci olarak haberdar olmam lazım.
Ekonomiden savunmaya, parlamentodan siyasi partilere kadar her şeyi
ben takip ediyorum.
Bu çok büyük bir yük…
Evet, bundan ötürü de çok yoğun bir koşturma içindeyim. Haberdar
olunması gereken bütün önemli gelişmeleri kişisel olarak takip
etmeye çalışıyorum. Ciddi mesai ve zaman harcıyorum. Gazeteciliğin
doğasında çok rekabetçi bir ortam var.
Ankara’da gazetecilik ya da Ankara gazeteciliği farklı
mıdır?
Bence, klasik anlamda Ankara gazeteciliği diye bir şey kalmadı
artık. O eskidendi ve bitti. Gazetecilik gazeteciliktir ve evrensel
bir meslektir. San Francisco, Tahran ve Paris’te gazeteciliğin
temel ilkeleri neyse bizde de o. Öyle de olmalı... Zaten artık
Ankara, haber üreten bir başkent olma hüviyetini İstanbul’la
paylaşmaya başladı. İstanbul, Türkiye’nin adı konulmamış başkenti
durumunda. Başbakan Recep Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül,
haftanın yarısını İstanbul’da geçiriyor. Çünkü Türkiye’deki pek çok
önemli kurum bu şehirde. Başbakan’ın Dolmabahçe Sarayı’nda ofisi
var, Cumhurbaşkanı da zaman zaman Tarabya’da kabuller yapıyor.
Bakanlar kurulunun yarısı burada… Ankara’da meclis kulislerinde
haber takip edip manşet çıkarmak her ne kadar halen mümkün olsa da
artık 70’ler, 80’lerde ya da 90’larda yaşamıyoruz. Türkiye artık
kabına sığamayan bir ülke olduğu için sürekli olarak uluslararası
bir ziyaret trafiği içindeyiz. NATO zirveleri, uluslararası ekonomi
konferansları… Dolayısıyla siyasetçilerin Ankara’da oturma dönemi
bittiğine göre, gazetecilerin de oturma dönemi bitmiş olmalı.
Yeni nesil siyasetçiler de dolaşmayı, yurt dışına çıkmayı
seviyorlar.
Gerçekten de öyle ama bu aslında bir zorunluluk. Eski
Ankara gazeteciliğinde, bazı gazetecilere kapalı zarflar içinde
bilgiler gelirdi. Onlar da gelen bilgilerden bir özet çıkarır,
kendi bilgilerini de katar ve bir haber oluştururdu. Bu dönem artık
büyük oranda değişti. Haber artık daha dinamik bir ortamda
oluşuyor. Ankara’da koltuğa çakılı kalma dönemi bitti. Türkiye çok
iddialı bir ülke, 2023 yılında ilk 10 ülkeden biri olmak
istiyorsak, bu dinamizmi ve enerjiyi de ortaya koyma iddiasında
olmalıyız. Siyasetçisi, bakanı, sivil toplum örgütleri, meslek
örgütleri yerinde oturmamalı, yoksa olmaz. Çin’le, Rusya’yla,
Brezilya’yla rekabet eden bir ülkeden bahsediyoruz ki bunlar çok
enerjik ülkeler. Yeni dönemde Türkiye’nin bilişim çağını yakalamak
gibi bir zorunluluğu var. Artık dev gemiler ya da motorlar üretmek
yerine moleküler biyolojiyle, yüksek teknolojiyle ilgilenmek
gerekiyor. Hedeflerimiz bunlar olmalı. İsrail kendi Silikon
Vadisi’lerini kurarak, teknolojiye yatırım yaparak bunu başardı.
Neden tüm dünya İsrail’den insansız hava aracı almaya çalışıyor,
bunları sorgulamak lazım.
Sınırlarımızda yaşanan gelişmeler de son derece tehlikeli
boyutlarda… İran, Irak ve Suriye… Yaşananlar Türkiye’yi nereye
götürüyor? Vatandaş bunu çok merak ediyor Hakan Bey.
İki sene önce başka bir Türkiye vardı. Başka
ilişkileri olan bir ülke vardı. Oysa bugün, bölünme, parçalanma ve
büyük savaşlara girme ihtimalleri konuşuluyor. İçinde yaşadığımız
coğrafyanın şartları çok farklı. Her an değişen dinamiklere hazır
olmak ve bunları anlamak lazım. Sınır komşumuz İsviçre, Fransa ya
da Portekiz değil ki. Benim komşum İran, Irak, Suriye… Bunlar
sosyal gelişmelerini tamamlayamamış, demokrasiden çok uzakta,
özgürleşmelerle ilişkisi olmayan, dini çatışmalar yaşayan ülkeler.
Batıyla sürekli çatışma halinde olan bir medeniyetin parçalarını
oluşturuyorlar. Hal böyle olunca da, “Her şeyi mükemmel yaptık,
bitirdik. Komşularla mutlu yaşıyoruz” tarzı açıklamalar yaparsam,
bu ülke insanı için büyük bir yanılsama olur.
Türkiye’nin savaşa girme ihtimali yüz üzerinden
nedir?
Risk az değil, işte herkes çevremizde yaşananları görüyor… Barzani
ile Türkiye’nin bugün bir hukuku var ama yarın Barzani’nin
Suriye’deki Kürtlerin hamiliğine soyunup, ülkemizdeki Kürtlere
“ayrılıkçı” bir mesaj yollamayacağını kim garanti edebilir? Sadece
bu da değil, bir sürü faktör var. Size şöyle senaryolar çizeyim,
İsrail gidip İran’daki bir tesisi vurursa, İran’ın Malatya
Kürecik’i vurmayacağını garanti edebilir misiniz? Çünkü Rusya ve
İran deklare ettiler. “Güvenliğimize yönelik en küçük bir tehdit
algılaması hissedersek, Malatya Kürecik’teki radar tesisini hedef
alırız” dediler. Şimdi düşünün, Türkiye kendi şehirlerinden biri
böyle bir silahlı saldırıya maruz kalırsa cevap vermemek gibi bir
durum içine girebilir mi? Tabi ki giremez. Yarın Irak’la da buna
benzer şeyler yaşanabilir. Bağdat yönetiminin başındaki isim Nuri
El Maliki, sürekli olarak Türkiye’ye tehdit mesajları gönderiyor.
Dolayısıyla tehdit tek boyutlu ve tek merkezli değil. Ortak akıl ve
zekayla bunlara yanıt bulunmalı ve çözüm üretilmeli. Türkiye’nin
bunu başarabilecek bilgi birikimi ve devlet geleneği var.
Gerçekten çok zor ve tehlikeli bir çember
içindeyiz…
Bakın birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’nin bölgedeki en önemli
müttefiki İsrail’di. Bugün neredeyse çatışma noktasındayız. Yarın
İsrail, Türkiye’yi Kıbrıs açıklarında Rum kesimiyle birlikte bir
oldu bittiye getirirse, yanıt vermememiz mümkün olabilir mi? Bakın
ne kadar çok cepheden bahsediyorum size. Ya da Türkiye, Suriye’yle
bir çatışma içine girerse ve bu çatışma bir boyutuyla Rusya’ya
yansırsa… Çünkü onların Suriye topraklarında üssü var. Biz
Rusya’yla çatışma yaşayabiliriz. En büyük yanılsama, aşırı bir
özgüven içinde “Biz bu işi başardık, biz en iyiyiz” demektir. Şunu
söylemeliyim ki, böyle bir özgüven patlaması içinde hareket
edemeyeceğimiz bir coğrafyada yaşıyoruz. Havacılıkta ve
uluslararası diplomaside, en tehlikeli şey ‘Over confidence’tir
(Aşırı Güven). Havacılık kurallarına uymayarak aşırı şekilde
kendine güvenen bir pilot, sonunda uçağı yere çakıverir. Ben bundan
endişeleniyorum.
Türkiye, yurt dışı politikasında doğru bir siyaset mi
izliyor size göre?
Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan ikilisinin ortaya koydukları ilk
dönem vizyonunun doğru olduğunu düşünüyorum. Reformist, çoğulcu,
özgürlükçü bakış açısı Türkiye’yi Avrupa birliğine ve batıya
yaklaştırdı. Ancak, Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan çizgisinden
sonra atılan bazı dış politika adımlarının doğruluğundan çok emin
değilim. Özellikle son dönem Ahmet Davutoğlu’nun dış politika
yönetimini büyük oranda üstlendiği süreçte atılan bazı adımların,
zamanlama, kapsam ve içerik olarak isabetinden şüpheliyim.
Eleştirilere kulak vermek gerekir. Dünyanın hiçbir ülkesinde dış
politika tek bir vizyona takılıp kalarak yönetilmez. Dış politika,
akademisyenlerin, bilim adamlarının, sivil toplum kuruluşlarının,
medyanın, akil adamların birlikte katkı sağladığı bir ekip işidir.
Zaten Türkiye’nin o her zaman atıfta bulunduğu “yumuşak güç”
olmanın yolu da buradan geçiyor. Tabi ki tek bir adam uygulayıcıdır
ama bunun arkasında bir zenginlik olmalı. Türkiye’de büyük bir
zenginlik var, fakat Dışişleri Bakanımız Prof. Dr. Ahmet
Davutoğlu’nun bu zenginlikten ne kadar faydalandığı konusunda emin
değilim. Davutoğlu Hoca konuya, “Ben zaten her şeyi biliyorum, o
çocukları da ben yetiştirdim” noktasında mı bakıyor,
bilmiyorum.
Hakan Bey, “Kötü şeyler olabilir ve uluslararası arenada
çakılabiliriz” mi diyorsunuz, yoksa ben mi yanlış
anlıyorum?
Elbette böyle riskler var, bakın çevremize. Allah korusun. Bu
durum, uzun yıllardır uçan pilotların hiç de yapmamaları gereken
bir özgüven gösterisi gibi. Kitaba uygun gitmek lazım. Havacılıkta
‘check list’ vardır ve pilot isterse 40 yıldır bu işi yapıyor
olsun, o listeye uymak zorundadır. Aksi halde hava yolu şirketi
bunun hesabını sorar. Havacılıkta ve diplomaside de bir ‘check
list’le gitmek lazım. Açıkçası, zaman zaman Türkiye’nin bir
‘checklist’i olduğu noktasında kaygı duyuyorum. AK Parti’nin
kadrosundaki akil adamların çokluğu noktasında büyük bir zenginliği
var. Dış politikayı çok iyi bilen insanlar var. Ama bu zenginliğin,
dış politika uygulamalarımıza ve karar alma süreçlerimize ne kadar
yansıyor, bundan çok emin değilim.
Kafanızdaki soru işaretleri, çok fazla anladığım
kadarıyla…
Herkesin her şeyi, bütün politikaları doğru bilmesi ve uygulaması
gibi bir şey söz konusu değil. İlahi bir sistem değil ki bu,
insanlar hata yapabilir ve bu kötü değildir. Hata yaptığımız zaman
kabul etmek, bundan ders almak ve süreci onarmak lazım. Türkiye,
dünyadaki pek çok güç odağına çomak soktu. Uluslararası arenada dev
oyuncularla rekabet ediyoruz. Türkiye’nin dış politika yönelimi ve
hedeflerinin yanlış olduğunu söylemiyorum ama bunun uygulaması
noktasında doğru yöntemlerle yaklaşılıyor mu? Bunu sormak lazım.
Türkiye bugün; Fransa, Rusya, İngiltere, Çin ve Amerika’yla çıkar
çatışmaları yaşadığı bölgelerde üstünlük elde etmeye çalışıyor.
Bunu yaptığınız zaman, adam gelir arkanızdan tekmeyi atıverir.
Bütün dünyayı karşınıza alarak dış politika yapamazsınız. Dost
kazanmak çok zor bir şey. AK Parti bunun için çok emek verdi,
yıllarca uğraştı. Başbakan Tayyip Erdoğan bu işe ömrünü verdi. Pek
çok dünya lideriyle yıllarca çarpışarak bu noktaya geldi ve
başarılı oldu. Ama son birkaç yıl içinde, kazanılan mevzileri
korumak için gereken özeni gösterdik mi, bundan pek emin
değilim.
Hakan Bey, Başbakan’nın sağlığı çok merak ediliyor… Gerçi
bu konuda ayrıntılı bilgi verilmiyor ama sizin bize
söyleyecekleriniz olabilir mi?
Bence durumu çok iyi. Dediğiniz gibi sağlığı hakkında
bir sürü dedikodu yapıldı. Ama benim gördüğüm sağlık durumu son
derece iyi. Kendisiyle pek çok ortamda bir araya geliyorum ve ben
sağlığını çok iyi görüyorum. Hızlı bir toparlanma süreci içine
girdi. Çalışma temposu onu besliyor, iyileştiriyor. Eğer bir ay
daha yatsaydı, belki sağlığı bugünkü kadar iyi olmayabilirdi.
İşinin başına doktorların izin verdiği en kısa sürede döndü ve
sağlığını kazanmak adına iyi de oldu. Beğenin ya da beğenmeyin,
dünyanın en çalışkan liderlerinden biri Tayyip Erdoğan.
Eleştirebilirsiniz, bunlar ayrı şeyler ama çalışkanlığı konusunda
kimsenin tereddüdü yok. Partisinin görüşlerini ve Türkiye’yi
anlatmak için dünyayı defalarca dolaştı. Ortaya koyduğu vizyon
Ankara’yı uluslararası ilişkilerde ne yapacağı merak edilen bir
başkent haline getirdi. Ayrıca iktidarının 10. yılında sokakla,
vatandaşla bu kadar iyi iletişim kurabilen başka bir lider yok.
Belli bir çizgiyi sürdürebilmek kolay iş değil.
Başbakan’ın eleştiriye açık olmadığı söyleniyor. Gerçekten
de böyle midir? Siz yakından tanıyorsunuz…
Çevrenizde, herhangi bir meslek grubunda eleştiriden
hoşlanan birini gördünüz mü? Türk insanı eleştiriyi çok sevmiyor.
Doğrudan kişisel bir noktadan bakmaya başlıyoruz. Televizyon
programlarına katılan gazeteciler de öyle değil mi, gazeteciler
arasında bir eleştiri çıktığı zaman, eleştiren kişiden nefret
ediyorlar. Onu kara listeye alıyorlar. Hep böyle değil mi? Bu
Türkiye’nin hoşgörü alanı sınırlı.
İki bin yıl boyunca büyük fikirler ve uygarlıklara evsahipliği
yapmış Akdeniz’in en doğulu toplumu Türkiye. Eleştiriden nefret
eden bir kültürümüz var. Ülke olarak böyle bir şey var. Hemen sizi
bir kenara itiyorlar. Almanya ya da Fransa’da birini eleştirsem,
benimle konuşup fikrimi değiştirmeye çalışır ya da hatasını kabul
eder, buradaki gibi kalkıp gitmez. Biz masadan kalkıyoruz,
birbirimizin kafasına kitap fırlatıyoruz. Avrupa’da Meclis
kürsüsünde bardak kırılan bir tane ülke gösteremezsiniz. Uçan
tekmelerin, yumruklaşmaların olduğu bir Meclis profili sadece üç
dört ülkede var. Tayvan, Hong Kong, Güney Kore ve Türkiye…
Parlamentomuz henüz gelişmemiş gibi bir sonuç çıkıyor
ortaya…
Bizim parlamentomuza daha yeni bir Hıristiyan
vatandaşı girebildi. Yüzlerce yıllık kültürlere ev sahipliği yapmış
toprakların üzerine kurulmuş bir parlamentodan bahsediyorum. Mesela
Meclis’te eşcinsel, lezbiyen de olabilir. Farklı cinsel
tercihlerin, inançların, etnik özelliklerin bir arada barış içinde
yaşayabilmeli. Onaylamak zorunda değilsiniz ama hiç değilse
saldırmayın. Türkiye zenginliklerinden faydalanamayan, bunu heba
eden, bilgiden nefret eden, kültür düşmanı bir toplum profili
çiziyor. Başka hangi ülkenin dilinde “Çok okuma, deli olursun” gibi
bir ifade var? Kültürün küçümsendiği bir toplum, ülkeler arasında
ilk ona giremez. Dünyada, bilginin ve entelektüel zenginliklerin
yok sayıldığı ülkeler, bir yerde takılıp kalırlar. Türkiye şimdi
böyle bir riskle karşı karşıya bulunuyor. Türkiye daha düne kadar
engellilerini dışlayan bir ülkeydi. Engelli insanlar sokağa
çıkamıyordu. Ülkemizde, bir avuç Hıristiyan, Musevi ve Ermeni yok
olup gidiyor. İstanbul neden rengini kaybetti? Neden Kuala Lumpur
ya da Dubai’ye benzeyen bir şehir haline geldi? İstanbul ölçek ve
katman olarak Roma, Londra ya da Paris’le yarışabilecek durumdayken
Kuala Lumpur’a dönüşüyorsa bunu sorgulamak gerekir. Türkiye, tarihi
zenginliklerin üzerine beton dökerek yeni binalar inşa etmekten
vazgeçmeli. O kalıntıların altında başka medeniyetler var. Bunlara
sahip çıkmalıyız. 2 bin yıl sonra dünyanın hala en muhteşem
katedrali Ayasofya ise bundan gurur duymalıyız. Bu bizim için bir
şans.
1990’da İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden
mezun oldunuz.
1988 yılında gazeteciliğe başladım. Neredeyse 25 yıl olmuş.
Evet, çeyrek asırdan bahsediyoruz. Hedeflerinize ulaştınız
mı?
Gazetecilik gibi mesleklerde bunu söylemek imkansız. Yaşam boyu
süren bir öğrenme ve aktarma süreci bu. Türkiye’de insanı yiyip
bitiren bir çekişme ve didişme ortamı var, neredeyse her sektörde.
Ama medyada daha belirgin. Birşeyler üretirken sürekli sizi
ayağınızdan çekmeye çalışan insanlarla uğraşıyorsunuz. Genellikle
bu insanlar hemen yanıbaşınızda oluyor. Bir kazık yediğinizi de
genellikle geç fark ediyorsunuz. İlişkilerin bu kadar kaygan ve
değişken olduğu başka bir iş kolu görmedim.
Peki, en büyük hedefiniz nedir, “Mutlaka yapacağım”
dediğiniz?
Gazetecilik, radyoculuk ve televizyonculuk alanında, sorumlu
olduğum yayın kuşaklarında, yazdığım metinlerde her zaman en iyi ya
da en iyilerden biri olmak, atıfta bulunulan bir gazeteci olmak,
dikkat ederseniz sadece haber sunmak ya da anchorman’lik diyerek
sınırlamadım.
Yok mu öyle bir isteğiniz?
Var tabi ki…
Teklif gelmedi mi?
Geldi. Ama ben her gün bir televizyon ya da gazete
binasına çakılmak gibi sabit bir faaliyette bulunmayı istiyor
muyum, henüz buna karar veremedim.
Anchorman olmak bir yere bağlanmak anlamına mı
geliyor?
Bir anlamda öyle. Ben Türkiye’de en hareketli gazetecilerden
biriyim ama böyle bir işe girince yerimden kıpırdayamam. Yine de
istediğim şartlar yerine gelir ve özgür bir yayın yapma imkanı
bulacağıma inanırsam, tekliflere evet diyebilirim.
Anladığım kadarıyla farklı bir anchormenlik var
kafanızda…
Şimdiye kadar yapılanları küçümsemiyorum. Sevgili
Mehmet Ali Birand, Uğur Dündar ve Ali Kırca çok güzel şeyler
yaptılar, kendi tarzlarını yarattılar ama ben çok daha farklı bir
şey yapmak istiyorum. Bu isimlerin yaptıkları şeyler, bizim için
bir kültür mirası niteliğinde ama hayat değişirken, insanların
beklentileri bu kadar hızlanmışken, yeni şeyler de vermek lazım.
Eğer televizyon kanalları buna istekliyse, ben bu işin en iyisini
yaparım, buna hiç şüphem yok.
İnternette dolaşan bir video vardı. Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan, Kanal 24’teki programınıza bağlanıyordu. Bundan biraz
bahseder misiniz?
Başbakan Erdoğan, bir kere ben yayındayken telefon
etti, bir kez de canlı yayınıma katıldı. İlk olarak klarnet
sanatçısı Serkan Çağrı’yla yaptığım programı aradı. “Başbakan
arıyor” dediler ve telefonu uzattılar. İlk başta çocuklar şaka
yapıyor diye düşündüm ama sonrasında gerçekten hattın ucunda
Erdoğan’ın olduğunu anladım. Başbakan, “Hakan, program çok güzel
gidiyor, tebrik ederim. Seni ve Serkan Çağrı’yı kutlarım” dedi.
“Program bitti mi?” diye sordu. Ben de “Devam ediyoruz” deyince,
“Devam edin, dinliyoruz, keyif alıyoruz. Hatta bize de bir şarkı
gönderin” dedi.
Gerçekten hoş bir sürpriz olmuş…
Evet. “Özel bir şarkı isteğiniz varsa Serkan’ın çalmasını rica
edeyim” deyince kendisi “Hayır, gönlünden ne koparsa” diye
cevapladı. Kendisinden müsaade isteyerek, “Bu görüşmeyi canlı
yayında açıklayabilir miyim?” dedim. “Elbette” deyince canlı
yayında paylaştım. Bir diğer arama da bu olaydan bir hafta sonra
oldu. Programıma, Caner adlı down sendromlu bir genç yüzücüyü konuk
etmiştim. Caner konuşamıyordu ve programıma babasıyla katılmıştı.
Başarılı bir yüzücü, sohbet ediyoruz ve ben de çok duygulandım. Bir
süre sonra, “Başbakan arıyor, yayına bağlanacak” dediler. Başbakan
yayında son derece duygusal ve güzel bir konuşma yaptı. “Hakan Bey,
size teşekkür ediyor ve böyle bir konuyu ele aldığınız için sizi
kutluyorum. Ben de bu konularda çok hassasım. Emine Hanım’ın bir
akrabası da down sendromluydu, o yüzden bu durumları biliyorum”
dedi. Youtube da bunlar var. Erdoğan bunun gibi konularda insani
dokunuşu çok farklı bir insan. Neredeyse 20 yıldır tanıyorum
kendisini, benim çocukluğum da Başbakan’ın Beyoğlu’nda doğup
büyüdüğü yerlerde geçti. Ben de tıpkı onun gibi Beyoğlu’nun arka
sokaklarında su satarak harçlığımı çıkarıyordum. Erdoğan, İstanbul
Belediye Başkanlığı’na hazırlanırken o zamanlar Hür FM’de (Hürriyet
Gazetesi’nin radyosu) yaptığım programa konuk olmuştu. Gündemin en
yoğun günlerinde Başbakan Erdoğan’ın telefon açarak programımla
ilgili beğenisini dile getirmesi ve canlı yayına katılması benim
için çok değerli. Onur duydum ve çok mutlu oldum.
Devlet liderlerimizle bu tarz başka anılarınız var mı?
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün geçen seneki
Türkmenistan ziyaretine katılmıştım. Gül, yemek yediğimiz sırada
beni oturduğu masaya çağırdı. Türkmenistan Cumhurbaşkanı’ya sohbet
ediyordu. Beni yanına oturttu ve Türkmenistan Cumhurbaşkanıyla
tanıştırdı. “Bu arkadaşımız, Türkiye’de televizyonculukta çok
başarılıdır ve müziği de iyi bilen birisidir” dedi... Cumhurbaşkanı
Gül gibi çok takdir ettiğim bir liderin izlediği programları yapmış
olmaktan onur duydum. Bunlar insanı çok motive eden şeyler.
Dünyadaki Ortodoksların dini lideri Patrik Bartholomeos’la
Vatikan’a gitmiştik. Orada beni Papa 16. Benedikt ile tanıştırdı.
“Türkiye’de dinler arası diyaloğu bu kadar iyi bilen bir gazeteci
yoktur. Biz de çok takdir eder ve sayarız. Bu yüzden Papa
hazretleri sizinle tanıştırmak istiyorum” dedi. Biz işimizi
okurlarımız ve izleyicilerimiz için yapıyoruz fakat bu seviyelerde
de güvenilmek, bunları yaşamak bir gazeteci, bir yayıncı için çok
önemli.
Siz çok da seyahat ediyorsunuz. Kaç ülkede bulundunuz?
Dünyada 100’den fazla ülkeye gittim. Çok insan ve çok
lider tanıdım. Dünya üzerinde tanışmadığım ve konuşmadığım lider
neredeyse yok. Bush’undan tutun da Medvedev’ine, Putin’den
Castro’ya kadar… Bu kadar insan tanımak da doğal olarak insana
farklı bir vizyon katıyor.
Sizi en çok etkileyen ülkeler hangisi oldu?
Eğitimimin bir bölümünü İngiltere’de yaptığımdan o
ülkeyle aramda duygusal bir yakınlık var. Japonya, hayranlık
duyduğum ülkelerden bir tanesidir. Sekiz kez Japonya’ya gittim ve
artık bir Japonya uzmanı olduğumu söyleyebilirim.
Japonya’da depreme yakalandınız mı?
Evet, yakalandım.
Oradaki insanların deprem karşısındaki tavırları
nasıl?
Japonya’da depreme yakalanmak, çok güvendiğiniz bir havayolu
şirketinde türbülansa yakalanmak gibi. Zangır zangır sallanabilir,
uçağın içinde büyük sarsıntılar yaşayabilirsiniz. Kaldı ki başıma
da çok sık geliyor ama ben güvendiğim bir havayoluyla uçtuğum için
kitabımı okumaya devam ediyorum. Japonya böyle bir yer. Bu
insanlara çok saygı duyuyorum. Çünkü orada bir toplantı saat
07.00’de denmişse, insanlar o saatte gelir. Ben de o adamdan
korkmam. Japon ve Amerikalı işini savsaklamıyor. Amerika’nın şu
anda dünyayı yönetiyor olmasının en önemli sebeplerinden biri,
bilgiye ve araştırmaya verdikleri önem. Stanford, Berkley, Harvard,
Yale gibi marka üniversiteleri var. Bu üniversiteleri
çıkardığınızda geriye ne kalır? Bilgiyi önemseyen, akademik
çalışmalara önem veren ülkelerden korkmayın. Çünkü demokrasi ve
özgürlükler ancak hür düşünceyle gelişebilir.
Demokrasi deyince bir de Türk basınının özellikle çok
ilgilendiği bir Silivri gerçeği var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Basın tarihi ilerleyen zamanlarda Silivri’yle ilgili nasıl bir
yorum yapacak?
Valla ben bunu sadece gazetecilerle ilgili olarak
değil de genel tutukluluk halleri üzerinden cevaplayayım. Tabi ki
devletin sahip olduğu bilgilerin birçoğunu bilmiyorum ama benim de
anlamakta zorlandığım şeyler oluyor. Uzun tutukluluk halleri,
işkenceye ve bi zati cezaya dönüşüyor ki, bu bence sorunlu bir
durum. İlker Başbuğ, Türkiye’de uzun süreler boyunca Genelkurmay
Başkanlığı yaptı. Devletin en gizli bilgilerine sahip üç dört
kişiden biriydi. Şu anda tutuklu. Çok enteresan, acaba ne oldu da
bu kadar tutuklu kalmasını gerektirecek bir durum ortaya çıktı? Bu
kısmını anlayamadım ben. Uzun yıllar boyunca milyar dolarlık
silahları emanet ettiğiniz, yüz binlerce adamı emrine verdiğiniz
bir ismi terör örgütü lideri olmak suçlayarak cezaevinde
tutuyorsunuz. Bunu anlamak güç.
Yani çetecilikle suçluyorsunuz…
Böylemidir değil midir bilmiyorum. Yargılama devam ediyor. Ama bunu
bir gazeteci ve ülke vatandaşı olarak anlamakta güçlük
çekiyorum.
Oda TV davasından Silivri’de tutuklu olan Soner Yalçın,
Avrupa parlamenterlerine mektup göndermiş. Türkiye’de düşüncenin
suç sayıldığını anlatmış. Size göre de durum böyle mi?
Şunu söyleyebilirim, Türkiye ekonomik anlamda son 10
yılda çok büyük bir ilerleme gösterdi. Atılan ekonomik adımları
kimse küçümseyemez. Türkiye çıtasını yükseltti. Özgürleşme,
demokratikleşme ve insan hakları konusunda önemli adımlar atıldı.
Ama bu adımlar, ekonomik performans kadar belirleyici ve etkileyici
olmadı. Ekonomik performansın bir miktar gerisinde kaldı. Diğer
adımları da atarsak, Türkiye çok başka bir yerde olur. O konuda
kişi hak ve özgürlükleri konusunda eleştirilecek çok yönümüz var.
Birkaç sene öncesine kadar you tube kapalıydı, daha ne diyeyim ki
ben. Biz çok kolay yasaklıyoruz. Yasakla bir şey çözülmez, üzeri
örtülmez, yasaklanan fenomenler daha çok ilgi çeker ve tartışılır.
Türkiye büyük ölçekte başarılar kazanırken, adını duyururken,
yasakçı ve baskıcı bir ülke görünümünden sıyrılması gerekir. Böyle
bir görüntü vermemesi gerekir. O konuda Türkiye ince bir çizgide
duruyor. Ülkeyi yönetenlerin çok dikkat etmesi gerekiyor. Zaten
böyle bir çizgide gidilirse, Türkiye saygınlığını azaltır,
itibarını düşürür.
Demokratikleşme süreci son derece önemli.
Özgürleşememiş bir ülke, yabancı yatırımcı açısından cazip
değildir. Türkiye’nin ekonomik gelişmişliğinde, batıdan gelen
yatırımların çok önemli etkileri oldu. Biz bugün Avrupa’yı çok
eleştiriyoruz ama Türkiye’ye gelen yatırımların yüzde 80’i Avrupa
ve Batı kökenlidir, Arap kaynaklı değildir.
Peki, Avrupa Birliği hakkında ne düşünüyorsunuz. Avrupa
Birliği’ne hala giremedik ama bazı siyasilerimiz “Yahu biz zaten
Avrupa Birliği’ne girdik” diyorlar. Avrupa Birliği’ne kesin olarak
girmek gerekiyor mu?
Bakın, Avrupa Birliği konusunda yüksek lisans yaptım.
Türkiye’de bu konuda
ilk yüksek lisans yapan insanlardan biriyim. Benim akademik
çalışmalar yaptığım 1992 yılında, Avrupa Birliği ülkemizde çok
fazla tanınmıyordu. Türkiye’nin batı kurumlarıyla entegrasyonunun
devamından yanayım. Yani Türkiye, doğuyla ilişkileri iyi olan batı
ittifakının bir parçasıdır, öyle de olmalıdır. Demokratikleşme
konusunda doğuya bakarak çıtamızı yükseltemeyiz. Daha atılacak çok
adım var. Avrupa Birliği, Türkiye’nin sırtını dönebileceği bir
kurum değil. Türkiye, ticaretinin büyük bir bölümünü Avrupa’yla
yapıyor.
Avrupa’da ekonomik anlamda bir darboğaz
yaşanıyor.
Şu anda Avrupa’nın ekonomik olarak küçülmesi ya da bir takım finans
sorunları yaşıyor olması bir yanılsamadan ibaret. Avrupa’nın
yaşadığı finans sorunu bir darboğazdır. Avrupa ekonomik olarak
çökmedi, sanıldığı kadar kolay da çökmez.
Bu gelip geçici mi diyorsunuz?
Avrupa ekonomik anlamda yaşadığı sıkıntılar yüzünden çökmez. Nasıl
çöksün ki, ülke olarak otomobili, uçağı, büyük makineleri bu
ülkelerden alıyorsunuz. “Avrupa çöktü, oh ne ala… Hadi yüzümüzü
İran’a, Suriye’ye dönelim” gibi bir durum yok. Şöyle bir örnek
vereyim, Almanya’nın şu andaki ihracatı Türkiye’nin 2023 hedefinin
üç katı. Başka söze gerek var mı? Bugün bir finans krizi yaşanıyor,
yanlış adımlar atıldı ama toparlayacaklar. Avrupa II. Dünya
Savaşı’nın yaralarını sarmayı başarmış, bu krizi mi atlatamayacak?
Bu iddiaya ancak gülerim.
Türkiye’nin kendi otomobilini üretmesi konuşuluyor bu
mümkün mü? ‘Devrim Arabaları’ adlı filmde geçmişteki bu girişimimiz
anlatılmıştı…
O filmi maalesef izleyemedim. Türkiye, bugün Avrupa’nın altıncı
büyük otomobil üreticisi. Yani illa ki yüzde yüz Türk otomobili
diye iddia etmemek lazım, bu olmaz. Hiçbir gelişmiş endüstri bu
şekilde çalışmıyor. Gerek de yok, üstelik maliyetli olur ve
kazandırmaz. Airbus yüzde yüz Avrupa’da üretilmiyor. Boeing yüzde
yüz Amerika’da, Mercedes yüzde yüz Almanya’da üretilmiyor. Önemli
olan Türkiye’nin şanzıman ve motor üretmesi. Yazılım
üretebilmesidir. Erdoğan’ın bir hedef olarak bu konuyu Türkiye’nin
gündemine getirmesi son derece yararlı oldu. Sanayacimizi de bir
anlamda uykudan uyandırdı. Belki bu aşamadan sonra hazır bir
markayı alıp bunun üzerine inşa etmek daha mantıklı olabilir.
Mesela, Saab böyle bir fırsat olabilirdi ama Türkiye buna pek sıcak
bakmadı.
Uçak, otomobil ve trenlere özel merakınız var. Maket
koleksiyonunuz çok konuşuluyor. Bu merak nereden
geliyor?
Çocukluğumdan beri bütün ulaşım araçlarına ilgim var. Rahmi Koç’tan
da bu anlamda çok etkilendim. Ama onu tanımadan önce de bu konuya
karşı büyük ilgi duyuyordum. Dünyadaki bütün büyük ulaşım
müzelerini gezdim. Bütün uçak ve otomobil fabrikalarını dolaştım.
Test sürüşlerine, uçuşlarına katıldım. Dolayısıyla o zevkimi
profesyonel olarak da bir noktaya getirdim.
Maketleriniz dışında bir de müzik arşiviniz var.
Türkiye’nin sayılı ses, müzik arşivlerinden birine sahip olduğunuzu
duydum.
Evet, çok büyük bir arşivim var. Hatta şöyle
söyleyeyim, TRT’deki radyo programlarımın hiçbirinde onların
arşivini kullanmadım. Ben yirmi yıldır radyoculuk yapıyorum.
1992’den bu yana aralıksız olarak devam ediyorum. Türkiye’de bu
kadar yıldır aralıksız olarak radyo programı yapan çok fazla insan
da yoktur sanırım.
Türkiye’de radyonun konumu nedir? Çoklukla müzik dinlemek
için mi kullanılıyor?
Radyonun en parlak olduğu dönemde değiliz. Radyo biraz zemin
kaybetti. Ama hala çok dinlenen radyo kanalları ve programları var.
İnsanlar hala özel olarak program takip edebiliyorlar. Mesela siz
bugün kanaldan ayrılıp başka yere geçin, seyirciniz de sizi takip
eder. Şu an TRT Radyo 1 ve Radyo 3’te programlarıma devam ediyorum.
Bu arada İbrahim Şahin’i kutlamalıyım. Türkiye’nin yönetilmesi en
zor kurumlarından birini yıllardır başarıyla idare ediyor. TRT
hiçbir dönemde olmadığı kadar aktif bir yayıncılık yapıyor ve yayın
içeriklerini zenginleştiriyor.
Geçen yıl evlendiniz. Bir röportajınızda “Çocuk sahibi olma
konusunda ciddi endişelerim var” demişsiniz. Neden?
Bu güzel röportajın sonunda “endişeli ve kaygılı bir
adam” profili çizmek istemem. Sonuçta çocuk sahibi olmak çok güzel
bir şey.
Bakın Başbakanımız “Üç çocuk” diyor…
Başbakandan üç çocuk konusunda fırça yedim zaten (gülüyoruz).
“Haydi, sen ne zaman yapacaksın?” dedi. Elbette herkes, kendi
türünün, kültürünün, bilgisinin, yaşamının devam etmesini ister.
Ama Türkiye’de bunu yapmak çok kolay değil. Her iki senede bir
eğitim sisteminin 180 derece değiştiği bir ülkede, çocukların
halinin nasıl olacağını tahmin edebilirsiniz. Ben eğitim sistemi
değişiyor diye korkup, çocuk yapmayalım demiyorum. Sonuçta insan
kendi birikimlerini paylaşacağı bir çocuğu olsun istiyor.
Yaptığımız birikimleri gençlere aktarmamız gerekiyor. Ben bunu
yapıyorum. Okullara gidiyorum, sohbet ediyorum bulunduğum yere
çocukları çağırıyorum. Türkiye bir yere gelecekse onlarla gelecek.
Yani birikimlerimizi aktarma konusunda hiç şüphe yok.
İletişim Fakültesi’nde Bilimkurgu Sineması üzerine bir
yüksek lisans programına devam etmişsiniz. Bilim kurgu denilince
hemen sormak istiyorum. Uzaylılar var mı, ne
dersiniz?
İnsanlığın ilk günlerinden beri, doğada ve dış dünyada olanları
anlamaya çalışıyoruz. Amerika’nın NASA’ya milyar dolarlık bütçeler
ayırması boşuna değil. Bu merak devam edecek ve biz Dünya dışındaki
gezegenleri araştırmaya ve anlamaya çalışacağız. 1976 yılında dış
güneş sistemine Voyager adlı bir uzay gemisi gönderildi ve içinde
Türkiye’den semboller ve sesler konuldu. Dünyamız dışında bir takım
yapıların ve zekaların olma ihtimallerine kapı aralıyorum, aksi
ispatlanana kadar bu yok diyemeyiz. Bakın NASA, Kızıl Gezegen’de
olası yaşamın ipuçlarını bulabilmek için Mars Robotu Curiosity’yi
görevlendirdi. Televizyon başında milyonlarca insan nefesini
tutarak izledi.
Yani sizce uzaylılar var mı?
Uzaylılar var dersem, insanlar bunu çok komik bir noktaya
çekebilirler. Akıllı sistemlerin, başka zekaların olabileceği
ihtimaline kapıyı kapatmamak lazım. Bugün Stanford’da, Harvard’da,
Yale’de bu konuyla ilgili kürsüler bulunuyor. Koç Üniversitesi
Rektörü Prof. Dr Umran İnan, dünyanın en saygın fizik profesörleri
arasında. Onunla yaptığım televizyon programında bu konuyu konuştuk
ve o da başka sistemlerde zeka olabileceğine dair merak duyuyor. Bu
merak devam etmeli, çünkü bunun önünü keserseniz, öğrenmenin önünü
kesmiş olursunuz. Bilimkurgu filmlerini, bunu popülerize etmesi ve
geniş kitlelere duyurması açısından çok yararlı buluyorum. Türkiye
bu konuda çalışmalar yapmaya başladı. Şu anda Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, Türkiye’nin uzun soluklu uzay projesi için destek
veriyor. Proje çok fazla bilinmiyor ama Türkiye bu sayede
önümüzdeki 10 yıl içinde mutevazı da olsa kendi uzay programına
sahip olacak. Uzaya mekik göndermek anlamında söylemiyorum ama
kendi roketini yapmak, kendi uydularını kendi başına göndermek ve
Amerika’dan birçok beyni transfer etmek konusunda çalışmaları var
Türkiye’nin.
Türkiye’de yaşayan insanlarımız da uzayla ilgili bilgiler
edinmeli…
Uzaydan önce, denizini bilen ve onu temiz tutan, yabancı dillere ve
kültürlere merak duyan insanlarımız olmalı. Çevresinde olup
bitenleri merak eden, sorgulayan, özgürce düşünen gençlerle bir
yere gidebiliriz. Deniz ülkesi olmamıza rağmen yüzme bilmeyen bir
milletiz biz. Bir araştırın bakın, bu yaz sahillerimizde boğulma
rekoru kırdık.
Hakan Bey, bize çok önemli bilgiler aktardınız,
açıklamalarınız pek çok konuya ışık tuttu. Bu sohbet için şahsım ve
Medyaradar okurları adına size çok teşekkür ederim.