Derya Sazak suskunluğunu Medyaradar'a bozdu: Gazeteciliğimiz değil kötü siyasetiniz batsın!
Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra derin bir sessizliğe gömülen gazetenin eski genel yayın yönetmeni Derya Sazak bu sessizliğini ilk kez Medyaradar'a bozdu.Milliyet dönemi ve medyayı anlatan kitabıyla bugün okuyucusuyla buluşan Sazak'ın açıklamaları gündemi sarsacak.
Gündemi sarsacak kitabın adı: …”Batsın Böyle
Gazetecilik”…Aylar sonrası Başbakan’ın bu sözlerine de
yanıt veriyor Sazak. Kitapta çok çarpıcı konu başlıkları var.
Bunlardan biri de Erdoğan Demirören’in Milliyet'i satın aldıktan
sonra gazetenin başına kimi getireceğini Başbakan'a sorması… Bir
haber için Demirören’in Erdoğan’dan özür dilmesi… Nagehan Alçı,
Abbas Güçlü ve daha pek çok isimle ilgili kitapta çarpıcı detaylar
var… Yani Milliyet’i sallayan tüm gelişmeler aslında bu
kitapta.
Derya Sazak’a göre; Başbakan Erdoğan medyanın genel yayın yönetmeni gibi... Medya çok
ciddi bir baskı altında... Fatih Altaylı’nın açıklamalarını ise çok
cesur buluyor, hak veriyor. “Benim yanımda Fatih Saraçlar
olmadı, olmaz, olsaydı da camdan atardım” diyor
“Gazeteler çok değerli, iktidarın vahşi saldırısını
hak etmiyor” diye ekliyor. Ve devam ediyor:
Başbakan ve bakanları Yüce Divan’a kadar
gidebilir…
Milliyet Gazetesi'nin en sancılı döneminde gazetenin başındaydı.
"Basında Güven" sloganıyla okuyucularıyla buluşan
gazete, Türkiye'nin çözüm sürecini konuştuğu o günlerde
"İmralı tutanakları" diye çıkan manşetle gündemi
alt üst etmişti. Başbakan da kürsüden gazeteyi eleştiri
bombardımanına tutmuş, "Batsın sizin
gazeteciliğiniz" demişti... İşte o dönemde gazetenin
başında Derya Sazak vardı. Belki de gazetecilik
hayatının en zor günlerini geçiriyordu o dönem, Milliyet Gazetesi
neredeyse hemen hemen hükümetten tüm bakanların eleştiri odağı
haline gelmişti. Sonrasında ise gazetede yaprak dökümleri başladı.
Önce 15 yıl boyunca bu gazetede köşe yazan Hasan
Cemal, ardından Can Dündar… giden
gideneydi.
Gazetenin sahibi Demirören'in hükümete olan yakınlığı ise bazı
kesimlerin gündemindeydi. Peki, o dönemde gazetede Derya
Sazak neler yaşadı? Gazeteden neden gönderildi? Can Dündar'ın
gidişi, Sazak’ın da gidişine kapı mı araladı?
Ve son dönemde yaşananlar... Fatih Altaylı, Fatih Saraç ve
tüm Türkiye’nin konuştuğu Alo Fatih… tüm bunlara Derya Sazak ne
diyor? Medyanın son tahlildeki durumunu nasıl
yorumluyor?
Tüm bunların yanıtını Derya Sazak verdi, ben de dinledim. Bugün
yeni kitabı da okuyucuyla buluştu. İsmi de Başbakan’ın meydanlardan
Milliyet’i hedef aldığında söylediği “Batsın böyle
gazetecilik.”
Kitabı biraz inceledim, müthiş ilgimi çekti. Hem başlıklar hem de
kitabın kapak resmi. Sanırım Sazak’ın bu kitabı gündemi epeyce
sarsacak. Derya Sazak “Batsın sizin
gazeteciliğiniz” diyenlere “Gazeteciliğimiz değil
kötü siyasetiniz batsın” diyor.
Şimdi ben aradan çekiliyorum ve nefessiz okuyacağınız bu bomba
röportaj ile sizi baş başa bırakıyorum. Sevgiyle kalın, hep umutlu
olun…
RÖPORTAJ: ALEV GÜRSOY CİMİN
Twitter: @gazetecialev
Mail: [email protected]
**************************************
Derya Bey, medyaya “ses bombası” düştü. Türkiye günlerdir
bu ses kayıtlarını konuşuyor. Siz de en zor dönemde genel yayın
yönetmenliği yaptınız, hem de Milliyet gibi çok önemli bir
gazetede. Öncelikle Fatih Altaylı'yı sorarak başlamak istiyorum. Ne
düşünüyorsunuz?
İktidarın medyaya ne denli baskı yaptığı zaten biliniyordu. Bu son
yaşananlar da malumun ilanı oldu. Medyanın iktidar tarafından ağır
bir kuşatma altına alınması, ağır baskı yapılması, haberlere
müdahale edilmesi çok daha net ortaya konuldu. Bu baskı zaten
biliniyordu ancak ses tapeleriyle kayıt altına alındı diye
düşünüyorum. Başbakan’ın Fas’tan arayıp bir alt yazıya müdahale
etmesi, Fatih Altaylı’nın anlattıkları ve yaşadıkları korkunç
gerçekler. Artık bunlar gizlenemez ve tahammül edilemez gerçekler
haline geldi.
“FATİH ÇOK CESUR
DAVRANDI”
Bu tarihte belki de bir ilkti, herkes ekranlarda bir genel
yayın yönetmeninin isyanını dinledi. “Baskı ete kemiğe büründü”
diyen bir genel yayın yönetmeninin. Ne düşündünüz o
an?
Bence Fatih, çok cesur davrandı. Açıklaması, o ekrana çıkmayı kabul
etmesi, Umur’a sahip çıkması ve o yazıyı basması çok önemliydi. Ben
Fatih’in asla gitmesini istemem. Bence gitmemeli. Medya çok zor ve
kötü günlerden geçiyor. Genel yayın yönetmenlerine kadar herkes
isyan ediyor.
“HEPİMİZ İSYAN
EDİYORUZ”
Sizin de isyan ettiğiniz günler oldu mu?
Bu isyan duygusu aslında hepimizde var. Çünkü hepimizin ağırına
giden çok fazla olay yaşandı.
“MİLLİYET’TE BİZİM BAŞIMIZA GELEN DE
BUYDU”
Mesela?
Bakın Alev Hanım, bizim Milliyet’te başımıza gelen de budur. Şimdi
ben yönetmiş olduğum bu gazetenin serüvenini yazdığım kitapta
bizzat anlatıyorum. Her şeyi çok açık yazdım. Kitabın adını da
“Batsın Böyle Gazetecilik” koyduk.
Başbakan sizin gazeteye yönelik kullanmıştı bu söylemi, siz
de oradan mı yola çıktınız?
Hatırlarsanız -gerçi unutulacak gibi de değil-, biz İmralı
tutanaklarını yayınladığımızda Başbakan bu sözü etmişti. Bana göre
çok önemli, çok tarihsel bir haberdi. Neden tarihseldi? Çünkü
Türkiye Kürt sorununun çözümünde çok ciddi bir adım atıyordu ve ilk
defa İmralı’da Öcalan ile görüşmeler başladı. Daha önce bu
görüşmeler MİT üzerinden gerçekleşiyordu ve Oslo sürecinin dışarıya
vurulmasıyla süreç kesintiye uğramıştı. Ama tekrar BDP heyeti
İmralı’ya gidince süreç yeniden hareketlendi ve bizim Ankara’daki
parlamento muhabirimiz Namık Durukan da bu görüşmelerin
tutanaklarına ulaşınca hiç tereddütsüz yayınladık.
“TUTANAKLARI YAYINLAMAMAK GAZETECİLİK
AYIBI OLURDU”
Büyük bir habercilik miydi size göre o İmralı
tutanakları?
Büyük haberin ve haberciliğin başka bir tanımı yok. Elbette çok
önemliydi. Bu 30 yıldır Türkiye kamuoyunu birinci dereceden
ilgilendirmiş ve 50 bin insanımızın hayatına mal olmuş, bir sorunun
çözümüne dair yapılan bir görüşmenin tam metniydi. O metnin ele
geçirilip de yayınlanmaması mümkün mü? Bence asıl yayınlanmaması
suç olurdu. O bir gazetecilik ayıbı olurdu. Biz ne yaptık?
Yayınladık. Başbakan adımızı sabotajcıya, vatan hainine çıkardı.
Ulusal sırları deşifre etmekle suçladı. Wikileaks belgeleri
yayınlandı, o dahi internet ağları üzerinden dolaşıma konulmasına
rağmen, hükümetlerin gizli bilgilerini ortaya çıkarmasına rağmen
gazetecilik olarak gösterildi. Şimdi siz parlamentodaki bir
partiden isimlerin İmralı’ya gitmesine izin vereceksiniz, onlar
görüşecek ve o görüşmenin içeriği Türkiye’nin bundan sonraki
gündemine damga vuracak ağırlıkta ve ciddiyette olacak ve biz de
bunu açıklayınca saçma sapan tepkiler vereceksiniz. Gazeteyi
sallamaya başlayacaksınız. Kim salladı? Başbakan çıktı Balıkesir
meydanında “Batsın böyle gazetecilik, batsın sizin gazeteciliğiniz”
diye bize en ağır sözlerle saldırdı. Biz bu yüzden benim 40 yıllık
meslek ustam Hasan Cemal’i kaybettik.
“İMRALI
TUTANAKLARI YÜZÜNDEN HASAN CEMAL’İ KAYBETTİK”
Siz gönderdiniz ama Hasan Cemal’i?
Evet onu da anlatacağım ama öncesinde yaşanan gelişmeleri anlatmam
lazım. Başbakan’ın ve Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın beni arayarak,
gazetenin sahibi Erdoğan Demirören’i arayarak yaptığı baskılar var.
Bu kitapta tüm baskıları anlattım. Biz bu baskılardan olabildiğince
gazetemizi, yazarlarımızı, muhabir arkadaşlarımızı korumaya
çalıştık. Hakikaten bu konuda çok büyük bir mücadele verdim.
Başbakan’ın bu sert çıkışları nedeniyle sektörde çok tecrübeli
olmayan patronlarımız da panikledi, korktu, o panikle ne
yapacaklarını şaşırdı.
“BAŞBAKAN’IN
BASKILARI DEMİRÖREN’İ PANİKLETTİ”
Ne yaptı patronlar peki sonrasında ve siz ne
yaşadınız?
Bir kez kimyaları bozulmuş, moral olarak çökmüşler, Başbakan’ın
telefondaki fırçalarıyla panikleşmişlerdi. Fatih Altaylı’nın bu son
olayda başına gelenleri biz de yaşadık. Ama bizim durumumuz biraz
farklıydı. Mesela Başbakan açıp direkt Genel Yayın yönetmenine
konuşmuyor, patronu arıyor, azarlıyordu. 40 yıldır bu işi
yapıyorum, bu dalgaları aşmak başka bir şey, patronu panikletmek ve
patron üzerinden gazetecileri cendereye almak başka bir şey. Şimdi
hükümet bizim gruba hep patron üzerinden geldi. O daha beter bir
durumdu.
“HASAN CEMAL’İ ASLA FEDA ETMEZDİK
AMA..."
Başbakan’ın telefonu üzerine panik olan Erdoğan Demirören “Hasan’ı
gönderelim” dedi. Hasan Cemal ile biz zaten bu meseleleri
konuştuğumuz için, Namık Durukan’a destek vermek için 4 kişi yazı
yazmıştık. Ben, Hasan Cemal, o dönem gazetemizin Ankara temsilcisi
olan Fikret Bila ve gazetemizin başyazarı Güneri Civaoğlu... Bunun
bir gazetecilik olayı olduğunu anlattık. Hükümet bunun içeriğini
değil de nereden sızdırıldığını dert etti. Biz de bunun bir
gazetecilik refleksi olduğunu anlattık. Biz kaynağımızı açıklamak
zorunda değiliz. Ben muhabirime inanmışım haber doğru, kalkmışlar
bize “Bunu nasıl verirsiniz?” diyorlar. Yahu bu editöryal bir
tercih, kim buna müdahale edebilir? Burada Hasan Cemal’i asla feda
etmezdik ama süreç 10 gün sürdü. Hasan Ağabey birinci günkü
yazısının ardından ikinci yazısıyla Başbakan’ı iyice kızdırdı. Bu
yazı gayet de iyi niyetle yazılmıştı. “Biz habercilik yapalım, siz
siyaset yapın” diyordu aslında. Ama Yalçın Akdoğan köşesinden,
yandaş medya manşetlerinden bize saldırıyor, “sabotaj” deyip
duruyorlardı.
“SALDIRILAR
SÜRÜYORDU”
Orada herkesi korumak benim görevimdi. Kimsenin burnu kanamamalı,
kimse üzülmemeli, zarar görmemeliydi. Hasan Cemal bana telefon
açtı. Pazar günü yazısı vardı, hadiseler yatışana kadar kendisi
yazmamayı teklif etti ben de reddettim. “Biraz bekleyelim” dedim.
Başbakan da üzerimize gelmeye devam ediyor, olay büyüyor ve her
geçen gün tırmanıyordu. Hasan Ağabey yazmamaya başladı. Benim ve 3
arkadaşın daha istifa edeceği söylentileri ortaya atılmıştı, Hasan
Cemal’le telefonda görüştük. Bana “Sakın istifa etme” dedi. Ben de
ona “Sakın bu nedenle kırılma, birkaç güne yazmaya başlarsın”
dedim. Çünkü ilk karar “Hasan Cemal yazmasın” olarak bana dönmüştü
Erdoğan Demirören tarafından, ben kabul etmemiştim. Hatta Can
Dündar’ın da izne ayrılması istenmişti, ona da karşı çıktım. Hasan
Ağabey, birkaç gün yazmayınca “Beni cezalandırdılar” diye tepki
gösterdi ancak biz 10 gün boyunca onunla telefonda görüşmelerimizi
sürdürdük. Hatta 3 kişi birden gazeteyi bırakırız diye rest çektim.
Erdoğan Demirören de gitti bunu Başbakan Erdoğan’a anlattı. Sonra
geldiler “Hayır biz sizinle devam ediyoruz” dediler.
“RESTİ ÇEKTİK”
Bu arada saldırılar da tüm hızıyla sürüyordu. Ama şöyle de bir
tezat var. Çok büyük habercilik olunca tüm gazetelerin manşetinde
de bizim haber vardı. Yani hem eleştiriyorlar hem de haberimizi
kullanmaya devam ediyorlardı. 2013 Mart ayında internet medyası
dahil herkes bu haberi konuşuyordu. Sonra bu 10 günün sonunda Hasan
Cemal ile ilgili bu belirsizliği ortadan kaldırmak üzere Demirören
ile konuştum. Çünkü Hasan Ağabey de başlamak istiyordu. Yazıyı
geçti. Ardından ben evine gittim. Baktım yazının ilk bölümü o
kavgaya yol açan ve bizim koymadığımız yazının aynısı! Ben de dedim
ki “Bir giriş yap ama burada ısrar etme”, o da " Yok sen bunu bas”
dedi.
“HASAN CEMAL O
YAZIDA DİRETMEMELİYDİ”
Gerilimi tırmandıracak bir yazıydı bu. Başbakan Erdoğan’a yanıt
veriyordu, hatta ikinci bölümde de Demirören sermayesi üzerine bir
analiz yapmış. O gazeteyi niye aldın demeye getiren türden bir
yazıydı bu. Ben de bunu bugün konuşmanın çok fazla bir anlamı yok
dedim. Bakın başka bir zaman olsa, bir konferansta olsa, hatta o
yazı o gün değil de bir ay sonra yazılsa hiç sorun olmazdı. Ben
krizi aşmışken buna ne gerek vardı? Dolayısıyla “Yaşadığımız bu
şoka karşı patron arkamızda durabildiği kadar durdu, onu da bir kez
daha hedef göstermek olmaz, şu yazını bir kez daha gözden geçir”
dedim ama o “Olmaz, arkadaşlarım bekliyor” dedi. Ve o yazıyı gidip
t24’te yayınladı. Tabii benim tepem attı. Hasan Cemal’i işten
çıkardım. O bu nedenle bana tepki gösterdi ve hâlâ da
konuşmuyoruz.
“BENİ GAZETEDEN
AYRILMAM DEĞİL, HASAN CEMAL’İN GİDİŞİ ÜZDÜ”
Üzülüyor musunuz?
Beni bu dönemde yaralayan tek olay budur. Ne gazeteden
ayrılmam, ne köşemi kaybetmem, hiçbiri değil bir tek bu üzdü. Ama
iyi ki hep beraber ayrılmamışız o süreçte. Türkiye benim 35- 40
yıllık gazetecilik hayatımda görmediğim Gezi olaylarını gördü.
“İPİMİZİ GEZİ ÇEKTİ”
Siz de Gezi’deydiniz değil mi?
Elbette, hem de muhabirlerimle. Sağımızdan solumuzdan fişekler,
gazlar yağıyordu. 17 gün o meydanda kaldık. Can Dündar’la da
gittik. Manşetlerimizde hep Gezi vardı, haberi asla saklamadık.
Hakkıyla verdik. Asıl Gezi bizim ipimizi çekti.
“CAN DÜNDAR’I GEZİ’YE DE MISIR’A DA BEN
GÖNDERDİM”
Gezizedelerden biri de sizsiniz yani?
Elbette ki öyle... Can’ı Gezi’ye de Mısır’a da ben gönderdim. Sonra
tutup işten mi atacaktım? Dönüp patron bana “Can’ı gönder” dedi.
“Siz bunu unutun” dedim. Düşünsenize böyle bir şeyin olması mümkün
mü? 3 ay önce Hasan Cemal’i gönderdik, 3 ay sonrada Can Dündar’ı
göndereceğiz, sonra nasıl bu gazete çıkacak? Böyle bir gazete ve
gazetecilik var mı? “Ben bir kere Can’ı atmam. Çünkü Can konusunda
ısrar ederseniz ben giderim. Bu ısrarı kaldırın, bu doğru bir şey
değil” dedim. Can ile Divan Otel’de bile birlikteydik. Bize evinize
gidin dediler, eve gidip Fashion TV mi izleyecektik orada insanlar
ölümle burun burunayken? Divan Otel’de insanlık dışı olaylar
yaşanırken?
“PATRON BANA ‘HÜKÜMET SENİ İSTEMİYOR’
DEDİ”
Gezi’den dolayı çok fırça yediniz mi?
Tabii ki. Bizi Gezi nedeniyle götürdüler. Can’ı atmayacağım ortaya
çıktı. Kaldı ki atma lafı bile bana çok çirkin geliyor. Ardından da
“Sen gideceksin, hükümet seni istemiyor” dedi patron. Ben de “Karar
verin, hangimizi istemiyor, biz gidince siz ne yapacaksınız, nasıl
olacaksınız?” diye sordum. Bu İmralı ile başlayan Gezi ile son
bulan… Yalçın Akdoğan ile başlayan, Hüseyin Çelik ile devam eden ve
Başbakan ile son bulan bir zincir. Siz hükümetten birinin bizimle
ilgili tek bir açıklamasını duydunuz mu? Duymadınız, peki neden
sonra çıkıp Hasan Cemal’in gönderilmesi yanlıştı diyor? Neden biz
gittikten sonra “Biz yokuz, biz yapmadık” dediler. Hiç samimi
değil. Çünkü bizlerin gidişi hükümetin patrona yaptığı baskılar
sonucu gerçekleşti.
“GÜLE OYNAYA MİLLİYET’İ ÇIKARDIK, HİÇ
HAYIFLANMADIM”
O koltuk ve o baskılar yordu mu sizi hiç?
Çok yorulmuş, çok yıpranmıştım. Güvenim de kalmamıştı. Ancak şu
var: Baskı altında değildim demiyorum ama hiçbir zaman hayıflanarak
gazetecilik yapmadım. Ben güle oynaya bir Milliyet Gazetesi
çıkardım.
“BASKILAR ALTINDA GERÇEK GAZETECİLİK
YAPTIK”
Yani baskıya direndiniz?
Direnme sözünü uygun bulmuyorum. Biz yapmamız gerekeni en iyi
şekilde yaptık. Baskıya rağmen heyecanla, coşkuyla gerçek anlamda
gazetecilik yaptık. 9 ay boyunca reklâmından tutun ilan ve bulmaca
sayfasına ve manşetine kadar hepsi benim emeğimdi ve hiçbir
satırına ne patron ne de hükümetten birini karıştırmadım. Tek bir
satır dışarı atılmadı. Sansür diye bir şey olmadı. Sadece Hasan
Cemal’in girmeyen yazısı var. Bir de Can’ın yazısından bir
bölüm.
“DEMİRÖREN’İN HASSAS OLDUĞU KONULAR
KIRMIZI ÇİZGİLERİMİZDİ”
Yani son derece özgür bir gazeteydi öyle mi?
Hayır, bazı kırmızı çizgiler vardı elbette ki. Kitapta da var bu.
Ormandı, AVM’ydi, ulaştırmaydı, bayındırlık ve çevre gibi
Demirören’in hassas olduğu ve ucu onlara dokunan haberleri
yapmazdık çünkü bu haberleri yaptığımızda olay oluyordu. Bir kez
benden böyle haber yüzünden Antalya Temsilcimizi atmamızı istediler
ben de yapmadım. Bu mümkün mü? Talimatla adam atmak sözcüğü bile
dehşet verici…
Milliyet'in logosunun altında "Basında
Güven" yazıyor. Var mı o güven hâlâ?
Bunu yeni dönem yöneticilerine soracaksınız. Ben bunu ezdirmeden,
çiğnetmeden bina içerisinde yaptım.
“MİLLİYET’TE
FATİH SARAÇ GİBİ BİRİ OLSA CAMDAN ATARDIM”
Sizin peki bina içerisinde Fatih Saraçlarınız var
mıydı?
Yok asla. Ben çok ters bir adamım herhalde benim yanımda öyle
birileri olsa camdan atardım. Benim yanımda bu gibi adamların
olması mümkün müdür? Asla bu tarz insanlarla çalışmam, çalıştırmam.
Benim yanımda paralel yapılar olmaz. Ben
olurum, bir de benim sorumlu olduğum gazete sahibi vardır. Benim
olduğum yerde birinci, ikinci hayaletler, gölgeler yoktur.
“YİĞİT BULUT’U MİLLİYET’E GETİRMEK
İSTEDİLER”
Çok ilginç. Hiç mi iktidara yakın bir isim yoktu yanınızda
yörenizde?
Yoktu ama gazeteye Yiğit Bulut’u koymak istediler; ama
yapamadılar.
“FATİH SARAÇ GİBİ BİRİYLE
ÇALIŞMAZDIM”
Siz Fatih Altaylı’nın yerinde olsaydınız ne
yapardınız?
İstifa ederdim elbette. Orada duramazdım, çünkü Fatih Saraç gibi
birinin olduğu yerde çalışmak gibi bir lüksüm olamazdı benim.
“TÜRKİYE’DE GAZETECİLİK YAPILMIYOR,
YAPTIRILMIYOR”
Ama “Meydan havuzculara mı kalsın hepimiz istifa edelim de”
diyor Fatih Altaylı da?
Bakın bu duyguyu ben de yaşadım. Yayın yönetmenliği bu mesleğin
zirvesi. En zor iş onların işi… Milliyet’in yayın yönetmenliği bana
teklif edildiğinde hiç tereddütsüz kabul ettim. Çünkü Türkiye’de
gazetecilik yapılmıyor, yaptırılmıyor. Ben ise “Burada yarı suçlu
hükümet ise yarı suçlu da biz gazeteciler” dedim. Çünkü biz
gazetecilik yapmak istemiyoruz, kendi alanımızı sürekli
sınırlıyoruz. Haberden korkuluyor. Ben kendi şahsım adına şunu
söylemek isterim: Hiçbir haberi saklamadım, haber neyse hakkıyla
verdik.
“GİRECEĞİNİZ HABERLERİ HÜKÜMETE SORARSANIZ
SORUN YOK”
Tehlikeli olan ne bir gazeteci için peki?
Haberleri saklamadan, çarpıtmadan haber gibi görmek... Talimat
gazeteciliği yaparsanız hiçbir sorun yok. Yalçın Akdoğan’a, Hüseyin
Çelik’e, Başbakan’a sorarsanız gireceğiniz haberlerinizi ihya
olursunuz, hükümet tarafından sevilirsiniz. Yandaş gazeteci olunca
sorun da olmuyor. Bakın Star Gazetesi’nden Mustafa Karaalioğlu,
gazetede birkaç gündür diyor ki “Ergenekoncu, Cemaatçi, laik
kesimlerin medyası olacak da yüzde 50’nin olmayacak mı?” Olsun
tabii ki. Neden olmasın? Ama sen yüzde 50’yi temsil ediyorsan diğer
taraftaki yüzde 50’den ne istiyorsun? Ben Milliyet olarak sizin
mahallenize mi sesleniyorum? Hayır. Kaldı ki ben bu hükümetin pek
çok reformist politikasını destekleyen bir gazeteciydim. Hâlâ da
öyleyim.
“BU BASKILAR
DEVAM EDERSE İKTİDAR SÜRMEZ”
Yani pişman değilsiniz?
Hayır, reformlar yönüyle asla değilim ama şunu da itiraf etmeliyim;
bu kadar otoriterliğe, oligarşik bir yapıya sürükleneceğini
düşünemezdim. Tayyip Bey çevresindeki danışmanlarınca bir korku
çemberine hapsedildi. Bu Yiğit Bulut gibi isimlerin telekinezi
tezleri ile kontrol edilemez bir ruh haline büründü. Eskiden Tayyip
Erdoğan, yüzü gülen, daha keyifli bir insandı. Gezi’de o kadar
komplo teorisi üretip, 7 gencin hayatını karartacağına, gençlerin
üzerine polis salacağına o meşhur Tunus gezisinden döndükten sonra
o parkta gençlerle bir çay içse belki her şey çok daha başka
olacaktı. Reformlar, Anayasa değişikliği bir ara çok değerliydi ama
şimdi değil. Burada en büyük yıpranmayı da biz gazeteciler
yaşıyoruz. Böyle bir şey sürdürülemez, nasıl ki gazete patronları
gazetecilik yapmadan bu gazeteleri sürdüremezlerse. Çünkü her şeyi
kararttığınızda halk da sizi karartır, okumaz, internete gider.
Zaten bambaşka bir teknolojik çağa geçmişiz. Yazılı basın güç bela
ayakta duruyor. Bu baskılarla devam ederse iktidar da sürmez.
AK Parti gider mi diyorsunuz?
3 dönem iktidarda olan bir parti tek seçimde gitmez ama çok fazla
yıprandı. Mazlumiyet, yoksulluk iddialarını bu yolsuzluk operasyonu
yıktı. O bakan çocukları ile her şey değişti. Ben Tayyip Bey’in bir
takım hedeflerini artık kaçınılmaz olarak revize edeceğini
düşünüyorum. Bu Gezi ile zaten revize olmaya başlamıştı,
çünkü toplum büyük bir tepki verdi. Ardından cemaatle o kavga,
medyaya yönelik bu ağır baskı elbette bir yerde biri dur
diyecekti.
“ERDOĞAN MEDYANIN GENEL YAYIN
YÖNETMENİ”
Başbakan’ın medya
üzerinde büyük bir egemenliği söz konusu mu sizce?
Bu medyanın genel yayın yönetmeni bence Erdoğan. En hafif deyimiyle
bunu söyleyebilirim. Çünkü gündemi belirliyor, gazetelere ayar
veriyor. Maşallah taa Fas’tan alt yazıları bile denetliyor. Birçok
genel yayın yönetmenine taş çıkarır bu haliyle.
“O RESMİ GAZETECİLİK YAPAR, BİZ GERÇEK
GAZETECİLİK”
Nasıl bir genel yayın yönetmeni sizce, sizden iyi
mi?
(Gülüyor) Şartlar eşit değil. Elinde kaynaklar var, o resmi
gazetecilik yapar biz ise gerçek gazetecilik yaparız. Bunun batılı
toplumlarda örneği yok. Batı demokrasilerine uygun değil yaptığı. O
genel yayın yönetmeni ise bizler de bıraksın ülkeyi yönetelim.
Madem öyle rolleri değişelim. O iyi başlık atıyor, alt yazıları
belirliyor, manşetleri attırıyorsa biz de siyaset yapalım.
“BEYEFENDİYİ KIZDIRMAYALIM GAZETECİLİĞİ
YAPMADIM”
Yapılan bir sağlık haberi hükümet tarafından tepki görüyor
ve ardından 3 gazeteci işinden oluyor, siz müsaade eder miydiniz bu
duruma?
Asla izin vermezdim. Ben kimsenin burnunu kanatmadım. Benim de
elbette attığım muhabirler oldu ancak siyasi iktidarın baskısı ile
değil bizzat kendim istediğim için attım. Bakın çok samimiyim, ben
hayatım boyunca tek bir haberi yayınlarken bile tek bir siyasetçiye
sormadım, danışmadım, izin almadım. “Aman Beyefendiyi
kızdırmayalım” hiç demedim. Sayın Çelik, Sayın Akdoğan
demedim. Onun adı zaten gazetecilik değil. Ben Tansu Çiller, Bülent
Ecevit, Mesut Yılmaz, Turgut Özal dönemlerinde de gazetecilik
yaptım ve her daim dik durdum.
“BEDELİ HEP
GAZETECİLER ÖDÜYOR, AMA BU SİYASET DE ÖDEYECEK”
Neden dert hep medya ile gazeteciler ile?
Bedeli her zaman gazeteciler ödüyor, kimi zaman hayatlarıyla kimi
zaman da işleriyle güçleriyle. Ben de bedel ödedim ama benimki o
yaşamını yitiren büyük ustaların yanında hiç kalır. Ben en azından
hayattayım. Ben kendimi Abdi İpekçi kuşağının devamı ve o ustaların
çırağı sayıyorum. Onların nasıl öldürüldüğüne tanık oldum. Milliyet
çok önemli bir yer, doğru yapılan bir haber nedeniyle kimse
Milliyet’i sallayamaz. Sadece ne olur biliyor musun? En fazla
işimizden oluruz ama Milliyet’i yok edemezler. Süreç devam ediyor,
edecek; bu siyaset de bedel ödeyecek. Bize “Batsın böyle
gazetecilik” diyenler için biz “Batsın böyle siyaset” demedik ama
17 Aralık’tan sonra onlar kendi kendilerine zaten batıyorlar. Bakan
çocukları ile yolsuzluk, hırsızlık ve tapelerle batıyorlar. Burası
Anadolu coğrafyası hiçbir zaman otoriterliği, totaliterliği kabul
etmiyor. Sen dediğim gibi birçok can yaktın birçok gazeteciyi
işinden ettin. Biz sadece yerimizden yurdumuzdan olduk. Hiç olmazsa
canımızdan olmadık. Burası Türkiye, tüm bunlardan arınacak ve çok
eminim ki sektör de arınacak. Sektör 3 kuruş sermaye ile buraya
gelip onlarca sene 20 yıl 30 yıl emek veren gazetecileri atan
patronları üzerinde tutmayacaktır.
“BU SÜREÇ YÜCE
DİVANLIK”
Siyaset de bedel ödeyecek derken?
Düşünsenize Başbakan müteahhitlere ihale veriyor, adamlar bir sabah
kalktığında gazete sahibi oluyor. Böyle trajikomik bir hadise olur
mu hiç? Zorla para toplatılıyor, zorla havuzlar oluşturuluyor.
Adamlar tansiyon hapları ile ayakta duruyor. “Nereden çıktı bu iş”
diye tutuşuyorlar. Parayı toparlayamıyor, gidiyor devlet
bankasından kredi kullandırılıyor. Bakın bunlar benim başıma 97-
98’de geldi. 28 Şubat süreciydi. O zaman da Milliyet’in yayın
yönetmeniydim. O zaman Başbakan Mesut Yılmaz’dı. Türkbank’ı arka
planında Çakıcı olan Korkmaz Yiğit olan bir sermaye grubuna yani
mafyaya sattılar. Türkbank satışından elde edilen bir milyar
dolarlık sermayeyi de medyayı ele geçirip seçimde kullanmak için
planladılar ve o plan çöktü. Çünkü o plan içinde Milliyet de vardı.
Ben de hep şunu inandım: Suikaste uğramış bir Genel Yayın Yönetmeni
olan Abdi İpekçi’nin temiz ruhu hâlâ bu gazete koridorlarında
dolaşıyor ise bu satış gerçekleşmez, bu gazete bu kirli ellere
geçmez dedim ve geçmedi. Korkmaz Yiğit’e satış süreci Yüce Divanlık
oldu ve Mesut Yılmaz Türkbank süreci için Yüce Divan’da yargılandı.
Şimdi bu süreçlerde Yüce Divan’lık süreçler.
“BAŞBAKAN DA BAKANLARI DA YÜCE DİVAN’A
GİDEBİLİR”
Yani Başbakan Erdoğan da mı Yüce Divan’a gidebilir
diyorsunuz?
Elbette gidebilir. Hatta sadece o değil Bakanları da gidebilir…
Çünkü siz bu şekilde bir medya yarattığınızda çöker bu, altında
kalırsınız.
“ÖZAL BENİ ATTIRMAK İSTEDİ, AYDIN DOĞAN
KORUDU”
Geçmiş dönemde hiç iktidar baskısı nedeniyle işinizden
olduğunuz oldu mu?
Bakın ben 1990’da birinci Körfez Savaşında Irak’a Saddam ile
röportaja gittim Özal döneminde. Türkiye savaşa girecekti. Biz
öteki cephede neler oluyor acaba diye -tırnak içinde- düşman
cepheye gittik. Röportajı Milliyet’te yayınladık. Özal o dönem beni
attırmaya çalıştı. Ben gazetenin Ankara büro şefiydim, Aydın Doğan
korudu. Dahası da var. Ben 28 Şubat’ta gazetenin genel yayın
yönetmeniydim, Aydın Bey önüme 11 kişilik bir liste koydu
askerlerin hazırladığı. Türk basınının en önemli kalemleri vardı o
listede. Aydın Bey “Bunlarla başımız dertte ne yapacağız?” dedi.
“Hepsini koruyacağız” dedim. Biz arkadaşlarımızın arkasında durduk.
Sabah Gazetesi ne yaptı? Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar gibi
birçok isimi işten attı.
“AYDIN DOĞAN BASKILARA KARŞI HEP DİK DURDU, İYİ BİR
MEDYA PATRONU”
Aydın Doğan süreçte Demirören’den daha mı dik duruyor
sanki?
Elbette, hiç tartışmasız öyle... Kaldı ki o haksız vergi cezasına
uğramış ve bütün gazetelerini, servetini kaybetme riski ile karşı
karşıya kalmışken. Ama Aydın Doğan ile Demirören’i karşılaştırmamak
lazım, çünkü Demirören’in hiçbir medya tecrübesi yok, sektöre yeni
girdi ve iktidara çok bağımlı biri.
“17 ARALIK’TA KOLTUĞUMDA OTURSAYDIM
EĞER…”
Genel yayın yönetmenliğinden alındıktan sonra köşe
yazarlığı için direttiniz mi peki, böyle iddialar
vardı?
Hayır, böyle bir şey olmadı, ayrıca devam da etmedim. Fikret
Bila’yı gazete için öneren isim de benim. Onlar da kabul etti.
Demirören ailesi ısrarla bana hükümetin beni göndermek istediğini
söylüyordu. Zaten kendilerinin de çok hoşnut olduğunu
söyleyemeyeceğim, çünkü ben gazetecilikte inat eden bir adamdım,
“Önce haber” diyordum. Beni zapt edemiyorlardı. “İnadına
gazetecilik” diyen birini isterler mi? Böyle bir dönemde yani 17
Aralık’ta ben gazetede olsaydım o bakanların istifasını ilk günden
isterdim.
İktidar baskısından ziyade Demirören sizinle
anlaşamadığını, geçinemediğini söylemiş?
Benim dönemimde orada iyi gazetecilik yaptık, iyi gazete çıkardık.
İnsanlara sonsuz fırsat açtık. Mesela benim için “Çok masraflıydı”
demişler. Evet bu doğru. Gazetede seyahat yasağı vardı. Hiç kimse
bir yere gidemiyordu. Biliyor musunuz Bünyamin Aygün hangi
duygularla Suriye’ye gitti? Aylardır bir yerlere gönderilmedikleri
için bir şeyler yapma hevesi ile gitti ve orada rehine düştü. Bir
gazeteyi canlandırmanın tek yolu vardır; o da haberciliktir.
Gazeteleri köşe yazarları sattırmaz. Yapılan haber satar. Haberi
kim üretir? Muhabir. Ben gelir gelmez bazı yazarların işine son
verdim, bazı muhabirlerin ise maaşına zam yaptım. Özel haber
çalıştırdım. Evet, ben insana ve muhabire yatırım yaptım, gazetenin
sayfalarını çoğalttım, 104 sayfa gazete yaptım. O bize
çeşitlilik, canlılık getirdi. Reklâm dönüşü sağladı. Çünkü Milliyet
büyükler liginden düşmüştü. Harcama yaptım ama dönüşü oldu bize
fazlasıyla. Bakın şimdi Roboski tartışılıyor değil mi? Namık
Durukan Roboski’nin birinci yılında aynı katırlarla Encü
Ailesi’nden birini de yanına alarak orayı geçti ve biz bunu kapak
yaptık. Orada ölümcül tehlike vardı. Erdoğan Demirören o dönem beni
arayıp tebrik edip “Bunlardan Vatan’a da yap” dedi. Harcamaları ben
bunlara yaptım.
“DEMİRÖREN’DE BEYEFENDİ GAZETECİLİĞİ
VARDI”
Başbakan Erdoğan sürekli Demirören’i arıyormuş ya haberler
için. Bir nevi “Alo Demirören” hattı mıydı bu?
Onu da, çocuklardan birini de olabilir. Beyefendi gazeteciliği
vardı ama ben bunu tanımadım. Bu benim raconuma uygun değil. Ben
Başbakan ile Malezya gezisinde uçakta yarım saatlik bir görüşme
yaptım. O bana bir şeyler söyledi, ben ona bir şeyler söyledim.
“Bel altı vuruş olmayacak" dedi. “Benim gazetecilik hayatım bir tek
bel altı vuruş yok, yıllarca gazetecilik yapıyorum hakaretten
açılmış tek bir davam yok ” dedim.
“GAZETECİLİĞİMİZ DEĞİL KÖTÜ SİYASETİNİZ
BATSIN”
Başbakan’dan korkan, çekinen gazetecilerden miydiniz, belli
ki medyada bir korku imparatorluğu var?
Hayır asla. Korksaydım eğer bu kitabı kaleme almazdım. Korku
imparatorluğu varsa ve biri çıkıp “Batsın senin gazeteciliğin”
diyorsa ben de “Hayır batmasın” diyorum. Kötü siyaset batsın, kirli
siyaset batsın.
“TAPE KORKUM YOK”
Medyaya yönelik tapeleri dinlediğinizde ne hissediyorsunuz
bir gazeteci olarak?
Hiç şaşırmıyorum. Bu kitapta yazdım hem de tapeye girmemiş olanları
da var. Ben tapelerden de korkmam. Telefonda da son derece özgür
konuşurum. Dinlesinler.
“HERKESİ KOMİSYONA ÇAĞIRDILAR, BENİ
ÇAĞIRMADILAR”
Hiç “Keşke yapmasaydım” dediğiniz şeyler var mı meslek
hayatınızda?
İyi ki yapmışım dediğim şeyler o kadar çok ki... Ama hiç keşkelerim
yok. Daha iyi şeyler de yapacaktık ama o kadarına izin vermediler.
Ben diyorum ki çok şanslı bir dönemde genel yayın yönetmenliği
yapmışım. 28 Şubat’ta şanssız bir dönemdeydim ama o zamanda çok iyi
gazetecilik yaptık. O zaman darbe olurken askerlere “Dur” dedik.
Madeleine Albright'ın “Anayasa dışına çıkmayın” uyarısını verdik. O
benim yüz akımdır. Bakın herkesi 28 Şubat komisyonuna çağırdılar,
bu komisyona merkez medyada çağrılmayan tek gazeteciyim. Bunu bir
önemi yok mu?
“28 ŞUBAT’TAN DAHA BETER BİR MEDYA
VAR”
28 Şubat dönemindeki medyadan farklı mı şimdi
medya?
Maalesef o dönemden çok daha beter bir tabloyu yaşıyoruz. Bu
hükümetin büyük başarısızlığıdır bu. Bu tam bir sivil 12 Eylül.
“SORUMLU İKTİDAR VE ZAYIF MEDYA
PATRONLARI”
Türkiye basın özgürlüğü konusunda nerede şu
an?
En kötü dönemlerden biri yaşanıyor. Biz zaten zayıf bir ligdeyiz
medya konusunda. Bunun sorumluğu en başta sivil iktidarda, ikinci
olarak da bu zayıf medya patronlarında.
“ZAYIF MEDYA PATRONLARI SEKTÖRDEN
ÇEKİLSİN”
Ne yapmalılar?
Derhal medyadan çekilsinler. Vicdanlarına sorsunlar ne
yaptıklarını. Bu dönemin kaybedeni sadece biz gerçek gazeteciler.
Bu olaylar sonrası vatandaş gazetecilere güvenmiyor. Çünkü
siyasetçinin günahı da gazeteciye yıkılıyor. Ben büyük bir huzur
içinde görevi bıraktım, beni tek üzen benden sonra bu kadar adamın
kanını dökmeleri, bu kadar adamı işten atmaları oldu. Ben böyle
olacağını bilseydim kalır mücadele ederdim.
Gönderildiniz nasıl kalacaktınız ki?
Türlü türlü yolları var direnebilirdik.
“BİR KAÇ CİLT
KİTAP DA FİKRET BİLA YAZAR”
Peki böylesine baskıya yılların gazetecisi Fikret Bila
nasıl dayanıyor?
Valla benden sonra birkaç cilt kitap da sanırım o yazar. Bunu
benimle değil onunla konuşmanızda fayda var.
“TALİMAT GAZETECİLİĞİ
YAPMADIM”
Şimdi bir eleştirim olacak ama sadece size değil, siz ve
sizin konumunuzda olan bütün genel yayın yönetmenlerine. O
koltuklarda oturduğunuzda hiç sesiniz çıkmazken, koltuktan inince
mi medyaya baskı olduğu hatırlanıyor. O zaman neden tepki
gösterilmiyor?
Valla ben en iyi dönemimi yaşadım. Ne sansür ne otosansür yaptım.
Çok şanslı bir dönemde oturdum o koltukta, ayağıma hep önemli
toplar geldi ben de onları gole çevirdim. Mesela İmralı tutanakları
da onlardan yalnızca bir tanesi… Kimsenin talimatıyla kimseyi işten
atmadım. Aman şu bakana sorayım, aman Ankara ne der telaşı ile hiç
habercilik yapmadım. Dolayısı ile o koltukta otururken şikâyet
etmemi gerektiren bir şey yoktu. Patron aransa da ne kadar baskı
görsek de haberlerimize yansımadı.
“GAZETELER İKTİDARIN VAHŞİ SALDIRISINI HAK
ETMİYOR”
Şu an Milliyet Gazetesi’ni nasıl buluyorsunuz?
Evime hâlâ bu gazete giriyor. O nedenle yorum yapmayacağım. Bu
gazeteler çok büyük emekle çıkıyor ve iktidarın vahşi saldırısını
hak etmiyorlar. Hiçbir meslektaşım bu muameleyi hak etmiyor,
siyasetçiler kendi işlerine baksınlar, medyayı zaten medya
mensupları hallediyor. Biz onlara fazlasıyla değer veriyoruz, yer
veriyoruz.
“TEK DEFOM ‘YETMEZ AMA EVET’Çİ
OLMAK”
Reformlarını destekledim dediniz ya merak ettim AK Parti’ye
oy verdiniz mi?
Asla, kesinlikle, hayır... Ben hayatım boyunca sola oy veren bir
insanım, bir tek defom var, o da bana göre çok büyük bir defo
sayılmaz; Anayasa’ya “yetmez ama evet oyu” verdim.
Pişman mısınız o evet oyundan?
Hayır değilim, çünkü o zamanki bakış açım oydu. Ben 12 Eylül 82
yani, darbe Anayasası’na hayır diyen yüzde sekizin
içindeyim.
Kitabınızın ismi de kullandığınız kapak resmi de çok
çarpıcı. Neler var, ne anlatıyorsunuz?
O kadar çok çarpıcı başlık var ki okuyun derim. İddialı bir
kitap... İmralı tutanaklarından başlayan, Gezi ile devam eden ve 17
Aralık ile son bulan… Tabii Milliyet’te neler yaşandı hepsini açık
açık yazdım.
“DEMİRÖREN BAŞBAKAN’A SÖZLER
VERMİŞTİ”
Kitabınızın ismi de kullandığınız kapak resmi de çok
çarpıcı. Neler var, ne anlatıyorsunuz?
O kadar çok çarpıcı başlık var ki okuyun derim. İddialı bir
kitap... İmralı tutanaklarından başlayan, Gezi ile devam eden ve 17
Aralık ile son bulan… Tabii Milliyet’te neler yaşandı hepsini açık
açık yazdım. Demirören’in İmralı haberi için Başbakan'dan özür
dilemesi de var; Demirören İmralı haberi için Başbakan'dan özür
diliyor: 'Sizi çok üzdük. Milliyet'i hemen uygun gördüğünüz birine
satmaya hazırım" diyor. Başbakan bu öneriye bozuluyor: "Alırken
bana mı sorunuz da şimdi kime satacağınızı bana soruyorsunuz."
Diyor. Erdoğan Demirören Milliyet'i satın aldıktan sonra gazetenin
başına kimi getireceğini Başbakan'a sorması da var. O isim de
zaten Akif Beki'ydi. Demirören'lere direnemediğim tek olay,
Nagehan Alçı'nın gazeteye alınmasıdır. Onun nedeni de şuydu: Meğer
Y.Demirören, 'Beyefendi'ye yani (Başbakan'a) söz vermiş".. Ama
kitabın bütün detaylarını burada anlatmayayım, bence kitaptan
okunsun…
“KEŞKE BU LANET DÖNEMDE O KOLTUKTA
OLSAYDIM”
Peki “İyi ki bu lanet dönemde genel yayın yönetmeni
değilim” dediğiniz oluyor mu hiç?
Hayır olmuyor. Keşke otursaydım. Çok da güzel gazetecilik yapılır.
Cumhuriyet, Sözcü, Taraf gayet güzel başlıklar atıyorlar. Bakın her
tarafı kararttılar. Ana akım haberleri vermiyor, siz o sabah
bakanların çocuklarının kapıları çalınana kadar böyle bir haberden
haberdar mıydınız? Değildik. Peki, böyle bir haberin haber olması
engellenebildi mi? Hayır engellenemedi. Otoritenin en büyük
yanılgısı budur. Engelleyemezsin. Gizleyemezsin. Gazeteler veremese
bile artık internet var. Bırakın interneti savcı bildiri dağıttı bu
ülkede. Muammer Güler’in oğlunun 1 trilyonu gizlendi mi? Utanç
verici bunlar. Kapatılabilir hali yok, kapattıkça batarsınız.
“SAVAŞ SIRASI BİZ
GAZETECİLERİN”
Röportajımızın sonlarına doğru gelirken sormak isterim;
medyaya yönelik baskı bu kadar ayyuka çıkmışken son sözleriniz ne
olur?
Mesleki anlamda savaş sırası bizde. Herkes işini yapacak. Bakalım
gerçek gazetecilik mi batacak yoksa kötü siyaset mi. Devran
dönüyor.
Türkiye kuşkusuz ki tarihi günlerden geçiyor. Peki, bu
kavga daha ne kadar sürer?
Bitmez sürer. Daha da büyür.
Siz bu kavganın ne tarafındasınız?
Elbette bir tarafında değilim ve birçok kesim gibi ben de
rahatsızım. Ancak bu kavga olmasaydı tüm bu gerçekler de ortaya
çıkmazdı.
“YAT DEĞİL YELKENLİ GEMİ
ALDIM”
Son bir soru, herkesin çok merak ettiği; yat meselesi doğru
mu, birçok iddia ortaya atıldı çünkü?
(Gülüyor) Yat meselesi diye bir şey yok. Yelkenli bir tekne aldım.
Ancak tekneyi gazeteden ayrıldıktan sonra almadım. Şubat ayında
gazetenin başındayken aldım. Hem de buradan aldığım ücretle. Çünkü
o yelkenli tekne benim hayalimdi. Hatta tekneyi Hasan Cemal ile
birlikte aldım. Teknede denizciliği öğrenmeye çalışıyorum ama o
gazete yapmaktan daha da zor. O haberi çarpıttılar.
14 ay boyunca konuşmadınız; ilk kitabınızın ardından ilk
bana konuşmanız çok önemli. Çok teşekkür ediyorum. Dilerim
kitabınız beklenen ilgiyi görür.