DARBECİ DARBECİ DEDİLER AMA ASIL DARBEYİ BİZ YEDİK!
Hürriyet gazetesi yazarı Ayşe Arman, Mustafa Balbay'ın eşi Gülşah Balbay'la neler konuştu?
Çok cesur bir kadınla tanıştım. Çok güzel bir kadınla. Çok başka
bir kadınla. Bal rengi saçlı, mavi gözlü, sevdiği adama, dünyanın
sonuna kadar destek olacak bir kadınla. Mustafa Balbay adına çok
sevindim.
Onların aşkına kısa bir süre de olsa tanıklık ettiğim için. Gülşah
Balbay’ı havaalanında karşıladım, birlikte Silivri’ye gittik.
Eşiyle 45 dakika görüştü, dışarı çıktığında gözleri ışıl ışıldı,
yenilenmişti, devam etme gücü gelmişti üzerine. Yol boyu Mustafa
Balbay ve onunla dört yıla yakın süredir neler yaşadıklarını, nasıl
yaşadıklarını, nasıl altından kalktıklarını konuştum. O kadar
etkilendim ki anlattıklarından, ertesi gün Silivri’ye duruşmaya
gittim. Gitmeye de devam edeceğim...
- Başbakan dört ay hapis yattı, o günden beri her yerde,
“Büyük haksızlık!” diyor. Eşiniz, hükümsüz tutukluluğunun dördüncü
yılına girdi. Size yapılan ne kadar büyük bir
haksızlık?
- En büyük haksızlığı biz yaşadık. Bize
“Darbeci, darbeci!” dediler, darbeyi biz yedik! Ama bunun altından
kalkacağız. Eninde sonunda huzura kavuşacağız. Başbakan’a gelince,
geçmişi unuttuğunu düşünüyorum.
- İnfaz sistemine göre dört yıl hapis, 10 yıl cezanın
karşılığı. Nasıl açıklıyorsunuz bu durumu?
-
Açıklayamıyorum. Hükümlü muamelesi görüyoruz şu anda. Bize peşinen
cezayı vermiş bulunuyorlar. Eşim her duruşmada ifade ediyor,
“Lütfen bir karar verin, suçumuz nedir söyleyin!” diyor.
Söylemiyorlar.
- Yaşadığınız şeyi nasıl tanımlıyorsunuz?
-
İnce ince planlanmış bir proje olduğunu düşünüyorum. Kaç bin kişi
çalıştı, kimler onlar bilmiyorum. Ama iyi planlamışlar,
istediklerini başardılar. Fakat bunun sonu gelmeyecek. Çünkü izin
vermeyeceğiz. Bunun Türkiye’yi dönüştürme projesi olduğunu
inanıyorum. Ama umutsuzluğa kapılmıyorum. Altından nasıl mı
kalkılır? Mücadeleye devam ederek. Korkmayarak, susmayarak,
sinmeyerek.
- Mustafa Balbay’ın yaşadığı bir Türkiye gerçeği mi?
Türkiye’deki muhalif gazetecinin kaderi ölüm/hapis ikilisi
mi?
- Maalesef öyle.
- Hukuka inancınız ne seviyede?
- Özellikle şu
son duruşmadan sonra sıfır. Bu insanların salıverilmesi gerekiyor.
Ama hâlâ, kuvvetli suç şüphesi var, kaçma şüphesi var deniyor.
Nereye kaçacaklar? Halk da artık olan bitenin farkında. Başta,
Ergenekon dendiğinde herkes bir durdu, korktu; “Hakikaten var mı,
bu insanlar suç işlemiş olabilir” dedi. Ama artık herkes, neyin ne
olduğunu biliyor. Ergenekon’un inandırıcılığını da yitirdiğini
düşünüyorum. Aynı zamanda yavaş yavaş çöktüğünü.
- Gelecekte bu yaşadıklarınız nasıl anlatılacak, tarihe
nasıl geçecek sizce?
- Anlatılmayacak. 1980 darbesini
bize anlattılar mı? Tarih kitaplarına geçti mi? Biz kendimiz
kitabevlerinden Deniz Gezmiş okuduk. 12 Eylül’de neler olmuş, Kenan
Evren neler yapmış kendi çabamızla öğrendik. Tarihin kapalı
sayfalarında kalacak. Ama bir aydın grubu olacak ki onlar halkı hep
aydınlatmaya devam edecekler.
- Kocanız CHP milletvekili olduğunda ne kadar
umutlandınız?
- Çok. Yüksek Seçim Kurulu’nun
“Milletvekili seçilebilir” demesi bize çok umut verdi. Seçimin
ertesi günü, hakimin davayı, dosyayı önüne alıp tahliyesine karar
vermesi gerekiyordu. Yapmadılar. Çünkü yargı bağımsız değil.
- Mustafa Balbay’ın hâlâ içeride olması, milletvekili
dokunulmazlığının ihlali mi sizce?
- Elbette, bu çok
açık değil mi?
- Bu ayrıcalık, kaçakçılara, katillere uygulanıyor da, niye
muhaliflere uygulanmıyor? Bu, “Katil olsaydın neyse ama bana karşı
çıktın, çaren yok yatacaksın” mı demek?
- Evet. En
acısı da bu. Düşünüyorsan, yazıyorsan, halkı aydınlatıyorsan, çok
kişiye hitap ediyorsan, çok kişi tarafından seviliyorsan
içeridesin. Ama katilsen, gençleri boğazlıyorsan, öldürüyorsan
çıkabilirsin. Türkiye’de adalet, ahlak, vicdan fena halde erezyona
uğradı.
- AK Parti, oyların yüzde 50’sini alınca, “Millet iradesi
benim” diyor, Mustafa Balbay oyların yüzde 50’sini alınca, “Millet
iradesi de neymiş!” oluyor…
- Çünkü çifte standart uygulanıyor. 700 bine yakın seçmen oy verdi.
Bir durup düşünmek gerekiyor.
- İnsan ne kadar umutsuzluğa kapılır böyle bir
durumda?
- Umutsuz olmak, yenik düşmek demek.
Umutsuzluğa kapılmayacağız. Savaşacağız, mücadele edeceğiz. İçeride
sağlıklı kalacağız. Çürütmeyeceğiz kendimizi. Artık, ‘Silivri
edebiyatı’ diye bir şey var kitabevlerinde. Bunları görünce mutlu
oluyorum, “Başaramadılar” diyorum.
- MİT müsteşarı söz konusu olduğunda, hukuk hallaç pamuğu
gibi atılıyor. Dokunulmazlık hakkı kazanmış milletvekilinin
tahliyesi söz konusu olunca, “Biz hukuğa karışamayız!”
deniyor…
- Evet, çünkü adalet diye bir şey yok,
adaletsizlik var, hukuksuzluk var. İleri demokrasi diye diye bu
noktalara geldik.
METANETİNİ KORU
- Bu dört yıl nasıl geçti?
- Zor. İlk alınma
şekli, hakikaten kötüydü. 15 polis eve girip darmadağın etti.
Çekmeceleri her yeri yıkıp kırarak arama yaptılar. Bir hınç vardı,
kin vardı. İçlerinde efendi insanlar da vardı ama genel olarak
felaket bir tabloydu. Duvarda asılı Atatürk resmini kırdılar,
“Neden yapıyorsunuz?” diye sorduğumda, “İçine bir rapor saklamış
olabilirsiniz” dediler. Bizi bir koltuğa oturttular, “Buradan
kalkamazsınız” dediler. Kızım 7.5 yaşında, oğlum daha 30 günlük.
Ağlamaya başladı tabii, polislerin karşısında süt veremiyorum.
“Mama verebilir miyim?” dedim, kendi mutfağıma gitmek için
polislerden izin aldım. Eşimi iki kolundan tutup oda oda gezdiler.
Arama sırasında, eşimle konuşmama izin vermediler. “Yasak!”
dediler. Bu anlattıklarımda hakka, hukuka sığan bir şeyi var
mı?
- Sonra…
- Sonra eşim döndü. Ama sekiz ay sonra
kapımızı tekrar çaldılar. Bu sefer çok efendilerdi, “Mustafa Bey,
sizi aşağıda bekliyoruz, İstanbul’a ifade vermeye götüreceğiz”
dediler.
- Sizce bu davranış değişikliğinin sebebi
neydi?
- Yanıltmak. Sadece sorguya alıyormuş gibi
yapmak. Oysa, baştan kararlarını vermişler. Eşim bana söyledi,
“Hazırlıklı ol, metanetini koru, beni uzun süre göremeyebilirsin”
dedi. Gidiş o gidiş. Bir daha evine giremedi maalesef. Dört yıl
oldu. Yine de kapıda iki terliği durur, almadım onları, “Bir gün
gelecek o terliklerini giyecek ve içeri girecek” dedim.
- İçerideki için mi daha zor, dışarıdaki için
mi?
- İçerideki için her zaman daha zor. Hele eşim ve
Tuncay Özkan tecrit altındalar. 8 metrekarelik ufacık bir odada
yaşıyorlar. Tuvaleti, banyosu da içinde. Aynı muslukta elini
yıkıyor, çay koyuyor ve diğer ihtiyaçlarını gideriyorlar. Bunu hak
ediyor mu bu insanlar?
- Hâlâ hücredeler mi? Bir yıl kaldılar, çıktılar diye
biliyorum…
- Yok, hâlâ hücredeler. Tam 28 Şubat
2011’de, Tuncay Özkan’la koğuşta beraberken, gecenin bir yarısı,
“Eşyalarınızı toplayın, çıkıyorsunuz” dendi. Birinci nizamiyeye
götürmüşler ve şöyle demişler: “Siz bu taraftaki hücreye, siz diğer
taraftakine.” Girmek istemediklerinde gardiyan, “Zor kullanmak
durumda kalabiliriz” demiş. O zaman eşim Tuncay Özkan’ı
yatıştırmış: “Yapmayalım bize yakışmaz!” Giriyorlar hücrelerine,
bir daha da birbirlerini hiç görmüyorlar. Sadece duruşmalarda...
Uzun bir süre bir-bir buçuk yıl yalnız kaldılar, sonra eşimin
yanındaki hücreye Barış Pehlivan’ı, Tuncay Özkan’ın yanına da Barış
Terkoğlu’nu verdiler. Büyük disiplin suçu işlemiş insanların sadece
10 veya 15 gün tecrit edildiği odada eşim bir buçuk yıldan fazla
bir süredir yaşıyor.
BİR TEK HASRETİN İLACI YOK
- Nasıl dayanıyor?
- Dayanıyor. “Kendini
düşünmüyorsun, bizi düşün” diyorum, “Bana ve çocuklara kavuşmak
istiyorsan, sağlıklı kalmalısın.” Bunun için de iyi besleniyor ve
spor yapıyor.
- 8 metrekarelik bir yerde mi?
- Evet, olduğu
yerde koşuyor, koşu bandı varmış gibi. Şişelere su dolduruyor,
ağırlık kaldırıyor. Programlı yaşıyor. İki saat kitap okuyor, iki
saat gazeteleri tarıyor, dört saat yazı yazıyor, üç saat de spor...
Kendine bir dünya yarattı.
- Zaman geçtikçe ve bırakılmayınca ne tür duygular yaşıyor
insan?
- Daha çok güçleniyorsunuz.
- Öfke, intikam, acı, korku…
- Yok, hayır.
Bunları aşıyorsunuz. Bir tek hasretin ilacı yok. Derler ya, ölümün
çaresi yok; bana göre de hasretin çaresi yok! Ben bulamadım... Ama
ben de her geçen gün güçleniyorum. Diyorum ki, oradan çıkacak ve
anlatacağız bize bu yapılanları. Türkiye’yi onlara
bırakmayacağız.
- Kaç kere gittiniz cezaevine?
- 200’ü
geçmiştir. Biri hariç her hafta gittim. Onda da oğlum çok
ateşlenmişti, annem panikledi, sorumluluğu almak istemedi.
- Açık görüş ne ifade ediyor?
- 45 dakika
sınırsız mutluluk. Sarılıyoruz birbirimize. Ya da sadece
bakışıyoruz. Başımızda gardiyan oluyor ama önemi yok, insan dünyayı
unutuyor. Kare şekilde dizilmiş masalarda diğer hükümlüler ve
tutuklular da oluyor ama onları da görmüyoruz. Bazen ne
söyleyeceğimizi de unutuyoruz, öyle duruyoruz birlikte... Unutmak
istemediğim şeyleri kopya çeken kızlar gibi elime yazdığım oluyor
ama terden siliniyor.
- Üzgün olmamaya mı gayret ediliyor?
- Evet.
Her zaman güler yüzlü olmak lazım.
- Ne tür şeyler yaşıyorsunuz?
- Hangi birini
anlatayım... Kışın, yün çorap sokmak yasak. Diyoruz ki, “Eşlerimiz
üşüyor...”, “Kantindekileri alsınlar” diyorlar ama kantindekiler
merserize. Baktık izin vermiyorlar, açık görüşe giderken
çoraplarımızın üstüne yün çorapları geçiriyoruz, görüşte çıkarıp
onlara veriyoruz. “Tek atlet sokabilirsiniz” diyorlar, iç içe
geçirdiğimiz atletleri tek atlet gibi gösterdiğimiz oluyor.
‘HAYAT GÜZELDİR’DEKİ BABA GİBİYİM
- Eşiniz, hasretin aşkı çoğalttığını
söylüyor…
- Öyle. Başka bir boyuta sıçrıyor sevgi. Daha
platonikleşiyor. Eve döndüğümde, başucumdaki fotoğrafıyla
konuşurken buluyorum kendimi. Kirli gömleklerini getiriyorum eve.
Kokusu sinmiş oluyor. Hemen yıkamıyorum ki, o kokuyu iyice içime
çekebileyim. Torbadan çıkarıyorum, öylece bırakıyorum, o sanki eşim
evdeymiş gibi hissediyorum.
- Peki, “Keşke başka bir meslek yapsaydı da dışarıda
olsaydı” diye düşündüğünüz oldu mu?
- Benim değil de,
kızımın aklından geçiyor. Söylüyor da. Yağmur şu an 11 yaşında,
oğlumuz Deniz ise 4.5. Yağmur yine daha şanslı, babayla anıları
var, Deniz’in hiç yok. Bomboş sayfalar. Anlam da veremiyor. Çocuk
bazen donuklaşıyor. Kendi kendine düşünürken buluyorum. Görüşlerde
babaya bir bakışı var: “Neden buradasın, neden bizimle değilsin,
neden gelmiyorsun” gibi...
- Nasıl izah ediyorsunuz?
- Başta okul
zannetti. Çünkü 45 dakika sonra, ikaz sesi geliyor. O da zil
çalıyor da, baba sınıfa giriyormuş gibi düşündü. Sonra baktık
hırçınlaşıyor, “Baba burada çalışıyor, görevli” dedik. Girişlerde
çok sıkıntı yaşıyorduk. O zaman da, ‘Burası havaalanı oyunu’
oynuyorduk. “Hepimizin güvenliği için aranıyoruz Deniz.” Aramalarda
üstüne bakıldığında, “A bak, abla sana gıdı gıdı yapacak, seni
gıdıklayacak Deniz!” ‘Ayakkabının içine fare mi kaçtı’ oyunu var
bir de, çünkü ayakkabılarına da bakıyorlar. Silivri’ye giderken
bazen kendimi ‘Hayat Güzeldir’ filmindeki baba gibi hissediyorum,
çünkü sürekli Deniz’e yalanlar söylüyorum. “Bakalım x-ray
cihazından geçtiğinde ötecek misin, ötmezsen kazanacaksın!” Ötünce
geri dönüyor, bir daha geçiyor, “Bu sefer kazandım!” diyor. Hep
oyun.
- Kızınız Yağmur?
- O çok hüzünlü. Her şeyin
farkında. 8 yaşından beri olayların bilincinde. Bazen yaşıtlarıyla
birlikte gördüğümde, bu kadar hızlı olgunlaştığı için üzülüyorum.
Bana diyorlar ki, “Şu anda iyi atlatıyor ama özellikle buluğ
çağında bir yerde patlayabilir.” İnşallah olmaz, hep
yanındayım.
- Onun bir elbise hikâyesi vardı değil mi?
-
Evet, elbisesini çıkarttırdılar. Bir başta sefer de, elbisesinin
boncukları öttüğü için söktürdüler. Saçlarındaki tokaları da yolar
gibi çıkardılar. İşin kötüsü, benim hiçbir şekilde müdahale etmeme
fırsat vermediler. Deniz küçükken defalarca, gardiyanın kucağında
x-ray’den geçirmeye çalıştılar. E tabii yabancı bir kolu hissediyor
ve deli gibi ağlıyor. İkisi de büyük şoklar yaşadı.
KADINLAR DAYANIŞMASI
Duygu Dikmenoğlu, Şule Perinçek, bütün eşler, bu acının içinde
birbirimize destek oluyoruz. Yaşadıklarımız, normal bir insanın
katlanabileceği şeyler değil. Arama sırasında bütün hepimizi bir
odaya alıyorlar, başlıyoruz aranmaya, aslında utanmamız lazım, biz
gülüyoruz. Bilinçaltımıza, “Bunu kaydetmeyeceğim, bu yaşadıklarımız
gerçek değil, bir oyun” demek istiyoruz.
EN FECİSİ SEVDİĞİN İNSANI GARDİYANLARA TESLİM
ETMEK
45 dakikalık açık görüş sonrası, ayrılık çok koyuyor. Sevdiğin
insanı gardiyanlara teslim edip göndermek, o kapının ardından
şıngırdaması. Gel de hayata devam et. Çıktığım zaman bir süre
kendime gelemiyorum.
EN GÜZEL ELBİSEMLE GİDİYORUM
Açık görüşlere müthiş bir hazırlık yapıyorum. Makyaj yapan biri
değilim ama o gün
mutlaka bir şeyler sürüyorum, saçlarımı yapıyorum, kokular
sıkıyorum. En güzel elbisemi giymeye çalışıyorum. Sanki eşimle
oradan çıkıp bir partiye gideceğiz. Hava değişiyor. Eşimin
bakışları değişiyor. Ruh hali değişiyor. Öyle yapmak gerekiyor.
10 DAKİKA TELEFON GÖRÜŞMESİ
Pazartesileri, 10 dakika telefon görüşmelerimiz oluyor. Hepimiz
evde bekliyoruz, Silivri dışında gelen hiçbir telefonu açmıyorum.
Telefonu megafona alıyoruz. Deniz, “Babaaa” diye bağırıyor. Yağmur
bir şeyler anlatıyor. Her kafadan bir ses çıkıyor, hem gülüyoruz
hem ağlıyoruz.
YA DERİ CEKETİ KÜREK YAPARLARSA
Giysilerini her hafta yıkayıp ütülüyorum, “Madem bavula izin yok,
karton kutuya koyayım” diyorum, buruşmaz en azından... “Hayır
karton yok! Kartonu, kepçe, kürek gibi kullanabilir ve kaçabilir”
diyorlar. Aynı şekilde deri ceket yasak, kürek yapıp tünel
kazabilirlermiş. Yumurta da yiyemiyorlar, kabuklarını kullanıp
birtakım şeyler yapabilirlermiş. Böyle kurallar var. Mavi gömlek
yasak, lacivert de yasak, gardiyanların rengi... Bir de şapka
yasak: Güneşli günler için götürmek istedim, “Olmaz” dediler,
“Sadece gardiyanlar şapka takabilir.”
OĞLAN AYNEN BABASI
Bisiklet aldım oğlana, “Bak bunu baba aldı, sana gönderdi” dedim.
Çok sevindi. Birlikte süsledik bisikleti. Fotoğraf çekip babaya
yolladık. Babanın eski televizyon programlarını izliyoruz, evin her
yerinde fotoğrafları var. Oğlan, babanın dolabını karıştırmaya
bayılıyor, babanın kravatlarını mahvetti! İnanılmaz bir şey, hiç
onunla aynı evde yaşamadı. Ama mimikleri, hareketleri her şey baba.
Suyu bardağına koyuşu, soyunuşu, bazı erkeksi tavırları, yürüyüşü,
bakışları...
- Peki bütün bu süreç içinde yaşadığınız en kötü şey
ne?
- Belirsizlik. Deseler ki, “Şu kadar yıl yatacak”,
o da bir şeydir. Bizde ‘umut yorgunluğu’ yaratmaya çalışıyorlar.
Neyse ki, başaramıyorlar. Ben de dirayetliyim ve hep eşimin
arkasındayım. Onunla evlenirken de bunun bilincindeydim.
- Kaç yaşındaydınız o zaman?
- 22. Ankara
Üniversitesi Gazetecilik’ten mezun oldum, diploma törenim vardı,
iki ay sonra nikah törenim oldu. Çok mutluydum.
- O ilk tanışma günlerinize dair aklınızda kalan
kareler…
- Staj yapmak için Cumhuriyet gazetesine
girdim, zaten hayranıydım, en çok bakışlarından etkilendim, aşık
olduk. Bir yıl içinde de karısı oldum. Her şey çok güzel
gelişti.
- Nasıl gelişti?
- Bana dedi ki: “Benimle
evlenir misin, senden çocuklarım olsun istiyorum!”
- İnsan şaşırmaz mı böyle bir teklif alınca?
-
Şaşırmaz olur muyum, şaşırdım. Ama dünyalar benim oldu. Ama ben
Mustafa Balbay’a değil Mustafa’ya aşık oldum. 12 yıldır evliyiz, ne
yazık ki bunun dört yılı cezaevinde geçti.
- Nasıl savunma mekanizmaları geliştiriyorsunuz?
N’apıyorsunuz da hayata devam edebiliyorsunuz?
-
Kendimi, çocuklarıma adadım. Deniz ve Yağmur, benim için Mustafa
demek. Onlara dokunduğumda Mustafa’ya sarılıyormuşum gibi
hissediyorum.
- Dört yıldır nasıl yaşıyorsunuz? Maddi durumuzu nasıl
dengeliyorsunuz?
- Anne ve babayla yaşadım bir süre.
Mustafa’nın da gazete yazıları devam ediyordu. Zaten yaşanan bu
acıların yanında, maddi durumu artık görmüyorsunuz. Evinizi
satarsınız, arabanızı satarsınız, bir şekilde idare edersiniz. Dert
etmiyorsunuz.
- Bu yaşadıklarınız size ne öğretti?
- Acılar
bizden bir şeyler götürdü zannediyoruz, değil; daha da
güçleniyoruz. Bu, ‘zulme karşı direnmek’. Hayata bir kere
geliyoruz, canımızı da versek, yaşadığımız düzendeki olumsuzluklara
hayır diyebilmemiz gerekiyor. Güzel bir dünya yaratmak istiyorsak,
savaşacağız.
- İç yolculuklar yapıyor musunuz?
- Elbette ama
kararlı gidiyorum. Çelişkiler yaşamıyorum. En başından beri, kafam
çok net. Şu anda tek amacım, eşimi orada sağlıklı ve diri
tutmak.
- Çıkınca ne yapmak istiyorsunuz?
- Gökova’ya
gitmek istiyoruz, Akyaka’ya. Orayı çok seviyoruz. Balayımızı da
orada geçirdik. Yağmur doğduğunda da oraya gittik. Çocukları,
Gökova’da büyütmek en büyük hayalimizdi. Gideceğiz. Bir ayda
yenileniriz gibi geliyor bana…
YAĞMURLU BİR GÜNDE TANIŞTIK
Yağmurlu bir günde tanıştık, yağmurlu bir günde evlendik, en güzel
günlerimizde hep yağmur yağdı. Kızımızın adını o yüzden Yağmur
koyduk. Deniz’i de; denizi çok sevdiğimiz için. Ankara’da
yaşadığımız için hep deniz özlemi çektik.
Ayşe Arman/Hürriyet