Cumhuriyet yazarından 'AKP cemaat ilişkisi' yazısı!
Ahmet Şık, Gülen cemaati ile Milli Görüş ve AKP'nin ilişkisini yazdı
Emniyet'teki cemaat yapılanmasıyla ilgili "İmamın ordusu" adlı
kitabı yazdığı sırada tutuklanan ve 375 gün tutuklu kaldıktan sonra
serbest bırakılan gazeteci Ahmet Şık, Gülen cemaatinin Milli Görüş
ve AKP ile 1970’lerden bugüne uzanan ilişkisini yazdı.
Gülen cemaatinin AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş geleneğiyle
tek ittifakını 1973 seçimlerinde yaptığını yazan Ahmet Şık, iki
taraf arasındaki işbirliğinin kısa sürdüğünü ve 12 Eylül 1980
darbesiyle MSP kapatılıp Erbakan da cezaevine gönderilince, Milli
Görüş ile cemaat arasındaki kavganın o dönem için noktalandığını
belirti.
Ahmet Şık’ın Cumhuriyet gazetesinin bugünkü (17 Aralık 2014)
nüshasında yayımlanan, “İttifaktan düşmanlığa: AKP – Cemaat”
başlıklı yazısı şöyle:
‘İttifaktan düşmanlığa: AKP – Cemaat’
“Yeni Türkiye” denilen garabetin kurucu güçleri olan AKP ile Gülen
Cemaati arasındaki savaş, gündemin tek belirleyici unsuru. MİT
soruşturmasıyla kamusal alana taşan, dershaneler çatışmasıyla
şiddetlenen, yolsuzluk soruşturmalarıyla bir meydan muharebesine
dönüşen savaş, Recep Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen’in
söyledikleri ve yaptıklarına bakılırsa kolay biteceğe de
benzemiyor.
Tarafların her ikisi demokrasi, barış ve temiz toplum için
mücadele ettiği iddiasında. Dini ve etik değerlerin de alet
edildiği bu savaşta tarafların ihtiyaç duyduğu yalanlar,
kendilerine gönül verenler nezdinde gerçeklerden daha çok itibarlı.
Ancak yapılan savunmalara kimse aldanmasın. Her ikisi de sistemin
ve toplumun demokratikleşmesini değil, kendi otoritesini hâkim güç
kılmak üzerinden içinde örgütlenmek istedikleri devleti ele
geçirmek isteyen güç odakları. Bu savaş ne demokrasi ve temiz
toplum ne de birilerinin iddia ettiği gibi barış ya da sivilleşme
için yaşanıyor. Sadece devletin sahibi kim olacak diye savaşılıyor.
Ancak bu savaşı bugün yaşananlara bakarak okumak hatalı. Çünkü
ikili arasındaki ittifakın da husumetin de geçmişi hayli eskiye,
1970’lere dek uzanıyor. Bu husumetin en önemli nedeni ise Fethullah
Gülen ve cemaatinin her zaman hâkim otoriteden, devletten yana saf
durmayı düstur edinmesiydi. Geçmişin devlet iktidarı Necmettin
Erbakan ve Milli Görüş Hareketini İslam’da radikalleşmenin
temsilcisi olarak görüyordu. İşte bu radikalleşmenin karşısına
çıkarılan ılımlı İslam’ın temsilcisi konumundaki Gülen ve cemaati
adeta Milli Görüş’ten korkanların panzehiri olarak sunuldu. Başka
bir deyişle Fethullah Gülen kendisine biçilen rolü ve verilen
görevi bile isteye kabul etti.
AKP’ye kadar ilk ve tek ittifak
AKP’nin bağrından doğduğu Milli Görüş ile Nurculuğun içinden
koparak bağımsız ve geleceğin en güçlü dini grubu olan Gülen
Cemaati arasındaki ilk ittifak 1973 seçimlerinde oldu. Milli
Görüş’ün kurucusu Erbakan, siyasete girdiği Milli Nizam Partisi’nin
1971 darbesiyle kapatılmasının ardından Milli Selamet Partisi’yle
yoluna devam ediyordu. MSP’nin siyaset sahnesinde güçlü bir aktör
olmaya başlaması, Nur cemaatinden bağımsızlığını ilan etmek için
uygun zaman kollayan küçük bir grubun lideri olan Gülen için de bir
fırsat doğurmuştu. MSP’nin de Nurcuları yanına çekmek istemesiyle
Erbakan ile Gülen arasında bir yakınlaşma başladı. Fethullah Gülen,
1973 seçimlerinde çevresindekileri de MSP’ye oy vermesi için
yönlendirmesi ikili arasındaki ilk ittifaktı. AKP iktidarına kadar
iki yapı arasında gerçekleşen bu tek ittifak döneminde İzmir’i
merkez alan ve yakın çevredeki birkaç ilde etkinliği olan Fethullah
Gülen de Nurculardan kopuşunu ilan etti. Gülen’in küçük grubu,
ittifak kurduğu MSP’nin tüm ülkeye yayılan il ve ilçe
teşkilatlarıyla neredeyse köylere kadar ulaşabilmenin yolunu da
böylece buldu. Ancak MSP’lilikle Gülenci olmanın iç içe geçtiği bu
ittifak kısa sürede sonlanırken, AKP iktidarına kadar da iki grup
beraber durmak bir yana aksine birbirlerine rakip oldular. Gülen,
yeterince güçlendiğine inanarak MSP’lilikten kurtulması gerektiğine
karar verdi. Sahip oldukları yurt ve dershanelerin sorumluları,
Cemaat’in çeşitli kurumlarındaki görevler gibi çekirdek kadrolar
MSP’li olanların elinden alınarak Fethullahçı olanlara veriliyordu.
Hep MSP kadrolarının değiştirilmesi dikkat çekince partililer
durumu anladı. Gülen Cemaati içinde, “MSP’lilik- Fethullahçılık”
tartışmaları başladı. Cemaatçiler, siyaset yerine başka hizmetlerin
yaygınlaştırılması gerektiği ve Erbakan gibi devlete muhalif olarak
hizmet edilemeyeceğini söylüyordu. Hatta aksine, devletten yana
durmanın mesafe kat etmekte yardımcı olacağını savunuyorlardı.
Cemaat ve parti için kalan tartışmaları ortalığa döken, Gülen’in 24
Haziran 1980’de verdiği bir vaazda isim vermeden MSP’yi ve yayın
organı Milli Gazete’yi eleştirmesi oldu. MSP’li gençliğin bir
kısmında cüppe ve sarık giyme modasının yaygınlaştığı o tarihlerde
Gülen verdiği vaazda, “Cüppeyle, sarıkla bu işler olmaz, paçavra
gibi bir gazeteyle bu iş yürümez” deyince tartışmalar ortalığa
döküldü. Gülen’in bu sözleri, özellikle kırsal kesimdekiler başta
olmak üzere çoğunluğu MSP’lilikten henüz kopmamış olan cemaat
içinde büyük tepki çekti. Söz konusu vaazın olduğu kaset hemen
piyasadan çekilerek imha edildi. Fethullahçılarla MSP’lilerin ilk
gerginliği olan bu olayda cemaatçiler partililerin öfkesi yatışsın
diye yanlış anlaşıldıklarını söyleyip sessiz kalmayı tercih etse de
büyük bir kopuş yaşandı. Kısa süre sonra gelecek olan 12 Eylül 1980
darbesiyle MSP kapatılıp Erbakan da cezaevine gönderilince,
Gülencilerle yaşanan kavga o dönem için noktalandı. Darbeyle
birlikte Gülen için de İslamcı camianın en kitlesel grubuna dönüşen
ve lidersiz kalan MSP tabanıyla bölünmeler yaşayan diğer cemaat ve
tarikatları hareketinin içine çekmenin de yolu açılmış oldu.
Gülen, 28 Şubat’ın savunucusu
AKP’nin iktidara geldiği 2002 seçimlerine kadar Gülen Cemaati ile
Milli Görüş arasında birçok ayrışma yaşandı
İkili arasındaki, günümüze kadar uzanan süreçteki en büyük kırılma
28 Şubat 1997’deki darbe sırasında oldu. Siyasal İslamın Türkiye’de
legal siyaset alanında 1990’larda başlayan yükselişiyle işbaşına
gelen Tansu Çiller ve Necmettin Erbakan ortaklığındaki hükümetten
memnun olmayan asker 28 Şubat 1997’de bir kez daha sahneye çıktı.
Ordunun demokrasi ve siyaseti karanlığa gömen gölgesiyle
“şeriatçılık” adı altında bir cadı avı başlamıştı. Tıpkı sistemin
işine gelmediği herkesin yakın geçmişte “Ergenekoncu” şimdi de
“Paralelci” denilerek fişlenmesine benzer bir şekilde
siyasetçisinden öğretmenine, bürokratından sermaye sahibine kadar
herkes şeriatçı, tarikatçı ya da cemaatçi olmakla suçlanıyor, bu
suçlamalarda yürütülen psikolojik savaş unsurlarıyla
destekleniyordu. Türkiye siyasi ve toplumsal tarihinin yaşadığı
fiili son askeri darbe olan 28 Şubat’la birlikte seçimlerle
işbaşına gelen RP hükümetten düşmekle bırakılmayıp kapatılacaktı.
Fethullah Gülen ve cemaatinin siyasi ve toplumsal alandaki en büyük
rakibi bir kez daha oyun dışına itilecekti. Hem de Fethullah
Gülen’in katkılarıyla. Darbenin Türkiye’de demokrasinin
yerleşmesini hızlandırdığı iddiasındaki Gülen’e göre 28 Şubat’ta
muhtıra verildiğini söylemek askerin günahına girmekti. Gülen’e
göre hükümeti düşüren MGK kararları tavsiyenameydi. Gülen
savunmakla kalmadığı darbeyi meşru kılmak adına Erbakan’a istifa
çağrıları yapmıştı. MGK kararlarını silah zoruyla dayatanların,
Cumhuriyet ve laikliğin en büyük tehdit altında olduğu bir dönem
olduğu için sorumluluk bilinciyle hareket ettiklerini ve masum
olduklarını ifade eden Gülen, darbecilerin sevap alacaklarını bile
söylemişti. Gülen’in bu tutumuyla Milli Görüş’le arasına kalın bir
duvar örülmüş oldu.
ABD ve İsrail’e karşı yaklaşım farkı
İkiliyi karşı karşıya getiren bir diğer olay ise ABD’nin 1991
Körfez Savaşı sırasında Irak’a saldırması sırasında oldu. ABD
bombardımanları nedeniyle Irak’ta her gün, aralarında çocuklar ve
kadınların da bulunduğu sivil halktan çok sayıda kişi ölüyordu.
Türkiye’deki, geleneksel olarak anti- Amerikancı ve anti-Siyonist
tutum alan İslamcı camia da tepkiliydi. Ancak Fethullah Gülen
yaptığı bir konuşmada, Irak’ın İsrail kentlerine yönelik füze
saldırısında ölen ve yaralanan İsrailli bebeklerin kendisini çok
üzdüğünü belirterek ağladığını söyledi. İslamcı camiadaki Siyonist
düşmanlığının had safhaya çıktığı bir dönemde yapılan bu konuşma
büyük tepki çekti. Dönemin RP’li siyasi aktörlerinden ağır
eleştiriler yöneltildi. Cemaat’in yayın organı Zaman gazetesi de
Gülen’i savunmak için, Irak’ın yanında olduğunu açıklayan
Erbakan’ın, ABD müttefiki olan Suudi Arabistan kralına savaşta
başarılar dileyen mesaj göndermesini haberleştirdi. Zaman gazetesi
Erbakan’ı ikiyüzlülükle suçluyordu. Aslında günümüzde de
yansımalarını gördüğümüz bu farklılık iki hareketin ABD ve İsrail’e
karşı tutum alışlarıyla yakından ilgiliydi. Erbakan ve dolayısıyla
Milli Görüş hareketi katı bir “Batı ve Siyonizm düşmanlığı” içinde
kendini var etmişti. Milli Görüş çizgisinin aksine Gülen ve cemaati
ise bu iki güce rağmen bir güç odağı olunamayacağının bilincinde
bir İslami cemaat olarak kendini var kıldı. Yani dünyanın egemen
gücü ve tetikçisi iki gücün gölgesinde ve onların etki alanında
büyüyen bir güç olmayı tercih etti.
Başörtüsündeki tutumlar
Cuntacıların, darbe öncesinin siyasi liderlerini beş ve 10 yıl
sürelerle siyasetten yasaklayan halkoylamasında da hem Gülen hem de
İslamcı camianın büyük çoğunluğu cuntanın yanında yer aldı. Ancak
İslami camianın iki büyük hareketi olarak aynı tabanı hedef kitle
seçen Milli Görüş hareketi ve Gülen Cemaati’ni 1980 darbesi
sonrasında bir kez daha karşı karşıya getiren ilk somut olay ise
başörtüsü sorunu yüzünden oldu. Üniversitelerde başörtüsü yasağı,
darbe sonrasında ilk öğrenci eylemlerinin de nedeniydi. Tüm yurda
yayılan protestolarda aktif olarak yer alan yapı ise İslamcı
muhafazakâr tabanın sorunlarına eğilerek partisinin etki alanını
genişletmeye çalışan Erbakan liderliğindeki Refah Partisi’ydi.
Fethullah Gülen ise bir kez daha devletin safında yer almayı tercih
etmişti. 26 Kasım 1989’da İzmir Hisar Camii’nde verdiği vaazında
Gülen, türban gösterilerini eleştiriyordu. Gülen vaazında, “Türban
yürüyüşlerinde yer alan kadınların çoğu çarşafa bürünmüş
erkeklerdir. Diğerleri ise aslında başı açık olup da provokasyon
amacıyla yürüyüşe katılan kadınlardır. Bu gösterilerin arkasında,
dinsizler, komünistler vardır” deyince RP kadroları için bulunmaz
fırsat doğdu. Gülen, başörtüsü gibi hassas bir konuda da devlet
refleksi gösterince, hakkındaki “devlet ajanlığı” iddiaları RP
kadrolarınca bir kez daha dolaşıma sokuldu. Ağır eleştiriler
yöneltildi.