"ÇETİN ALTAN BENİM İÇİN NE ZAMAN ÖLDÜ?.." ALTAN AİLESİ ORAY EĞİN'E NASIL HAYAL KIRIKLIĞI YAŞATTI?..
Sabah o yıllarda zor günler geçiriyor; maaşlar ödenmiyor, büyük fedakarlıkla gazete çıkıyor, sahiplik yapısı değişiyor. Yayın yönetmeni bile para almıyor...İşin aslı sonradan ortaya çıkıyor...
Çetin Altan benim için ne zaman öldü?
Çetin Altan'ın ailesini, çektiği sıkıntıları, yaşadığı mücadele dolu hayatı paylaştığı ve artık tarihe mal olmuş bir yazısı vardır. 'Dertleşme'yi hala saklarım, bence Türk deneme yazarlığında bir başyapıttır.
'Neden bu kadar çok suçlandığımı kendi kendime de sorduğum oluyor. Çünkü yarım yüzyıldır yazı yazıyorum. Türkiye'de yazı yazanları, insanın büyükelçi olmuş sınıf arkadaşları bile sevmezler' der.
Usta yazar, çarpıcı finale kadar okuru işliyor işliyor ve bombasını patlatıyor:
'Ahmet, Mehmet, Zeynep kocaman oldular... Onların ellerine yanaklarına dokunurken hala yıldızlar dolanıyor içimde... Yeryüzü serüvenindeki parantezin artık kapanmasını özlüyor gibiyim sanki... Durmadan suçlanmış olsam da salt yazı yazarak yaşamışlığın tuhaf bir tadı var içimde... Bir daha dünyaya gelsem yine sadece yazı yazardım...'
12 Şubat 1997'de yazmış Altan bu satırları, Sabah'ta. Ertesi gün kıyamet koptuğunu hatırlıyorum. Başka köşe yazarlarından o 'parantezin' kapanmamasına dair yakarışlar yükseldi.
O gün Çetin Altan benim için ölümsüzleşmişti.
Fakat çok kısa bir süre sonra benim için öldü Çetin Altan. Onu kendi içimde öldürdüm.
Ve yine, ne tesadüf ki, 'Dertleşme' başlıklı bir yazısıyla. İnanır mısınız tam beş sene sonra, 13 Mart 2002'de.
***
'Ben yazı yazmasam ne olur? Hiçbir şeycik olmaz. Ama ben yine de 'yazı'ya layık olmaya ömür vermiş bir kalem emekçisi olarak, kaybolmayı isterim sessiz ve sedasız...'
Yazarla okur arasında hesaplaşma anları vardır; okurun yazar tarafından kandırıldığını hissettiği. Öyle bir andı benim için...
İkinci 'Dertleşme' yazısının sonunda okura gazetesi Sabah'ı şikayet ediyor ve son bir, bir buçuk senedir kendisine değer verilmediğini söylüyor.
Bu yüzden 'kaybolmak' istermiş gibi bir izlenim yaratıyor. Sanki bırakacakmış gibi...
Sabah o yıllarda zor günler geçiriyor; maaşlar ödenmiyor, büyük fedakarlıkla gazete çıkıyor, sahiplik yapısı değişiyor. Yayın yönetmeni bile para almıyor...
İşin aslı sonradan ortaya çıkıyor... Çetin Altan o sırada Milliyet'ten yüklü bir transfer teklifi alıyor ve buna bir kılıf uyduracak: 'Bana kıymet verilmiyor' diye... Zaten bir süre sonra da Milliyet'e geçiyor.
O gün benim için Altan ailesinin bütün hayatlarının, o hayatları aktardıkları bütün satırlarının planlı bir PR çalışmasını olduğunun kanıtı oldu-en azından 80'li yıllardaki Özal dönüşümünden sonra.
Anladım ki Çetin Altan'ın derdi yazarlığa kıymet falan değil... Basbayağı para...
Yazarlığı bırakmaktan söz ediyor mesela, oysa görüyoruz ki hiç öyle bir niyeti yok.
Maksat konuşulsun, birkaç kişi daha pohpohlasın onu o kadar. Nitekim o dönem de Haşmet Babaoğlu'ndan Can Dündar'a, Fehmi Koru'ya kadar bir koro 'Aman ağabey' diye ağlıyor yine...
***
Çetin Altan'dan sonra, kendi içimde bir de Ahmet Altan'ın ölümünü yaşadım ben.
O da Yeni Yüzyıl'daki bir yazıyla oldu. Politik yorumlarından dolayı baskı varmış, öyle diyorlardı, yazılarına ara verdi ve kahraman oldu. Sonra, zar-zor ikna edilmiş ama sadece 'hayat' üzerine yazsın diye. Öyle dedikodu yayıldı; güya 'Artık siyaset yazmam' demiş...
'Vazgeçemeyeceğim kadar kıymetli değil hayatım, ben şanslı olanlardanım, hayatımdan daha kıymetli bir şeylerim var benim, öyle altı boş mukaveleler taşımıyorum koynumda, hayatım karşılığında anlaşmalar yapmıyorum' diye döndü.
Ne kadar etkileyici değil mi? Bir yazarın özgürlük beyanı, kaçış bildirisi adeta. Ahmet Altan'ın okura, sisteme, medyaya resti gibi okumuştum.
Gerçek bir 'veda' yazısı olarak...
Sonra ne oldu dersiniz? Bir hafta sonra, bir 'aşk' yazısıyla geri döndü Altan. Sonra bu böyle devam etti...
'Hani senin koltuğunun altında mukaveleler yoktu' diye geçti aklımdan.
'Keşke yazmasaymış' diye düşündüm.
Tıpkı babası gibi...
O satırların ardından karanlığa karışsa, kaybolsa ortadan -en azından bir süreliğine- gözümde, ona inanmış 'okurunun' gözünde ölümsüz olacaktı. Saygımı hiçbir zaman yitirmeyecektim.
Ama maalesef ben Altan ailesinde yazı 'tanrılarında' olmaması gereken bir özellik gördüm: Meğerse onlar da bizim gibi ölümlüymüş...
İşte bu yüzden Çetin Altan'a Başbakan ödül verirken herhangi bir duygu kıpırdaması yaşamıyorum içimde. Ölü şairi vatandaş yapmak gibi absürd bir durum olduğunu düşünüyorum. Ölü yazara madalya takmak...
Benim için Çetin Altan'ın o ödülü alması devletin ondan özür dilemesi değil. Onun devlete boyun eğmesi anlamına geliyor. Bir uzlaşmanın yansıması...
'Tamam hizaya geldim' dedi, bunu sistematik bir biçimde yaptı ve madalyayı kaptı... Ailece yaptılar.
Ne yazık... Ne acı...
İlhan Selçuk'un sırf düşünceleri yüzünden sabaha karşı gözaltına alındığı, Yalçın Küçük'ün ve onca muhalif aydının hala hapise yollandığı bir ülkede o ödülü alabilmek için 'yüz' gerekiyor, değil mi?
O yüzden oğul Ahmet Altan'ın 'dünyanın en büyük yazarlarından birisi' diye anlattığı babasının ödülünün ardından yazdığı yazı da herhangi bir his uyandırmadı bende. Onun gazetesinde karalanan, düşünceleri yüzünden infazlanan, hedef gösterilen yazarları düşündüm ve onun adına çok utandım.
Sahneye çıkıp 'Heil!' deseydi ancak bu kadar utanırdım.
***
'Hayatı yazıları yüzünden bedeller ödemiş bir aile' tanımlamasını çok seviyor Altanlar, her fırsatta kullanıyorlar.
Bu ödülle beraber, bu tanımı kullanmaya artık hakları da olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu ödül, Altanlar'ın da giderek Türkiye'de kanıksanmaya başlayan 'Sadece bizim gibi isteyenler düşünmekte özgürdür' mantığına onay verdiklerini ortaya koyuyor...
'Yazı yüzünden bedel ödemenin' hakikaten de bu aile için sadece bir PR malzeme olduğunu daha kaç kere kanıtlayacaklar?
Baba ödül alır, oğlu över... Altanlar özgürlüğü de, ödülü de, övgüyü de sadece kendileri için isterler.
Ama en önemlisi bir tane bile okur onların adına utanırsa, bunun altından bir yazar nasıl kalkar?
Oray Eğin/AKŞAM