09 Eki 2014 09:23 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 16:48

Cengiz Çandar'dan şok çıkış; Türkiye böylesine aciz ve yeteneksiz bir siyasi kadroyu iş başında görmedi!

Radikal yazarı Cengiz Çandar, IŞİD'in Kobane saldırıları sonrası Türkiye'de başlayan protestoları değerlendirdi.

Radikal yazarı Cengiz Çandar, Irak Şam İslam Devleti’nin Kobanê’ye saldırıları sonrası Türkiye’de başlayan protestoları değerlendirdiği yazısında, “Türkiye'nin yakın tarihi, kötü iktidarlar gördü ama burnunun ucunu görebilmek konusunda böylesine aciz ve yeteneksiz bir siyasi kadroyu iş başında pek görmedi” dedi.
Çandar, sokağa çıkma yasağını eleştirerek, “Bir iktidarın sıkıyönetim ilân etmesi ya da sokağa çıkma yasağı koyması, ülkeyi normal biçimde yönetme yeteneğini kaybettiğinin işaretidir. ‘Ben, askersiz ve sert güvenlik önlemlerine başvurmadan bu ülkeyi yönetemiyorum, yönetemeyeceğim’ itirafının bir biçimidir” ifadelerini kullandı.
Cengiz Çandar’ın Radikal’de “Anlayamadılar, göremiyorlar” başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
"Önce, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Kobani’ye oldukça yakın bir noktada, Gaziantep’te konuşurken bir müjde verir gibi “Kobani düştü, düşecek” sözlerini duydum.

O, bir “müjde” vurgusuyla Kobani’nin düşmek üzere olduğundan söz ettiği, IŞİD ile PKK arasında hiçbir fark olmadığını bir kez daha kuvvetle vurguladığı sıralarda, Türkiye’nin Kürtleri ülkenin birçok yerinde ayağa kalktılar. 19 kişinin ölümü, birçok yerin hasar görmesiyle ortaya çıkan fatura, Türkiye’nin gelecekte neler yaşayabileceğine, nelere tanık olabileceğine ilişkin ve çok tedirgin edici bir haberci gibiydi.

Ve, ardarda çeşitli il ve ilçelerde “sokağa çıkma yasağı” ilan edildiği haberleri gelmeye başladı. Birbiri ardından.

Türkiye’nin Kürt nüfuslu il merkezleri ve bazı ilçelerde önceki gece sokağa çıkma yasağı ilân edilmiş olduğunu duyar duymaz aklıma 12 Eylül 1980 öncesindeki Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel hükümetlerinin son demleri geldi.

Ülkenin bir sürü ilinde sıkıyönetim ilân etmek zorunda kalmışlardı. Hele Bülent Ecevit’in istemeye istemeye, sıkıyönetim ilânına nasıl sürüklendiğini gayet iyi hatırlıyorum.

Bir iktidarın sıkıyönetim ilân etmesi ya da sokağa çıkma yasağı koyması, ülkeyi normal biçimde yönetme yeteneğini kaybettiğinin işaretidir. “Ben, askersiz ve sert güvenlik önlemlerine başvurmadan bu ülkeyi yönetemiyorum, yönetemeyeceğim” itirafının bir biçimidir.

Gece karanlığında, önceki gece Diyarbakır’ın görüntülerinde olduğu gibi, boş meydan ve sokaklarda tepeden tırnağa silahlı askerleri yığarak asayiş sağlamak zorunda kalmaya başlamışsanız, yani askeri sığınmak gibi bir duruma kendinizi düşürmüşseniz, gelecekte “askeri müdahale” yolunun da taşlarını döşemeye başlamışsınız demektir.

İster belli saatler arasında sokağa çıkma yasağı olsun, ister sıkıyönetim, devlet otoritesini ortaya koymanın ve olayların önüne geçmenin, kontrolü sağlamanan bir yoludur elbette ama bu yola girildiğinde, o iktidar için “yokuş aşağı iniş” de başlamış demektir. Kimisi için günler, kimisi için haftalar, kimisi için aylar, kimisi için yıllar alır ama gidişatın yönü pek değişmez.

Bu tür önlemlere başvurmak zorunda kalacak kadar yanlışa batmış iktidarlar, bu yoldan kendilerini çıkarabilme ferasetine ve esnekliğine de pek sahip olamadıkları için bu böyledir.

Tayyip Erdoğan rejimi-Ahmet Davutoğlu hükümeti için de, geçmiş tecrübelere bakarak, “tarih”in onlar için “istisna hükümleri” uygulamayacağı ve cömert davranmayacağını düşünmek için yeterince sebep vardır.
(...)

En büyük ve en güçlü ve en barışçıl “kalk borusu”nu Gezi çalmıştı. Uyanmadılar. Tam tersine, son zamanların en barışçıl kitle hareketlerinden birine, Gezi ile ilgisi olmayan provokatörleri öne çıkartarak, “vandalizm” damgasını yapıştırdılar, Gezi gençliğinin üzerine gazapla gittiler ve Ali İsmail’lerden Berkin’lere genç ölüleri ve bunun yol açtığı “acı kültürü”nü ürettiler.

Gezi’ye öyle olmayacak bir dil ve uslûpla karşı koyup, “şiddet” unsurunu devreye soktular ki, yönetim zihniyetleri ve tarzları, geniş Kürt kitlelerini “çözüm süreci”nin kendilerini çoktandır sükûnete ve hatta iktidara zımnî desteğe itmiş olduğu bir zaman diliminde, sokağa dökmeyi başardılar.

Kürt kitlelerini sokağa dökme başarısını başarır başarmaz, 19 can kayıplı bir gecenin ilk uygulamasını; Diyarbakır, Van, Mardin, Batman gibi şehirlerin de bulunduğu 7 il merkezinde ve Nusaybin’den Kızıltepe’ye Suriye sınır boyundaki önemli ilçe merkezleri başta olmak üzere, Derik, Mazıdağ, Savur gibi hayli içerlek konumda, kırsal alandaki ilçelere uzanan geniş bir coğrafyada “sokağa çıkma yasağı” koyarak yaptılar.

İstanbul’un birçok noktası, toplumsal çatışma potansiyeli taşıyan gerilimler ile yer yer patlama noktasına geldi. Yakında Ankara, İzmir, Adana, Mersin gibi merkezlere de mevcut gerginliğin sirayet etmeyeceğinin herhangi bir işareti yok.

Haftalardır ve günlerdir, Kobani’nin nasıl bir “simge” olduğunu anlatmak için dilimizde tüy bitti, yazılarımızda mürekkep kalmadı. Görünen köy kılavuz istemiyordu. Kobani, katliamın eşiğine geldiği vakit, Türkiye Kürtlerinin, üstü kapalı biçimde Kobani’ye saldıran IŞİD’I kolladığı algısını oluşturmuş olan bu iktidara karşı ayağa kalkacağı besbelliydi. Kobani’nin doğu girişindeki tepelerde iki IŞİD bayrağının dikildiği gün, öyle oldu.

Ama bu arada, Kobani’deki askeri denge de değişmiş gibi. Kentin doğu girişine iki IŞİD bayrağı dikildikten sonra, üç hafta boyunca yapılmış olan toplam hava harekâtı birkaç saat içinde yapıldı ve dün sabah, IŞİD bayrakları o tepenin üzerinden inmişlerdi. Namlusunu Kobani’ye doğrultmuş olan IŞİD tankı da yoktu.

Bu durum, kuşkusuz, öncelikle üç haftadır Kobani’yi kararlılıkla savunanlara, Kobani için direnenlerin sağladığı bir sonuç. Koskoca Musul’u iki gün içinde, görünürdeki koca Irak ordusunu önüne katarak ele geçiren IŞİD, Musul’un üçte birinden daha küçük Kobani’yi üç haftadır üç taraftan kuşatmış olmasına ve “dördüncü taraf”tan oradaki “siyasi otorite”nin “zımnî” desteğe sahipmiş görüntüsüne rağmen bir türlü ele geçiremedi.

Kobani, artık, Türkiye Kürtleri ile Suriye Kürtleri arasında “kader ortaklığı”nın ve “ortak gelecek tasavvuru”nun simgesi ve daimi referans noktası haline geldi. Bu noktaya adım adım gelindi.

Ne var ki, AKP iktidarının esir düştüğü “kibir”, bunu görmeyi engellediği gibi, IŞİD ile arasında hissettiği “ideolojik hısımlık”, AKP iktidarında IŞİD’in Kobani’ye yönelik, Kürtleri katliam tehdidiyle karşı karşıya bırakan saldırısının Türkiye’nin içinde yol açacağı sonuçları görmeyi tümden imkânsızlaştıran bir “körlük” yarattı.

Kürtlerin önemli bir bölümü, AKP iktidarının, Kobani’deki “akrabaları” ve “soydaşları”na karşı IŞİD’i kolladığı kanısında. Cumhurbaşkanı’ndan Başbakanı’na, Başbakan Yardımcılarının herbirine, AKP iktidarının tepe isimleri, bu kanaatin bir yanılgı olmadığını kanıtlamak için ellerinden geleni yaptılar, yapıyorlar.

Türkiye’nin vatandaşı olan milyonlarca Kürt için, Kobani, kendi kimliklerini temsil ediyor. Kobani’dekilerin katliam tehdidi altında bulunmalarını, Türkiye’nin Kürtleri kendi gelecekleri açısından tehdit olarak hissediyorlar. Kobani’dekilerin direnişini, kendi başkaldırıları ve başarıları olarak sahiplenip, “özgüven aşısı” ile ayağa kalkıyorlar.

Bütün bunların farkında olmamakta, anlamamakta ısrarla direnin bir iktidar var Türkiye’nin başında. Bu kafayla ülkede, Allah muhafaza, bir “iç savaş”ın taşlarını döşüyorlar.

Ankara’da dün “Güvenlik Zirvesi” toplandı. Zirve’ye katılanlar, aynaya bakarlarsa, Türkiye’ye yönelik en büyük “güvenlik tehdidi”ni görmüş olacaklar.