Cengiz Çandar'dan kritik analiz; Türkiye iç savaşa mı gidiyor?
Cengiz Çandar: Türkiye’nin nereye sürüklendiğinin farkında mısınız Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan?
Radikal gazetesi yazarı Cengiz Çandar, Meclis’e gönderilen
“güvenlik yasası” hakkında endişelerini dile getirerek “Yakın
geçmişte, eski Osmanlı topraklarında, hem Ortadoğu’da hem
Balkanlar’da 'iç savaş'ı yerinde yaşamış, öncesini izlemiş birisi
olarak, Türkiye’nin geleceğinden büyük kaygı duyduğumu bir kez daha
yinelemek istiyorum” dedi.
Çandar bu görüşleri Radikal gazetesindeki köşesinde dile getirdi.
Çandar’ın “Farkında mısınız?” başlığıyla yayımlanan (16 Ekim 2014)
yazısı şöyle:
Farkında mısınız?
Lübnan’da yıllar boyu yaşadım. Beyrut’un “Ortadoğu’nun Paris’i”,
Lübnan’ın ise “Ortadoğu’nun İsviçre’si” olarak tanımladığı dönemi
de bilirim. O dönemleri de yaşadım.
1970-1971 yıllarında birisine Lübnan’da yakında iç savaş çıkacağını
ve bunun yaklaşık 15 yıl süreceğini, bittikten sonra da ülkenin tam
yerine oturmamış olacağını söylese, o kişiye aklını deli nazarıyla
bakılırdı.
Ama oldu. Lübnan, acımasız ve uzun bir iç savaş yaşadı.
Ama 1975-76’da başladı o kanlı Lübnan İç Savaşı 1975-76’da başladı
ve “Soğuk Savaş”ın bitim günlerinin yakınına, 1989 Ekim sonuna
kadar sürdü. Taif Anlaşması’yla sona ermiş sayılana kadar. Malûm,
Soğuk Savaş’ın sona erdiğini anlamına gelen Berlin Duvarı’nın
simgsel çöküşü 9-10 Kasım 1989 tarihindedir.
Arada iç savaş içi iç savaşlar yani “mini-iç savaşlar”, aralıklı
olarak İsrail saldırıları, Güney Lübnan’ın uzun süre İsrail işgali
altına düşmesi yaşandı. Ülkenin çeşitli bölümleri de Suriye’nin
askerleri ve “muhaberat rejimi”nin denetimi altına girdi.
1982 yılında, Saraybosna’da “Kış Olimpiyatları” yapılmıştı.
Beyrut’ta elektrik gelen saatlerde televizyon haberlerinde
Saraybosna Kış Olimpiyatları görüntüleri ekrana yansırdı. O sırada
birisi çıkıp, “Bir 10 yıl sonra, Saraybosna, Beyrut’tan beter
olacak, Bosna’da savaş yaşanacak” dese, ona da deli muamelesi
yapılırdı.
Tam da öyle oldu. 1992 yılında Bosna kana bulandı. Saraybosna,
zalim bir Sırp kuşatması altına düştü.
Bosna-Hersek’i savaş yıllarında –o da bir tür iç savaş idi;
Yugoslavya’nın dinî-etnik nitelikteki iç savaşı- beş kez gitmiş
olduğum ve başta Saraybosna, toprağının neredeyse her köşesine
ayağım değdiği için bilirim. Sırbistan-Hırvatistan savaşı ile
çarpıcı bir hal alan, Yugoslavya’nın parçalanmasının
Bosna-Hersek’te çok kanlı bir iç savaşa dönüşmesinden
korkuluyordu.
Korkulan oldu. Adım adım gidildi Bosna-Hersek’teki savaşa.
1992-1995 yılları arasında Dayton Anlaşması’yla noktalanana dek,
Bosna-Hersek’in üzerine nasıl bir felâket düştüğünü uzun uzun
anlatmaya gerek yok.
Anlatmak istediğim, yakın geçmişte, eski Osmanlı topraklarında, hem
Ortadoğu’da hem Balkanlar’da “iç savaş”ı yerinde yaşamış, öncesini
izlemiş birisi olarak, Türkiye’nin geleceğinden büyük kaygı
duyduğumu bir kez daha yinelemek istiyorum.
Kaygım, iktidar sahiplerinin, akıl almaz tavırlarından da
besleniyor. Yeni Başbakan, ilk grup toplantısında “1 Toma yerine 5
Toma, 10 Toma” vaadinde bulunuyor. Kendisine “Abi” denilen
birBaşbakan Yardımcısı, barut fıçısı haline gelmiş bir ülkede,
gerginliğin yatıştırılması yönünde adım beklendiği sırada “Dünyayı
başlarına yıkarız” diye açıklama yapıyor. İktidar partisinin yeni
yasama yılında ilk icraatı, hak ve özgürlükler bakımından hayli
sorunlu, ülkeyi “polis rejimi” haline iyiden iyiye dönüştürecek bir
yasa taslağı oluyor.
İktidar sahiplerinin geçen hafta yaşananlardan gerekli hiçbir dersi
almadığı ve “güvenlik öncelikli” bir politika ve “tehditkâr” bir
dil ile iktidarlarını sağlamaya almayı tasarladıkları anlaşılıyor.
“At sahibine göre kişner” özdeyişine uygun biçimde,
Cumhurbaşkanı’nın çevresindeki ve altındakiler, başımıza birer
“küçük Recep Tayyip Erdoğan” kesilerek, etkili iktidar olunur
zannediyorlar.
Tam tersine. Türkiye’yi çok tehlikeli bir yola âdeta göre göre
sürüklüyorlar.
Doğru, geçen hafta, can ve mal kaybına yol açan ve asla onaylanamaz
saldırganlıklar gerçekleşti. Bütün bunlarda, Kürt siyasi
hareketinin de belirli oranlarda kaçamayacağı sorumluluklar
olabilir. Onların da, dönüp, “özeleştiri” yapmaları gerekli
sayılabilir.
Bütün doğru olmakla birlikte, yaşanan olaylardaki provokasyon,
şiddet ve hatta vandalizm görüntüleri, bu arada Kandil’den gelen
(ve gelmeye devam eden) sert ve katı açıklamalar, Türkiye’deki
“kitlesel Kürt ortamı”na ilişkin olarak, esas alınması gereken şu
unsurları ortadan kaldırmıyor:
1- Türkiye’nin Kürtlerinin çok önemli bir bölümü, Kobani üzerinden
edindikleri algıdan ötürü, iktidara ilişkin muazzam bir “hayal
kırıklığı” içine girmişlerdir ve dokunsan patlayacak hale
gelmişlerdir. Hafta içinde yaşanan olaylardaki, görülmemiş ölçüdeki
“kitlesel katılımı” görmezden gelerek ve bunun nedenlerini
anlamamakta direnerek, bir santim yol alınamaz.
Hele konuyu, günlük siyasetin can sıkıcı bir yönü haline çoktan
gelmiş olan partilerarası kısır polemiklerin konusu yapmak ve
olan-biteni olduran derinlikleri görmek yerine, HDP’den sanık hatta
suçlu yaratmak, bir şeyi çözmeyecektir.
Aksine, siyasi ortamı daha da gerginleştirecektir, ki olan da
budur.
2- Türkiye’yi yönetmeye talip irade, Kürt halkının niçin ölümü göze
alacak ölçüde “korku duvarı”nı yıkmış olması ve bir büyük “kitlesel
barut fıçısı”na dönmesinin derin ve güçlü psikolojisi anlaşılmak
zorundadır.
IŞİD denildiğinde, Kürtlerin tüyleri diken diken oluyor. IŞİD onlar
için, Şengal’de iki ay önce, Kürtleri –Müslüman ve Ezidi- katliama
tabi tutan, Kürt kadınlarını ve kızlarını Musul pazarında, mezatta
cariye olarak satan bir canavar.
Şimdi de Kobani, -üstelik sınır ötesinde de değil; Türkiye
sınırının üzerinde- ve aynı ihtimal ile yüz yüze. Dahası, Kobani’yi
savunanların yarısı, bundan kısa bir süre önce çocuk yetiştiren,
okuluna ya da işine gitmekte olan genç kadınlar.
Öylesine “sembolizm” yüklü bir “tarih momenti”ne dönüşmüş vaziyette
Kobani.
3- Hal bu iken, bırakın Kobani’ye dönük hareketsizliği, bir de
“IŞİD ile PKK aynı şeydir”; “Ne var canım, Kobani’de sadece
teröristler kaldı. Orada trajedi filan yok; iki terörist örgütün
çatışması” var söylemi tutturur ve bu bakış açısıyla pozisyon
alırsanız, vatandaşlarınızın en az beşte birini oluşturan koca bir
halkın, içine “onur ve namus” dolmuş “barut fıçısı”na, bırakın
kibrit çakmayı, “alev topu” fırlatmış olursunuz.
Hele hele, doğru-yanlış, haklı-haksız da, IŞİD’i destek olmuş ve
bir şekilde destek olmaya devam eden iktidar “şaibesi” üzerinizden
kalkmamış iken...
Geçen hafta olanlar, bu nedenlerden ötürü oldu; bu nedenlerle
ilgili olarak oldu. Doğru ve gerekli dersler çıkartılmaz ise, yakın
gelecekte çok daha beteri olur.
Olan-bitenden çıkartılacak olan dersler, “daha fazla Toma”,
“dünyayı başlarına yıkmak”, “polisin ‘vur’ yetkisi”ni geliştirmek,
“Tutuklama gerekçesi olarak ’kuvvetli şüphe’yi ‘makul şüphe’ ile
değiştirmek” gibi dersler olamaz.
Değişik ülkelerin basını şu dönem Türkiye haberleri ve
yorumlarından geçilmiyor. Türkiye’yi bilen, birçoğu Türkiye’ye
sempatiyle yaklaşmış olan, bazıları şu anda Türkiye’nin içinde
yazan kalemler, adeta söz birliği etmişçesine, ülkemizin tehlikeli
mecralara sürüklenmekte olduğunu yazıyorlar.
Oldukça sık seyahat eden birisi olarak söylüyorum, dış dünyada
Türkiye’nin geleceğine ilişkin endişe var. Oysa, birkaç yıl önce,
aynı yerlerde, aynı insanlarda Türkiye’ye ilişkin hissiyat, bugün
olanın 180 derecede zıddıydı.
Bulunduğunuz mevkiler ve çevrenizdekiler, gerçeklerle bağınızı
kopartmış olabilir. O nedenle yazı ile sorayım:
Türkiye’nin nereye sürüklendiğinin farkında mısınız Sayın
Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan?
Bu işten kimse kazançlı çıkamaz. Siz de...