CENGİZ ÇANDAR'DAN HASAN CEMAL VE HRANT DİNK'E TEŞEKKÜR
Hasan Cemal, '1915: Ermeni Soykırımı' kitabı ile bir aydın olarak, hepimize, Türkiye'ye büyük bir iyilik daha yaptı.
Hrant Dink, İsmail Beşikçi, Hasan Cemal
Hiç kimse bu ödülü onun kadar hak edemezdi. Başka bir deyişle,
bu ödül ona yakıştığı kadar hiç kimseye yakışmayabilirdi.
Herhalde, salondaki tıklım tıklım kalabalık da böyle düşünüyordu ki
‘Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün 2012 yılında İsmail Beşikçi
tarafından kazanıldığı ilan edildiği anda, dakikalar süren bir
alkış koptu.
Ölümünden –daha doğrusu kahpece sırtından kurşunlanmasından- bu
yana her 15 Eylül’de Hrant’ın doğum günü, ‘Uluslararası Hrant Dink
Ödülü’ töreniyle kutlanıyor. Hrant’ın 58. yaşgününde bu yıl
bestelenmiş olan ‘Hrant Dink Oratoryosu’ndan bölümler dinledik.
Harikulade bir müzik şöleniydi. Tören sonrasında bestecisi Majak
Toşikyan’a (Cenk Taşkan) “Hrant’ı tanımış birisi olarak söylüyorum;
Hrant Dink oratoryo haline getirilsin dense Hrant’ın oratoryo hali
ancak böyle bir şey olurdu” dedim.
‘Hrant Dink Oratoryosu’ kadar etkileyici olan, İsmail Beşikçi’nin,
Rakel Dink’in elinden ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmaydı. O
da adeta bir ‘Bilim ve Düşünce Ahlakı Oratoryosu’ gibiydi. Sadece
sosyoloji alanındaki bilimsel çalışmaları nedeniyle en büyük
‘tabuları’ devirmeye cesaret etmiş ve bunu başarmış olduğu için 73
yıllık ömrünün 17 yılını sekiz kez girip çıktığı hapishanelere
bırakmış olan gösterişsiz, küçücük adam, bir ders süresi kadar
olmayan kısa süre içinde müthiş bir tarih dersi verdi.
‘Yakın Doğu, Ortadoğu ve Uzak Doğu’ kavramlarının Bizans’tan
kaynaklandığını ve bunun nedenini anlatarak başlattığı
konuşmasında, ‘Yakın Doğu’nun yani Anadolu topraklarının (çünkü
Anadolu, Yunanca-Rumca ‘Doğu’ anlamına gelir), ‘yirminci yüzyılın
ilk çeyreğinde imha edildiğini’ yumuşak bir ses tonuyla ve itiraz
edilemez bir kesinlikle anlattı. ‘Ermeni soykırımı’, söz konusu bu
‘imha’nın en yüksek kan bedelli örneği olmuştu.
İsmail Beşikçi, “Ben, devletler tarafından bu konularda özür
dilenmesinin hiçbir sorunu çözeceğine inanmıyorum. Sorunlar ancak
bu konuların araştırılmasıyla, gerçeklerin ortaya çıkarılmasıyla
çözülür” dedi. Üzerinde pek durulan ‘özür’ konusunda çarpıcı bir
tez ortaya atmış oldu.
Aklaşmadan önceki sapsarı saçlarından ötürü (Mülkiyeli olduğumuzdan
ötürü Beşikçi’yi 40 yıldan fazla bir süredir tanıma imtiyazına
sahibiz) ‘Sarı Hoca’ namlı İskilipli Türk, ‘Ermeni soykırımı’
sözcüklerini, o çok üzerinde durduğu araştırma ve incelemeye dayalı
bilginin gücüyle, adeta bilimsel rahatlıkla telaffuz etti.
Ömrünün 17 yılını hapiste geçirmiş olmasına rağmen ‘gerçekler’den
başka hiçbir şeye ‘teslim olmayan’ bir adamın saygı uyandıran
umursamazlığı ve cesareti var İsmail Beşikçi’de.
İsmail Beşikçi kadar eskiden tanıdığım, üstelik çok daha yakından
tanıdığım, benim çok yakın arkadaşım olan bir başka ‘Mülkiyeli’
var; Hasan Cemal... Hasan, Hrant’ın 58. yaşgününe müthiş bir
‘hediye’ ile katıldı; ‘1915: Ermeni Soykırımı’ adlı kitabıyla.
Hrant Dink’i ‘kalbimin kilidini açan adam’ diye anlatan ve
kitabının başından sonuna her satırında, satırarasında anan ve
canlandıran Hasan Cemal, ‘kalbinin kilidini açan’ adama daha iyi,
daha güzel ve daha doğru bir doğum günü hediyesi veremezdi. Zira
Hrant’a verilecek en güzel hediye, onun ömrü boyunca uğraştığı,
hayatını uğrunda hayatını feda ettiği ‘şey’e katkı olabilir.
O ‘şey’, Hrant’ın çok didindiği, Türk kardeşlerinin, ‘Ermeni
hali’ni ‘idrakı’dır, anlamasıdır. Hasan Cemal’in yaptığı da budur.
Kendisini merkeze alarak, bizim kuşağın her ferdinin nasıl bir
bilgisizlik çölünden yola çıkarak, ‘vicdan’ güzergâhından geçip
‘bilgi’ye ulaşmasının, ‘tarihimizle’ ve dolayısıyla ‘gerçeklerle
yüzleşme’ vahasına ulaşmanın serüvenini anlatıyor Hasan Cemal.
Bu yönüyle, Hasan Cemal’in ‘1915: Ermeni Soykırımı’ adlı kitabı,
değeri çok ileride daha da iyi anlaşılacak ve hiç eksilmeyecek bir
‘sözlü tarih çalışması’dır. Evet, adı üzerinde kitap yani yazılı
bir metin ama bitirene dek elinizden düşmeyecek bir kıvamda
yazılmış olan metnin okumasını tamamladığınızda; paha biçilmez bir
‘sözlü tarih belgesi’ olduğunu anlayacaksınız.
Yakın arkadaşlığımızdan ötürü, Hasan’ın kitap çalışmasından da
kitabın adından da aylar öncesinden haberim vardı. İki ay önce,
kitabı yayınevine teslim ettiği günün ertesinde, yelkenlisiyle
yüksek dalgalar, fırtına demeden Ege’de yol aldık. Birkaç gün, iç
dünyalarımızı, başkalarıyla pek kolay paylaşmayacağımız türden
‘sırlar’ı paylaştık.
‘1915: Ermeni Soykırımı’nı kitapçılarda yerini almadan, yani
yayımlanmadan üç hafta önce okuduğumda, Hasan Cemal’in, sanki
maviliklerde sonsuzluğa yelken açmışız gibi hissettiğimiz o
anlardaki tanık olduğum saf içtenliğini, satırlarında gördüm.
Kitabın en çarpıcı ve onu eşsiz bir ‘sözlü tarih belgesi’ yapan da
bence bu yönü.
Kitabın adı, Hasan Cemal’in o saf içtenliğinin zirve noktasından
başka bir şey değil. Kitabın adının öyle olmasına çok önem
vermişti; öyle olduğuna inandığı ve bunun olduğu gibi
yazılmasından, konuşulmasından bu ülkede korkulduğu için ‘tabu’nun
aşılmasını şart ve kendi sorumluluklarından biri olarak
görüyordu.
Teknede konuşurken “Kitabın adını ne koydum biliyor musun?” diye
lafa girmişti: “1915: Ermeni Soykırımı.” Ben de takılmıştım; “Bu
kapak başlığını ve adını doğrulatmak için 200 küsur sayfa kitap
yazmakla zahmet etmişsin Hasancığım” demiştim. “1915’in soykırımdan
başka bir şey olması mümkün değil. Zira ‘soykırım’ sözcüğü, 1948
yılında Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi ile dillere girdi.
Sözleşmeyi kaleme alan Raphael Lemkin kullandı ‘soykırım’
sözcüğünü. Sözcüğü icat eden Lemkin ve BM Soykırım Sözleşmesi’ni,
1915, o tanıma girsin diye kaleme aldı...”
Hasan, uzun uzun kitabı niçin yazdığının gerekçelerini anlatmaya
girişti. Benim söylediğim doğruydu ama tabii ki şaka yapıyordum.
Kitabının olağanüstü öneminin, daha tek satırını okumadan önce bile
farkındaydım.
Hasan Cemal, İttihatçıların üç büyüklerinden biri olan Cemal
Paşa’nın torunu. ASALA’ya ilham vermiş olan Los Angeles’taki ilk
Türk diplomat cinayetinin kurbanı Bahadır Demir, Mülkiye’den (SBF)
sınıf arkadaşı, dahası en yakın arkadaşlarından biri. 1973 Ocak
ayında Bahadır Demir’in tabutunu omuzlayanların başında Hasan Cemal
geliyordu. Ermeni sorunu konusunda kalemi alan hiç kimsede bu
özelliklerin bulunması mümkün değil.
Bahadır Demir’in Los Angeles’a tayini çıktığında, Hasan Cemal’e
“Bakalım Paşa Dedenin yüzünden başımıza neler gelecek?” dediğini
kitaptan öğreniyoruz.
Milan Kundera’nın “İnsanın iktidara karşı mücadelesi, hafızanın
unutuşa karşı mücadelesidir” sözüyle açılan kitap, Nilüfer Göle’den
“Taşları oynattığınız zaman kızarlar. Kızılmaktan bıkmamak lazım.
Aydın olmanın bir parçası da kendine yönelik şiddet. Yalnız
dışarıda değil kendi içinizde de, taşları sürekli oynatmak
zorundasınız...” alıntısıyla kapanıyor.
Ve de şu son cümleyle: “Hrant Dink’in öldürülmesi, soykırımı bir
kez daha yaşattı bana. Bu, hepimize, Türkiye’ye yapılmış büyük bir
kötülüktür...”
Hasan Cemal, ‘1915: Ermeni Soykırımı’ kitabı ile ‘kendisine şiddet
uygulamaktan hiç bıkmayan’ bir aydın olarak, hepimize, Türkiye’ye
‘büyük bir iyilik’ daha yaptı.
Sıra, geride kalanlarda; ‘taşları oynatmaları’ gerekiyor.
Hrant Dink, böyle olmasını istemez miydi?
Cengiz ÇANDAR / RADİKAL