20 Mar 2014 14:09 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 16:00

Cengiz Çandar açıkladı! Neden cemaati hiç eleştirmiyor?

Radikal yazarı Cengiz Çandar bugünkü köşesinde neden cemaati değil de hükümeti eleştirdiğini açıkladı.

Cengiz Çandar, “17 Aralık ile birlikte, 'cemaat’i eleştirmeye girişmek demek, ayyip Erdoğan’ın ‘paralel devlet’ iddiasını meşrulaştırmak anlamına gelir. 17 Aralık’ın ortaya çıkarttığı ve tapelerle ortaya saçılan gerçekleri bir yana bırakıp, Tayyip Erdoğan’ın kendisine karşı bir ‘darbe girişimi’nin söz konusu olduğu iddiasında haklı olduğunu göstermeye yarar” dedi.

Çandar, “Konumuz, Cumhuriyet tarihinin en yüz kızartıcı yolsuzlukları ile şaibe altına girmiş olan ve bunun üzerini örtmek için demokrasiyi tadil etmekten çekinmeyecek kadar pervasız olan bir iktidarın durumudur. Öyle ki kendini kurtarabilmek için tüm ittifaklarını dağıtıp, 'Ergenekoncular' ile yeni bir ittifaka sığınacak kadar… 17 Aralık sonrasında 'cemaat’e vurmak, 'cemaat’i eleştirmek, Tayyip Erdoğan’ın yolsuzlukları örtbas etme politikasına destek olmak, onun 'oyunu'nu oynamak anlamına gelirdi” görüşünü dile getirdi.

Cengiz Çandar’ın Radikal gazetesinin bugünkü yazısı şöyle:

Çoktandır 'dolaşımda' olduğunu bildiğim, hakkımdaki bir 'eleştiri', 'tepki' ya da 'itirazı', önceki gün benimle görüşen Wall Street Journal muhabiri olan meslektaşımız açıkça soru olarak yöneltti bana:

"17 Aralık’tan bu yana yaşanan süreçte neden 'cemaat’i hiç eleştirmiyorsunuz?"

Soruyu yöneltmeden önce bir gözlemini aktardı:

"İktidara yönelik olarak, hiç hakaret içermeyen ama bir yönüyle en sert, bana sorarsanız en oturaklı eleştirileri siz dile getirdiniz ve getiriyorsunuz."

Ardından 'ama'yı ekledi ve yukarıdaki soruyu sordu.

İktidar yanlısı internet sitelerinde de bazı 'hatırlatmalar' yapılarak, 'cemaat’i hiç eleştirmediğim' vurgulanmıştı. İddialardan birincisi, cemaat beni KCK’dan tutuklatacakken, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın müdahalesiyle kurtulmuş olmamdı. İkincisi ise Fenerbahçe operasyonundan ötürü daha önce 'cemaat’i sorumlu tutarken sonraları Tayyip Erdoğan’a yükleniyor olmamdı. Her iki iddia da 'tutarsızlığımın göstergesi' olarak iktidar yanlısı çevrelerde hakkımda dolaştırılmaktaydı.

İddiaların ilki, doğruluğu kuşkulu, kulağıma gelen bir söylentiden ibaretti. İkincisi de doğru değil. Fakat, önce, Wall Street Journal’ın sorusuna verdiğim cevabı buraya kaydedeyim; çünkü, içinde yaşadığımız dönemin 'can alıcı noktası' burada:

"17 Aralık ile birlikte, 'cemaat’i eleştirmeye girişmek demek, Tayyip Erdoğan’ın ‘paralel devlet’ iddiasını meşrulaştırmak anlamına gelir. 17 Aralık’ın ortaya çıkarttığı ve tapelerle ortaya saçılan gerçekleri bir yana bırakıp, Tayyip Erdoğan’ın kendisine karşı bir ‘darbe girişimi’nin söz konusu olduğu iddiasında haklı olduğunu göstermeye yarar.

İktidar, binlerce polisin yerini değiştirdi. Yargıyı hallaç pamuğu gibi attı. Yargıyı yürütmeye bağlayan yasa değişiklikleri yaptı. Kuvvetler ayrılığı ilkesini ve hukuk devletinin kurallarını hiçe saydı. Öyle ki İstanbul’un yeni atanan Emniyet Müdürü, şimdiki İçişleri Bakanı’na, kendisiyle Başbakan Müsteşarı sıfatıyla görüştüğü sırada görevden alınmasını talep ettiği iki polis şefiyle ilgili olarak, ‘Merak etmeyin birini Fizan’a, diğerini Hizan’a sürdük’ diye konuşabiliyor.

Yani, keyfiliğin gelip dayandığı hukuksuzluk bu boyutta. Gelgelelim, üç ay geçti, hâlâ ‘darbe girişimi’nin faillerini ve varlığını iddia ettikleri ‘paralel devletin yetkilileri’ni açığa çıkartıp, haklarında yargı süreci başlatmadılar. Niçin?

Tek kişilik ‘paralel yapı’ ve ‘darbe girişimi’ olabilir mi? Fethullah Gülen’e her gün meydanlarda hakaret etmek, onu itham etmek, ‘paralel yapı’ ve ‘darbe girişimi’ için yeterli kanıt sayılabilir mi?

Nasıl olur da bu durumda benden cemaat eleştirisi yapmamı talep edebilirsiniz?

Bunu yaptığım anda, Tayyip Erdoğan’ın propaganda makinesinin bir dişlisi haline gelmeyi kabul etmiş olurum. Tayyip Erdoğan orkestra şefi olacak, elime bir flüt tutuşturacak ama nota vermeyecek, 'benim elimdeki değneğe göre flütü öttür' diyecek. Yapılmak istenen budur. Ben de bunu yapmadım, yapamam, yapmayacağım."

Wall Street Journal’ın sorusuna cevap olarak bunları söyledim.

Tayyip Erdoğan ile aramda hiçbir vakit 'Alo Fatih' ya da 'Alo Mustafa' hattı kurulmadığını ve asla kurulamayacağını söylemeye ise gerek bile duymadım.

Mücahit Bilici, 'Erdoğan-Cemaat Mekaniği'ni çarpıcı biçimde tahlil eden 'Yeni İç Düşman' başlıklı yazısına şöyle giriş yapmış:

"İlginç bir dönemden geçiyoruz. Aptallığın naifçe ve rastgele rastlanan bir şey olmayıp, kullanışlılık gereği zekice ekilip biçilen bir politik zahire haline geldiği bir dönemdeyiz. Yolsuzluk iddiaları karşısında dökülen bir iktidar, çareyi siyasetin kadim kutuplaştırma tekniğinde bulmuş. Partinin siyasi muhalifi olan Gülen Cemaati 'iç düşman' ilan edilmiş bulunuyor. Neden hem iç hem de dış düşman sayılmıyor sorusu lüzumsuzdur: Çünkü bütün iç düşmanlar dış düşmanların uzantısı olmak zorundadır."

Bilici, 'cemaat’e sempatisi olmayan bir düşünce adamı. Nitekim, şu satırları onun 'cemaat’e olan mesafesini ortaya koyuyor ama 'esası' da kaçırmıyor:

"Evet, cemaat iyi bir dayağı hak ediyordu. Hatta bu kadar insanın nefreti cemaat için bir ceza olarak yeter. Ama cemaati gözden düşürmek için bu kadar sığ yalan ve kullanışlı iftiraya bütün toplumu maruz bırakmak biraz ayıp olmuyor mu? Siyaset için istismar edilen Bediüzzaman, 'Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz' derdi. Şimdi bir iktidar için nice yalan ve iftiralara tenezzül ediliyor.

Yolsuzluk iddia-haberini itibarsızlaştırmak için sana siyaseten düşman kesilmiş olan dindar kardeşini, sana değil dine düşman bir vatan haini gösterip tekfir etmenin neresi insanca ve İslam’ca?"

Konumuz, Cumhuriyet tarihinin en yüz kızartıcı yolsuzlukları ile şaibe altına girmiş olan ve bunun üzerini örtmek için demokrasiyi tadil etmekten çekinmeyecek kadar pervasız olan bir iktidarın durumudur. Öyle ki kendini kurtarabilmek için tüm ittifaklarını dağıtıp, 'Ergenekoncular' ile yeni bir ittifaka sığınacak kadar…

17 Aralık sonrasında 'cemaat’e vurmak, 'cemaat’i eleştirmek, Tayyip Erdoğan’ın yolsuzlukları örtbas etme politikasına destek olmak, onun 'oyunu'nu oynamak anlamına gelirdi.

Sözde şike, daha doğru bir deyişle, 'Fenerbahçe operasyonu'na gelince.. Bunun Tayyip Erdoğan’ın bilgisi ve onayı olmaksızın mümkün olamayacağını ta 3 Temmuz (2011) gününden beri savunuyorum. Buna inanmakta zorlananlar, Aziz Yıldırım’a ve Fenerbahçe’nin diğer yönetim kurulu üyelerine sorabilirler.

Nitekim, Fenerbahçe’ye ilişkin 'baba-oğul diyaloğu'nu içeren tapede Tayyip Erdoğan’ın Fenerbahçe Başkanı'nı devirmeye kalkıştığı ortaya çıktı. Ama daha da önemlisi, 'Ergenekon soruşturmasının emniyet teşkilatındaki mimarı' Ali Fuat Yılmazer, önceki gece Bugün TV’de 3 saat süren programda, Fenerbahçe ile ilgili sürecin 'tüm safhalarından Başbakan’ın haberi vardı' dedi. "Aziz Yıldırım’ın 1 numaralı zanlı olduğunu da biliyor muydu" sorusunu "Dosya önüne konuldu diyorum, lafın tamamını bana dedirtmeyin" diye anlamlı bir gülümsemeyle karşıladı ve "Başbakan operasyonun seçim sonrasına bırakılmasını istedi" diye ekledi.

Hatırlanacağı üzere, 12 Haziran 2011’de seçim oldu. Arada Futbol Federasyonu istifa etti. 29 Haziran’da yeni bir başkan (M. Ali Aydınlar) seçildi ve 3 Temmuz’da operasyon başladı, Aziz Yıldırım önce gözaltına alındı, sonra tutuklandı.

Eğer, 'cemaat’in Fenerbahçe operasyonunda rolü olmuşsa -ki, ben olduğu kanısındayım ve bunu yazılarımda da ima ettim ama elimde kanıt olmadığı için doğrudan ‘cemaat’i suçlamaktan kaçındım- bu, 'Erdoğan-cemaat koalisyon dönemi'ne dairdir. Ama baş sorumluluk tabii ki 'siyasi otorite'ye aittir. Bunun da hep farkında oldum.

Yılmazer, Tayyip Erdoğan’ın KCK operasyonlarının da her safhasından, her adımından haberi olduğunu, ayrıca İlker Başbuğ’un tutuklanmasını da onun istediğini açık açık söyledi. Hrant Dink cinayetinin, 'Ergenekon bağlantısı'nı da -ve nasıl karartılmaya çalışıldığını da- gayet anlaşılır biçimde belirtti.

Bütün bunlar söz konusu iken, hadi "Cemaat’i eleştirelim" öyle mi?

Alo?

Yazının tamamını okumak için tıklayınız