Cengiz Çandar açıkladı! Neden cemaati hiç eleştirmiyor?
Radikal yazarı Cengiz Çandar bugünkü köşesinde neden cemaati değil de hükümeti eleştirdiğini açıkladı.
Cengiz Çandar, “17 Aralık ile birlikte, 'cemaat’i eleştirmeye
girişmek demek, ayyip Erdoğan’ın ‘paralel devlet’ iddiasını
meşrulaştırmak anlamına gelir. 17 Aralık’ın ortaya çıkarttığı ve
tapelerle ortaya saçılan gerçekleri bir yana bırakıp, Tayyip
Erdoğan’ın kendisine karşı bir ‘darbe girişimi’nin söz konusu
olduğu iddiasında haklı olduğunu göstermeye yarar” dedi.
Çandar, “Konumuz, Cumhuriyet tarihinin en yüz kızartıcı
yolsuzlukları ile şaibe altına girmiş olan ve bunun üzerini örtmek
için demokrasiyi tadil etmekten çekinmeyecek kadar pervasız olan
bir iktidarın durumudur. Öyle ki kendini kurtarabilmek için tüm
ittifaklarını dağıtıp, 'Ergenekoncular' ile yeni bir ittifaka
sığınacak kadar… 17 Aralık sonrasında 'cemaat’e vurmak, 'cemaat’i
eleştirmek, Tayyip Erdoğan’ın yolsuzlukları örtbas etme
politikasına destek olmak, onun 'oyunu'nu oynamak anlamına gelirdi”
görüşünü dile getirdi.
Cengiz Çandar’ın Radikal gazetesinin bugünkü yazısı şöyle:
Çoktandır 'dolaşımda' olduğunu bildiğim, hakkımdaki bir 'eleştiri',
'tepki' ya da 'itirazı', önceki gün benimle görüşen Wall Street
Journal muhabiri olan meslektaşımız açıkça soru olarak yöneltti
bana:
"17 Aralık’tan bu yana yaşanan süreçte neden 'cemaat’i hiç
eleştirmiyorsunuz?"
Soruyu yöneltmeden önce bir gözlemini aktardı:
"İktidara yönelik olarak, hiç hakaret içermeyen ama bir yönüyle en
sert, bana sorarsanız en oturaklı eleştirileri siz dile getirdiniz
ve getiriyorsunuz."
Ardından 'ama'yı ekledi ve yukarıdaki soruyu sordu.
İktidar yanlısı internet sitelerinde de bazı 'hatırlatmalar'
yapılarak, 'cemaat’i hiç eleştirmediğim' vurgulanmıştı. İddialardan
birincisi, cemaat beni KCK’dan tutuklatacakken, Başbakan Tayyip
Erdoğan’ın müdahalesiyle kurtulmuş olmamdı. İkincisi ise Fenerbahçe
operasyonundan ötürü daha önce 'cemaat’i sorumlu tutarken sonraları
Tayyip Erdoğan’a yükleniyor olmamdı. Her iki iddia da
'tutarsızlığımın göstergesi' olarak iktidar yanlısı çevrelerde
hakkımda dolaştırılmaktaydı.
İddiaların ilki, doğruluğu kuşkulu, kulağıma gelen bir söylentiden
ibaretti. İkincisi de doğru değil. Fakat, önce, Wall Street
Journal’ın sorusuna verdiğim cevabı buraya kaydedeyim; çünkü,
içinde yaşadığımız dönemin 'can alıcı noktası' burada:
"17 Aralık ile birlikte, 'cemaat’i eleştirmeye girişmek demek,
Tayyip Erdoğan’ın ‘paralel devlet’ iddiasını meşrulaştırmak
anlamına gelir. 17 Aralık’ın ortaya çıkarttığı ve tapelerle ortaya
saçılan gerçekleri bir yana bırakıp, Tayyip Erdoğan’ın kendisine
karşı bir ‘darbe girişimi’nin söz konusu olduğu iddiasında haklı
olduğunu göstermeye yarar.
İktidar, binlerce polisin yerini değiştirdi. Yargıyı hallaç pamuğu
gibi attı. Yargıyı yürütmeye bağlayan yasa değişiklikleri yaptı.
Kuvvetler ayrılığı ilkesini ve hukuk devletinin kurallarını hiçe
saydı. Öyle ki İstanbul’un yeni atanan Emniyet Müdürü, şimdiki
İçişleri Bakanı’na, kendisiyle Başbakan Müsteşarı sıfatıyla
görüştüğü sırada görevden alınmasını talep ettiği iki polis şefiyle
ilgili olarak, ‘Merak etmeyin birini Fizan’a, diğerini Hizan’a
sürdük’ diye konuşabiliyor.
Yani, keyfiliğin gelip dayandığı hukuksuzluk bu boyutta.
Gelgelelim, üç ay geçti, hâlâ ‘darbe girişimi’nin faillerini ve
varlığını iddia ettikleri ‘paralel devletin yetkilileri’ni açığa
çıkartıp, haklarında yargı süreci başlatmadılar. Niçin?
Tek kişilik ‘paralel yapı’ ve ‘darbe girişimi’ olabilir mi?
Fethullah Gülen’e her gün meydanlarda hakaret etmek, onu itham
etmek, ‘paralel yapı’ ve ‘darbe girişimi’ için yeterli kanıt
sayılabilir mi?
Nasıl olur da bu durumda benden cemaat eleştirisi yapmamı talep
edebilirsiniz?
Bunu yaptığım anda, Tayyip Erdoğan’ın propaganda makinesinin bir
dişlisi haline gelmeyi kabul etmiş olurum. Tayyip Erdoğan orkestra
şefi olacak, elime bir flüt tutuşturacak ama nota vermeyecek,
'benim elimdeki değneğe göre flütü öttür' diyecek. Yapılmak istenen
budur. Ben de bunu yapmadım, yapamam, yapmayacağım."
Wall Street Journal’ın sorusuna cevap olarak bunları söyledim.
Tayyip Erdoğan ile aramda hiçbir vakit 'Alo Fatih' ya da 'Alo
Mustafa' hattı kurulmadığını ve asla kurulamayacağını söylemeye ise
gerek bile duymadım.
Mücahit Bilici, 'Erdoğan-Cemaat Mekaniği'ni çarpıcı biçimde tahlil
eden 'Yeni İç Düşman' başlıklı yazısına şöyle giriş yapmış:
"İlginç bir dönemden geçiyoruz. Aptallığın naifçe ve rastgele
rastlanan bir şey olmayıp, kullanışlılık gereği zekice ekilip
biçilen bir politik zahire haline geldiği bir dönemdeyiz. Yolsuzluk
iddiaları karşısında dökülen bir iktidar, çareyi siyasetin kadim
kutuplaştırma tekniğinde bulmuş. Partinin siyasi muhalifi olan
Gülen Cemaati 'iç düşman' ilan edilmiş bulunuyor. Neden hem iç hem
de dış düşman sayılmıyor sorusu lüzumsuzdur: Çünkü bütün iç
düşmanlar dış düşmanların uzantısı olmak zorundadır."
Bilici, 'cemaat’e sempatisi olmayan bir düşünce adamı. Nitekim, şu
satırları onun 'cemaat’e olan mesafesini ortaya koyuyor ama 'esası'
da kaçırmıyor:
"Evet, cemaat iyi bir dayağı hak ediyordu. Hatta bu kadar insanın
nefreti cemaat için bir ceza olarak yeter. Ama cemaati gözden
düşürmek için bu kadar sığ yalan ve kullanışlı iftiraya bütün
toplumu maruz bırakmak biraz ayıp olmuyor mu? Siyaset için istismar
edilen Bediüzzaman, 'Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz' derdi.
Şimdi bir iktidar için nice yalan ve iftiralara tenezzül
ediliyor.
Yolsuzluk iddia-haberini itibarsızlaştırmak için sana siyaseten
düşman kesilmiş olan dindar kardeşini, sana değil dine düşman bir
vatan haini gösterip tekfir etmenin neresi insanca ve
İslam’ca?"
Konumuz, Cumhuriyet tarihinin en yüz kızartıcı yolsuzlukları ile
şaibe altına girmiş olan ve bunun üzerini örtmek için demokrasiyi
tadil etmekten çekinmeyecek kadar pervasız olan bir iktidarın
durumudur. Öyle ki kendini kurtarabilmek için tüm ittifaklarını
dağıtıp, 'Ergenekoncular' ile yeni bir ittifaka sığınacak
kadar…
17 Aralık sonrasında 'cemaat’e vurmak, 'cemaat’i eleştirmek, Tayyip
Erdoğan’ın yolsuzlukları örtbas etme politikasına destek olmak,
onun 'oyunu'nu oynamak anlamına gelirdi.
Sözde şike, daha doğru bir deyişle, 'Fenerbahçe operasyonu'na
gelince.. Bunun Tayyip Erdoğan’ın bilgisi ve onayı olmaksızın
mümkün olamayacağını ta 3 Temmuz (2011) gününden beri savunuyorum.
Buna inanmakta zorlananlar, Aziz Yıldırım’a ve Fenerbahçe’nin diğer
yönetim kurulu üyelerine sorabilirler.
Nitekim, Fenerbahçe’ye ilişkin 'baba-oğul diyaloğu'nu içeren tapede
Tayyip Erdoğan’ın Fenerbahçe Başkanı'nı devirmeye kalkıştığı ortaya
çıktı. Ama daha da önemlisi, 'Ergenekon soruşturmasının emniyet
teşkilatındaki mimarı' Ali Fuat Yılmazer, önceki gece Bugün TV’de 3
saat süren programda, Fenerbahçe ile ilgili sürecin 'tüm
safhalarından Başbakan’ın haberi vardı' dedi. "Aziz Yıldırım’ın 1
numaralı zanlı olduğunu da biliyor muydu" sorusunu "Dosya önüne
konuldu diyorum, lafın tamamını bana dedirtmeyin" diye anlamlı bir
gülümsemeyle karşıladı ve "Başbakan operasyonun seçim sonrasına
bırakılmasını istedi" diye ekledi.
Hatırlanacağı üzere, 12 Haziran 2011’de seçim oldu. Arada Futbol
Federasyonu istifa etti. 29 Haziran’da yeni bir başkan (M. Ali
Aydınlar) seçildi ve 3 Temmuz’da operasyon başladı, Aziz Yıldırım
önce gözaltına alındı, sonra tutuklandı.
Eğer, 'cemaat’in Fenerbahçe operasyonunda rolü olmuşsa -ki, ben
olduğu kanısındayım ve bunu yazılarımda da ima ettim ama elimde
kanıt olmadığı için doğrudan ‘cemaat’i suçlamaktan kaçındım- bu,
'Erdoğan-cemaat koalisyon dönemi'ne dairdir. Ama baş sorumluluk
tabii ki 'siyasi otorite'ye aittir. Bunun da hep farkında
oldum.
Yılmazer, Tayyip Erdoğan’ın KCK operasyonlarının da her
safhasından, her adımından haberi olduğunu, ayrıca İlker Başbuğ’un
tutuklanmasını da onun istediğini açık açık söyledi. Hrant Dink
cinayetinin, 'Ergenekon bağlantısı'nı da -ve nasıl karartılmaya
çalışıldığını da- gayet anlaşılır biçimde belirtti.
Bütün bunlar söz konusu iken, hadi "Cemaat’i eleştirelim" öyle
mi?
Alo?
Yazının tamamını okumak için tıklayınız