Cem Yılmaz yanıtladı: Son filmini yüzde 49.5 için mi yoksa yüzde 50.5 için mi yaptı?
'Ali Baba ve 7 Cüceler' filmi vizyona giren Cem Yılmaz, "Filmi yüzde 49.5 için mi yoksa yüzde 50.5 için mi yaptın?" sorusunu cevapladı.
'Ali Baba ve 7 Cüceler' filmi vizyona giren Cem Yılmaz, "Filmi yüzde 49.5 için mi yoksa yüzde 50.5 için mi yaptın?" sorusuna "Tabii ki bunu hesaplamıyoruz. Sahneye çıkarken de hesaplamıyoruz" dedi. Yılmaz, "Bir ara bunlar hiç konuşulmazken, benim mesleğe başladığım dönemde, yani karikatürle ilgilendiğim zamanlar 'Nasıl bir okuyucu profiline sesleniyorsun, dergiyi kimler okuyor?' desen, aşağı yukarı bir şey çıkardı. Şimdi benim gösterimi kim izliyor ya da seni Twitter’da kim takip ediyor desen bir profil çıkaramıyorum" ifadesini kullandı.
Cem Yılmaz, "Bir ara şu çok konuşulmuştu ya hani, gülmek bir ihtiyaç. Abi gülmek bir ihtiyaç değil ki bizim memlekette, lüks" diye konuştu.
İşte Hürriyet'ten Uğur Vardan'ın sorularını yanıtlayan Cem Yılmaz'ın açıklamaları:
Önce klasik bir soruyla başlayalım? Neden böyle bir film?
- Tür olarak biraz ‘Her Şey Çok Güzel Olacak’, biraz ‘Hokkabaz’, biraz ‘GORA’, az biraz da çizgi film tadı olsun, şöyle keyifli bir ‘Hafif komedi’ yapayım diye düşündüm. Kim bilir, sıralamada belki ona denk geldiğimiz içindir de. Var ya hani, komedi, hüzünlü ve eskiye saygı, komedi, hüzünlü ve eskiye saygı sıralaması... İçinde korku trükleri de romantik komedi trükleri de olsun diye kafamda fikirler vardı. Yıllar önce bir esnaf karakterini Tayland’a gönderme, orada plastik fuarına falan katılma üzerine bir proje planlıyordum. Japonya’da bir arkadaşım vardı, onu gönderdim Singapur ve Tayland’da araştırma yapsın diye. Araştırmayı yaptıktan sonra, “Biri iyi, diğeri kötü haberim var” dedi, “İyi olan, filmin çekileceği mekânlar, uygun prodüksiyon imkânları, hepsini ayarladım. Kötü haber, burada ‘Hangover 2’yi çekeceklermiş.”
Yani “Konusu ‘Hangover’a benziyor” haberleri ortalığa yayılacaktı?
- Evet, teması ne dedim ama ne önemi var. Yüksek ihtimalle biz o kadar hazırlanacağız, adamlar daha hızlı, altyapıları, teknik donanımları üst düzey, projeyi altı ayda bitirip bizden önce filmlerini vizyona sokacaklardı. Sonra burada, “Hangover’ın aynısı” deyip durulacaktı. O yüzden bu projeden o dönem vazgeçtim. Ama uzun bir süredir Şenay ve İlber gibi iki adamı, ‘ikili’ tiplemeleri bir yere gönderme fikrim vardı.
Peki Bulgaristan tercihi?
- Çünkü Sofya’da güçlü bir sinemasal altyapı var, iyi bir dünya oluşmuş. Birkaç yer saydılar, buraları bayağı köklü eski Sovyet yetkisindeki Bulgaristan’dan beri önemli film stüdyolarıymış. Atıyorum İtalya’daki Cinecitta gibi. Sonra buraları son 15 senedir falan Amerikalı birileri almış, çalışır hale getirmişler. Hepsi sektör içinde kıymetli elemanlardan oluşan ekipler kurmuşlar; kamera arkasıydı, dublördü, patlama çatlamaydı falan, üst düzey hizmet veriyor. Mesela ‘The Expendables’ (Cehennem Melekleri) bu ekiplerle çekilmiş. Bizim prodüksiyon amiri, kameraman orada çalışmış, serinin iki filmini orada çekmişler. Stallone orada çalışmış.
Gelelim Şenay karakterine... Daha önce Arif uzaya gitti, sonra geçmiş zamana uzandı. Bana Şenay da Arif’in Avrupa’ya açılmış hali gibi geldi. Ruh aynı ruh sanki...
- Tabii ki aynı ruh... Bir sakınca da görmüyorum bunda. Basın toplantısındaki sorulardan ya da genel eleştirilerden de anladığım şu: “Woody Allen nevrotik olmasın, boksör olsun yeni filminde. Ben çok sıkıldım çünkü” gibi. Ben seti, formu değiştirince ruhun aynı kalmasında bir sakınca görmüyorum. Değişik bir şey yapıyorsun, bu kez de “Ben çok gülmedim” reaksiyonuyla karşılaşıyorsun. Mesela ‘Pek Yakında’ sıcağı sıcağına sinema yazarlarından olumlu tepkiler aldı, genel olarak filme ilişkin güzel şeyler yazılıp söylendi. Ama iş merkezden çıkıp etrafa yayılırken “Ama ben çok gülmedim”ler çoğalmaya başladı. ‘Hokkabaz’da da aynı şeyler olmuştu.
Bu galiba seni kafalarındaki oturttukları yerle ilgili... Direkt güldürünce her şey iyi güzel ama işin içine biraz hüzün, nostalji, geçmişe ilişkin değerler katınca problem oluyor.
- Olabilir. Ben mesela şeyi de anlamıyorum, “Niye hep aynı isimlerle çalışıyorsun?” Bu da çok soruluyor. Zamanında çok söylemiştim; “Aynı adamlar, çünkü bu bir kumpanya işi...” Böyle bir meselenin eleştiriymiş gibi öne sürülmesini ve sürekli dillendirilmesini pek anlamlı bulmuyorum. Çünkü asıl anlamlı olan, varsa bir birliktelik onu sürdürmek olmalı. Bu durumla artık aramızda da dalga geçmeye başladık. Mesela Özkan (Uğur) Abi arada bir şöyle diyor: “Ben normal miyim bu sefer?” Hep egzantiriği oynuyor ya... Aslında Boris’i Özkan Abi ya da Ozan Güven oynasın diye düşündüm ama olmadı, ben oynadım. Ama burada da şöyle bir eleştiri duyuyorum: “Bedavaya getirmek için kötü adamı kendi oynuyor...”
Zafer Algöz’ün savaşın bittiğini bilmeyen Japon asker gibi Sovyetler’in dağıldığından habersiz Azeri asker tiplemesi de çok iyiydi bence.
- İçinde birçok trük var o karakterin. Savaşın bittiğinden, ülkenin dağıldığından, yönetimin değiştiğinden haberdar olmamanın yanı sıra bir de kurtarıcı arıyordum öyküde. Ana karakterler ormana salındıktan sonra nasıl kurtulurlar diye... Öyle sembol bir şey çıktı. Biraz böyle çocuksu, biraz ayakları yere bassın istedim. Ben bazen o adamın hikâyesine çok hüzünleniyorum. Artist, ‘Kızıl Ordu’da korodaymış, vazifeye göndermişler falan...
Peki dünyaya baktığında kendine yakın hissettiklerin?
- Ben dünyaya bakarken bir şeye çok dikkat ettim; sanki hepsi bir kaynaktan çıkmış gibiydi. Hem İngiliz hem Amerikan mizahına baktığımızda, birileri hakikaten gemiye binmiş, Avrupa’dan oraya götürmüşler her şeyi gibi. Sanki aynı aile, bir varyete, bir sirk, bir göçebe çadır tiyatrosu gibi ABD’ye gitmişler, bu bir çiviyse orada bu çiviyi, bu anlayışı çakmışlar. Çizgisi buradan, yani Avrupa’dan gelişmiş ama sonradan başka bir şeye evrilmiş. Tüm İngilizler rafine kaldığını zannediyor ama kök olarak böyle bir şeyden yayılmışlar. Ben bazı şeylerle daha geç yaşlarda ilgilendim; mesela Marx Kardeşler’e takmıştım bir ara, 30 yaşındaydım falan. Orijinal İngilizce izledim yaptıklarını. Hınzırca eleştiriler, laf atmalar, 1930-35’lerde edepli bir dil ama iması bol. Sadece onlar değil, kuşaktaşları, Chaplin, Buster Keaton ve sonraları. Şunu görüyorsun, eloğlunda zincir kopmadan 1925’ten 50’lere kadar geliyor mesela. Sonra da oralardan buralara...
Bu, bir kültürü ayakta tutuyor elbet.
- Tabii ki. Öte yandan ortada bir rekabet de var, bununla birlikte rekabetin getirdiği acımasızlık da. Ama kabiliyet her halükârda ayakta tutuyor seni zaten. El verme, onaylama, destekleme, besleme, senin esprine bir sonraki kuşağın sahip çıkması, göndermede, referansta bulunması derken devamlılık sürüyor. Jack Benny, Johnny Carson’ı besliyor mesela. Bugün bakıldığında ikisi de aramızda yok, Benny 74’te vefat etti, Carson da 2005’te aramızdan ayrılmış. Ama ikisi de bir zincirin birbirini tamamlayan önemli halkaları. Ben bütün bu el vermeleri, mirası devretmeleri görünce çok üzüldüm. Çünkü açıkçası yaşım itibariyle büyük ustalar diyebilecek insanlarla mesai geçiremedim. Bir şansım oldu belki de; Şener (Şen) Abi’yle, Yavuz (Turgul) Abi’yle birbirimize dokunabiliyoruz. Yani tek bağım o oldu. Ne biriktirdiysek, seyirciyken biriktirdiklerimizden kaynaklanıyor. Onun için de kendi filmlerimde bu tür çabaların olmasına dikkat ediyorum. Geçmişle organik bir bağ bulunsun; eski bir figür, eski bir şarkı, eski bir proje; bazen bu durumlar kendiliğinden giriyor filmlerime, bazen de özel bir gayret gösteriyorum.
GEZİ’DE ŞÖYLE BİR TEHLİKE SEZMİŞTİM, MİZAH MİZAH DEYİP...
Artık daha genel sulara açılmanın zamanı geldi. Önce ‘Gezi ve mizahı’. Hareket sırasında bambaşka bir mizahın olduğuna dair tartışmalar gündeme gelmişti, sen nasıl buldun bu mizahı?
- Bu mizah var olan bir şeydi zaten. O ünlü, “İlk üç gün ben de destekledim” esprisini yapmayacağım ama benim durduğum yerle ilgili hiçbir sorunum yok. Hem insanların o dönemi yaşarkenki reaksiyonları hem de duvarlara yazdıklarıyla ilgili duygularım değişmedi. Bu 30 senedir aynıdır. Bir tek orada şöyle bir tehlike sezmiştim ben, söylediğin türdeki tartışmalarla ilgili. Ya da şöyle ifade edeyim; tek korkum şu oldu: Hakikaten ‘Mizah mizah’ deyip hareketi evcilleştirecekler, reaksiyonun da kendisi güme gidecek... İşte bundan çok korkmuştum. Çünkü bizde en sert zannedilen mizah, 70’ler, 80’ler, 90’lar, hangisini söylersen söyle, ki bunların muhatapları da hayatta, en sert zannedilen mizah birazcık böyle evcilleştirilmiş bir mizahtır. Temelde şöyle özetlenebilir: “Hocam sizin de taklitinizi yaptık ama nasılsınız?” “Ah iyiyim, teşekkürler.” Burada nezaket var. Evet, günümüzden bakıldığında özlenen nezaket ama durum biraz da böyleydi. Sokak ise hiçbir zaman ölmez, her zaman böyledir. Ben sokağı yeni keşfeden ve onu ilk defa görüyormuş gibi, (‘İçimizdeki İrlandalı’lar gibi!), ilk defa duyuyormuş gibi yapanlara birazcık içerlemiştim. Sokağı ne zannediyorsunuz ki, bunların illa duvara yazılması gerekmiyor ki. İnsanların gözlerinden de okuyabilirsin tepkiyi. Hayalini kurduğun ilişkiler dünyasında ancak işler bu kadar sertleşince, insanların “Evet ne hissettiğini anladım. E, ne de olsa duvara yazdın ya” gibi bir noktaya gelmesi tuhaf. Meseleyi sadece mizah önermesi ya da paranteziyle okursan şu duruma geliyorsun; “Sizi gidi çocuklar sizi...” Ama aslında orada bir hareket var ve temel dert mizah değil, onca insan sokakta sopa yiyor, dövülüyor, çekmediği kalmıyor. Sen meseleyi ‘Mizahtı, ne kadar da zeki çocuklardı” diye koyarsan odak kayıyor...
GÜLMEK BERABERCE KIYMETLENEN BİR ŞEY...
Sen bu işin güldürme kısmındasın fakat görüyoruz ki bu ülke, belki son zamanlarda daha fazla olmak üzere adeta hep ağlıyor. İşin bir hayli zor yani...
- Evet, hiç moralli değil bu ülke. Ama bu durumlarla karşılaştığımda 90’ları da düşündüm. O zamanlar çok gençmişiz, evet ama durum 90’larda da hiç parlak değildi ki.
Ama sanki o zaman toplum olarak duymuyorduk ya da bu kadar görmüyorduk. Şimdi en azından sosyal medya sayesinde daha bir haberdar gibiyiz.
- Ben duyan bölümdeydim. Dergideydim. Dergi politik bir dergiydi, tavrı olan bir dergiydi; kapağında, orasında burasında, her yerinde gördüklerimizi, duyduklarımızı yansıtıyorduk. Bizim mesleğe dönersek, moralsiz yapılacak bir iş değil. Bir ara şu çok konuşulmuştu ya hani, gülmek bir ihtiyaç... Abi gülmek bir ihtiyaç değil ki bizim memlekette, lüks. Bunu söyledim, onu da “Hımm, bilet fiyatlarını kastediyor” diye yorumladılar. Ulan lükslük derken bundan bahsetmiştim. Gülmek bir kutlama hali. Dediğim gibi; bir şey yok ki kutlayasın duygusuna kapılmak en kötüsü. Böyle zamanlarda sahneye çıkmayı istememek benim ahlakıma daha yakın düşüyor. Ben şunu yapamıyorum: “Gösteri devam etmeli”. Bir kere hepimiz bir hesaplaşma içine giriyoruz. Bazısı şöyle diyor: “Tamam ama bakkal dükkânını açmıyor mu?” İyi de bizimki öyle bir iş değil be abi, bizimki daha böyle bir ağır duygularla yapılıyor. Beraberce yapılan bir şey bu. Gülmek beraberce kıymetlenen bir şey... Mesela bizim memlekete hiç son kullanma tarihi geçmemiş bir laf var: “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu günler...” Allah aşkına söylesene kaç yaşındasın, 50 oldun mu?
51.
- Peki hangi dönem bu senin ömründe? Abi sen hatırlıyor musun en çok beraberliğe ihtiyacımız olduğumuz günü... Hiç çıkmadı ki gündemden. Bizim tüketim malzememiz güldürmek... Ama derdim bu gündelik hayat rutini içinde, “Malım satılmıyor, eyvah benim pazarım yok” falan meselesi değil. Beraberce gülmenin birlikte tadını çıkarmak... Ama ortam böyle olduğu zaman, parayla satın alınamayan gülmeleri bile paylaşamazsın. Twitter’a “Merhaba” yazdığın zaman “Ne merhabası lan, demin paylaştığın fotoğrafı gördüm, sen benden değilsin”ler sahaya sürülüyor.
HERKES ONLARDAN OLMAMI İSTİYOR, BU ÇOK DRAMATİK
Tam bu noktada kutuplaşmaya geçelim. Bu film yüzde 49.5 için mi yoksa yüzde 50.5 için mi? Yoksa hepsini birleştirmek için mi? Şaka diyorum elbet ama bu konularda neler söyleyeceksin?
- Tabii ki bunu hesaplamıyoruz. Sahneye çıkarken de hesaplamıyoruz. Bir ara bunlar hiç konuşulmazken, benim mesleğe başladığım dönemde, yani karikatürle ilgilendiğim zamanlar “Nasıl bir okuyucu profiline sesleniyorsun, dergiyi kimler okuyor?” desen, aşağı yukarı bir şey çıkardı. Şimdi benim gösterimi kim izliyor ya da seni Twitter’da kim takip ediyor desen bir profil çıkaramıyorum. Ben her farklı düşünceden iyi ya da kötü çok şey duyuyorum, yani data çok. Ama bir tane dramatik bir şey biliyorum; herkes onlardan olmamı istiyor. Bu bence çok dramatik bir şey...
SİLAH ÖLDÜRMÜYOR İNSANI, İNSAN İNSANI ÖLDÜRÜYOR
Taraftar psikoloji...
- Halbuki bizim de önerdiğimiz şey şu: “Ulan sen, ben; konu bu değil ki. Konu birey olarak tamam düşüncelerimiz olsun ama beraber yaptığımız şeylerle ilgili meselenizi kendi aranızda çözün. Benim kitleyle bu anlamda bir sorunum yok, daha genel sorunum var. Komedinin kurbanı nedir hedefte? Salaktır, klişedir, ne bileyim bütün negatifleri say; komedinin hedefinde bu adam vardır. “Bu adam olmayalım”, komedi bunu önerir.
Tam bu noktada bir klişeye geleceğim: “Mizah silahtır.” Ne silahı, abicim silah öldürmüyor insanı, insan insanı öldürüyor. Biz kimseyi vurmak, dövmek, öldürmek istemiyoruz. ‘Ali Baba ve 7 Cüceler’e öyle bir karakter koydum, devamlı büyük büyük laflar ediyor.
‘EĞİTİM ŞART’ NE DEMEK YAHU?
Valla ben çıktığı ilk sahnede “Algı operasyonu yapılıyor” demesine bittim.
- Evet, devamlı “Kırmızı çizgilerimiz var” diyor, “Büyük resme bakmak lazım” diyor. Bütün bunlar böyle kullanıldığında anlamını yitiren cümleler. Çok seviyorum bunları. Yıllar öncesinde bir tanesini şöyle hacamat etmiştim, “Eğitim şart” diyerek. Ne demek lan eğitim şart? Bunlar kimler tarafından çıkarılıyor, biliyor musun? Ben şimdi böyle acayip iddialarda bulunup CIA, MOSSAD falan demeyeceğim tabii ki, bunları bu bilgilerle sorunu olanlar çıkarıyor. Mesele ‘eğitim şart’ın içini boşaltmak. Bunu yüzde 49.5 de söyleyebilir, yüzde 50.5 de. Herkes bu klişenin içine sığabilir. Ben klişeye düşen aklın fikrin, insana saygıdan yoksun her şeyin karşısındayım abi.
10 KASIM’LA İLGİLİ FOTOĞRAF PAYLAŞIYORSUN...
Seçim öncesi ‘Oy ve Ötesi’ne destek verdin, bu yüzden tepki aldın mı?
- Valla geçen 20 sene içerisinde sahip olmadığım sıfat kalmadı. Yani mesela bir şey duyuyor, “A, hacca gitmiş” diyor, çok mutlu oluyor, tebrik ediyor. 10 Kasım’la ilgili fotoğraf paylaşıyorsun, “Vay şimdi böyle mi oldu, Atatürkçü oldun” diyor. “Filmin çıkacak ya ondan” diye de ekliyor. Bunları bıçak gibi kesecek formülüm yok ama şunu biliyorum ki bir İngiliz komedyen de söyledi, ‘Avustralyalı arkadaşım’ da: “Sosyal medyada sanki herkesin evine dinleme cihazı konmuş gibi bir haldeyiz. Hiç duymamamız gereken şeyleri duyuyoruz.”
Genel olarak geleceğimiz ve özgürlüklerimiz üzerine endişe duyuyor musun?
- Valla ben bu konularla ilgili çok kalp kırıcı bir şey yaşadım. Amerika’da turneye gitmiştim. Bir röportajda bana “Kendini özgür hissediyor musun?!” diye sordular, ben de “Kendimi çok özgür hissetmiyorum” dedim. Bir baktım, söyleşi “Türkiye’de özgür değilim” diye çıkmış. Ben kendimi özgür hissetmediğimle ilgili başka bir parametrede bir şey söyledim, bunu ilticaya hazırlanan birisi olarak söylemedim ki. Kendi hayatımın normlarıyla ilgili bir görüş bildirimiydi bu. O mahalle değil, bu mahalle, o değil bu, ben memleketin bütün psikolojisine dair kendimle ilgili bir şey söyledim. Bu sefer de başladılar, “Yürü, anca gidersin...” Yani ben neredeyse Gerard Depardieu’yla birlikte Rusya’ya gidiyordum!
Şunu üzülerek görüyorum. Önce seni Mickey Mouse haline getiriyorlar, sonra Mickey Mouse’la kavga etmeye başlıyorlar. Ben bir kere Mickey Mouse değilim. Sen ben, okuyan paylaşan artı filmi izleyen insanlar; başka bir yerde değilim, hepimiz aynı macerayı yaşıyoruz. Ben senin iyi olmana dair bir şeyler temenni ediyorum, sen de benim için iyi şeyler temenni et yani...
OYUNCULUKLA İLGİLİ ARZUM ÇOK SONRALARI ÇIKTI
Geçen yıl Bant Mag’daki söyleşinde, babanın seni 1979’da götürdüğü Devekuşu Kabare’nin ‘İnsanlığın Lüzumu Yok’ oyununda güldürmeye dair ilk saptamalarının başladığını belirtmiştin.
- Evet, çok genç yaşlarda hissetmiştim mizah üretenlerle güldürenler arasında çok keskin bir fark olduğunu.
Senin sahnedekilerden temel bir farkın var sanki. Meselenin her cephesinde yer aldın; oyuncu, senarist, yönetmen ama aynı zamanda çizgi dünyasından, mizah dergilerinden geliyorsun.
- Bizde benden önce böyle bir adam vardır aslında; ‘rahmetli’ Altan Erbulak. Altan abi çok egzantrik, çok enteresan bir figürdü.
Evet ama senin öncün Sadri Alışık...
- Aslına bakarsan oyunculukla ilgili çok yıllar sonra bir arzum ortaya çıktı benim. Gençliğimde etrafımda oyuncu olma arzusunda bulunan çok dostum vardı, “Ben liseden sonra konservatuvara gideceğim ya da ortaokuldan sonra konservatuvara gideceğim” diyorlardı hep. Benim ise hiç öyle bir duygum yoktu, ben başka şeye takılıyordum. “Bunlar nasıl yapılıyor ya? Bu birinin ya da bir grubun paylaştığı bakış açısı. Bu bakış açısıyla ürün nasıl ortaya konuluyor? Bu bakış açısı ne kadar doğru bir yerde duruyor?” Bunlara bakıyordum, o zaman işin ticari kısmına falan da kafamız basmıyordu. Bizim o dönem çok büyük duygularla izlediğimiz filmler belki ticari duygularla yapılıyordu ama biz en fazla devam filmlerinde az biraz böyle bir şey hissediyorduk. Ama o zaman duygu olarak asıl odaklandığım şey “Burada bir fikir var, bu fikri nasıl verebilirim?”di. Bende her çocuk gibi canlandırılan bir karakteri taklit etmek de o kadar yoğun değildi; bir-iki tane Sadri Alışık, Şener Şen karakterleri, onlar çok ilgimi çekiyordu, Devekuşu Kabare falan... Ama dediğim gibi bütün bunları tasarlayanlar benim için daha önemliydi. “İzlediklerimizi bu insanlar mı yoksa başkaları mı tasarlıyor?” diye düşünürken yazarla kamera arkasının falan daha bir ilgimi çektiğini hatırlıyorum.
KOMEDİNİN GİŞEDE BU KADAR İLTİFAT GÖRDÜĞÜ YERDE...
Son zamanlarda komedi formatındaki film demeye bin şahit isteyen işler izliyoruz. Sen bunları izliyor musun bilmiyorum ama bu konuda neler söyleyebilirsin?
- Valla benim genel bir çabam var, bunun için uğraş veriyorum. İstedim ki eğlence sinemasıyla ‘ötekisi’ dedikleri şey neyse, organik bir şekilde kaynaşsın. Yola birlikte devam edelim. Öte yandan komedinin bu kadar gişede iltifat gördüğü bir yerde, komedi üretenlerin birazcık bu iltifata nail olabilmek adına kendilerine iyilik yapmaları gerekiyor. Çünkü kalıcılık bunu gerektiriyor. Yani işlerine bir-iki hafta daha hazırlıkla ilgili önem verirlerse, daha iyi sonuçlar elde edebilirler. Benim abi tavsiyem bu olabilir. Çünkü mesleği bu olmayanlardan bazen çocuksu reaksiyonlar duyuyorum, diyor ki mesela, atıyorum ‘Pek Yakında’ için: “Abi, aceleye getirmiş ya.” Ne acelesi, bir buçuk senede çıkıyor film. Benim elime A4’ü almamla filmin bitmesi arasında bir buçuk sene var. Bu sürenin içinde öyle geniş geniş, “Akyaka’ya gidip bir 50 gün takılayım, birkaç gün de Olimpos’ta dinleneyim” de yok. Misal Boris Mançov esprisi 2007’de de aklıma gelmişti ama işin bir hazırlık kısmı var. Son filmim için söylüyorum; kontağı çalıştırmakla bitmesi arasında bir buçuk sene var. Ki bu lüks değil mecburiyet...
GÜLSE BİRSEL GİTMİYORSA BEN NİYE GİDEYİM!
Bir klişe konuya daha açıklık getirelim. Mizah dergilerinde çalıştığın için soruyorum; ‘Rahmetli’ Özal’a ilişkin espri yapmak bir sorun teşkil etmezdi, dava açsa da ‘sembolik’ açardı ve 1 lira ceza kesilirdi. Ayrıca karikatürlerini alıp çerçeveletirdi.
- Bu, kişiyle alakalı abi. Ama insanlar şimdi bununla ilgili reaksiyon gösteren bir idareci var diye yapmaktan vazgeçiyor mu, yok. Şimdi söyle bir tablo var. Bu noktada şöyle bir şeyleri hatırlatmak isterim, vakti zamanında ‘evcil politik mizah’la ilgili çok alaycı konuştum bir genç komedyen olarak. Bu sefer, “Bunlar tabii suya sabuna dokunmuyor ki” dediler. Ben onu kastetmemiştim ki, 80’lerin sonunda, 90’ların başında her şey muhteşem değildi ki. Ben sadece bu konuları sulu zırtlak, vazifesini yerine getirmiş olmanın müsterihliğiyle, içinde kalitesiz bir esprinin yapıldığı, yani ‘içinde protesto var ama mizah yok’ tavrını eleştirdim. Zannedildi ki “Bu işlere bulaşmayın ya da bu işlerden bir şey çıkmaz” demek istiyorum. Benim kastettiğim yılgınlık değildi ki. Ayrıca bırak komedyeni, kaç köşe yazarı okudum son zamanlarda, “Ben yıldım” diyen...
Sen gitmeyeceksin yani buralardan!
- Niye gideyim? Gülse Birsel gitmiyorsa ben niye gideyim!