26 Oca 2012 10:22
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:16
CAN DÜNDAR'DAN BABAHAN'A CEVAP! TÜM KALBİMLE SÖZÜMÜN ARKADASINDAYIM!
Can Dündar bugünkü köşesinde kendisini eski bir yazısıyla eleştiren Babahan'a cevap verdi.
İşte Milliyet Gazetesi yazarı Can Dündar’ın o köşe yazısı...
Tiyatroya hoş geldiniz!
İki polis, genç karı kocanın evini basıp arama yaptı.
Onları “Ergenekoncu”luk suçlamasıyla gözaltına aldı.
Elde delil yoktu, bir tanık ifadesiyle dava açıldı.
Hâkim, savunmaya kulak asmadı.
Basın ise cezayı çoktan kesmişti bile...
O dava, hukukun ayaklar altına alındığı, karanlık bir dönemin simgesi olarak tarihe geçti.
* * *
Tanıdık değil mi?
Yukarıdaki öyküdeki “Ergenekoncu” sözcüğünün yerine “Sovyet ajanı” yazın; işte size Rosenbergler davası...
Çok da değil, 60 yıl önce, 1950’lerin başında komünizme karşı cadı avı sürdürülen soğuk savaş Amerika’sında sosyalist Rosenbergler, Sovyet ajanı diye suçlanıp idam edilmişti.
Orhan Alkaya, bu trajediyi isabetli bir zamanlama ve son derece yaratıcı bir tasarımla sahneye taşıyor.
Oyunu bugünün gözlükleriyle izlerseniz, Silivri’de Nedim Şener’in duruşmayı izlemeye gelenlere neden “Tiyatroya hoş geldiniz” dediği çok daha iyi anlaşılıyor.
* * *
İktidarın baskısı, polisin pervasızlığı, ihbarcıların çıkarcılığı, kanıtların zavallılığı, basının kışkırtıcılığı, hâkimin yanlılığı, savcının vicdan azabı...
Sanki aynı oyun, 60 yıl sonra Türkiye’de sahneye konuyor.
Julius Rosenberg’in sözleri hem ibret, hem ümit verici:
“Kendileri gibi düşünmeyen herkesi susturmak için bizi hedef seçtiler. Ama halk, elbet kendisini yanlış yola sevk edenleri başından defedecektir.”
* * *
Öyle de oldu. McCarthizmin bütün o cadı avcıları defedildi.
Türkiye’de de bugünkü hukuksuzluğu yakında utançla hatırlayıp oyunlaştıracağız kuşkusuz...
Oyundaki gibi, bazı savcıların uykusu kaçacak. Bazı polisler sanık, bazı spikerler pişman, bazı mahkûmlar kahraman olacak. Ama adalet, er geç yerini bulacak.
Niye yazmadık?
Star’da Ergun Babahan, 2002’de yazdığım bir yazıyı hatırlatarak “çifte standart”ı ima etti.
O yazıda Ecevit’in hastalığını neden köşeme taşımadığımı açıklarken bir etik meseleye değinerek demiştim ki:
“Kalbimin sesi bana, ‘İnsanların zaaflarıyla oynama’ diyor.”
10 yıl sonra bugün de tüm kalbimle bu sözün arkasındayım.
O gün Başbakan Ecevit’in hastalığına ilişkin dedikoduları yazmadığım gibi, bugün de Başbakan Erdoğan’ın sağlığıyla ilgili spekülasyonlara hiç girmedim.
Burada bir tutarsızlık veya çifte standart var mı?
* * *
Erdoğan’ın hastalığı gündeme gelince, “Ecevit’in günahı neydi” diye yazdım; çünkü asıl çifte standart, ona uygulandı.
Bir Başbakan ameliyat olmuşsa, elbette sağlığı konusunda kamuoyunun resmi raporlarla bilgilendirilmesi gerekir.
Ecevit’in ameliyatında bu yapıldı; Erdoğan’da yapılmadı.
Ama Erdoğan için tek satır yazamayan medya, Ecevit’in mahremiyetini didik didik etmekten çekinmedi.
O kadar ki 2005’te Sabah’ın başında olan Ergun Babahan, gazetesinin “Ecevit’in ölmek üzere olduğu”na dair manşetini, “geçmişin kötü huyları ve yanlışları” arasında saydı.
Bugünün iktidar yanlıları ise, Başbakan’ın “Kanser değilim” açıklamasını bile kullanmadılar.
İnanmayan, 20 Ocak tarihli malum gazetelere baksın;
Ecevit dönemiyle kıyaslasın ve söylesin:
Hangisi “kötü huy”?
Hangisi tutarlılık?
Tiyatroya hoş geldiniz!
İki polis, genç karı kocanın evini basıp arama yaptı.
Onları “Ergenekoncu”luk suçlamasıyla gözaltına aldı.
Elde delil yoktu, bir tanık ifadesiyle dava açıldı.
Hâkim, savunmaya kulak asmadı.
Basın ise cezayı çoktan kesmişti bile...
O dava, hukukun ayaklar altına alındığı, karanlık bir dönemin simgesi olarak tarihe geçti.
* * *
Tanıdık değil mi?
Yukarıdaki öyküdeki “Ergenekoncu” sözcüğünün yerine “Sovyet ajanı” yazın; işte size Rosenbergler davası...
Çok da değil, 60 yıl önce, 1950’lerin başında komünizme karşı cadı avı sürdürülen soğuk savaş Amerika’sında sosyalist Rosenbergler, Sovyet ajanı diye suçlanıp idam edilmişti.
Orhan Alkaya, bu trajediyi isabetli bir zamanlama ve son derece yaratıcı bir tasarımla sahneye taşıyor.
Oyunu bugünün gözlükleriyle izlerseniz, Silivri’de Nedim Şener’in duruşmayı izlemeye gelenlere neden “Tiyatroya hoş geldiniz” dediği çok daha iyi anlaşılıyor.
* * *
İktidarın baskısı, polisin pervasızlığı, ihbarcıların çıkarcılığı, kanıtların zavallılığı, basının kışkırtıcılığı, hâkimin yanlılığı, savcının vicdan azabı...
Sanki aynı oyun, 60 yıl sonra Türkiye’de sahneye konuyor.
Julius Rosenberg’in sözleri hem ibret, hem ümit verici:
“Kendileri gibi düşünmeyen herkesi susturmak için bizi hedef seçtiler. Ama halk, elbet kendisini yanlış yola sevk edenleri başından defedecektir.”
* * *
Öyle de oldu. McCarthizmin bütün o cadı avcıları defedildi.
Türkiye’de de bugünkü hukuksuzluğu yakında utançla hatırlayıp oyunlaştıracağız kuşkusuz...
Oyundaki gibi, bazı savcıların uykusu kaçacak. Bazı polisler sanık, bazı spikerler pişman, bazı mahkûmlar kahraman olacak. Ama adalet, er geç yerini bulacak.
Niye yazmadık?
Star’da Ergun Babahan, 2002’de yazdığım bir yazıyı hatırlatarak “çifte standart”ı ima etti.
O yazıda Ecevit’in hastalığını neden köşeme taşımadığımı açıklarken bir etik meseleye değinerek demiştim ki:
“Kalbimin sesi bana, ‘İnsanların zaaflarıyla oynama’ diyor.”
10 yıl sonra bugün de tüm kalbimle bu sözün arkasındayım.
O gün Başbakan Ecevit’in hastalığına ilişkin dedikoduları yazmadığım gibi, bugün de Başbakan Erdoğan’ın sağlığıyla ilgili spekülasyonlara hiç girmedim.
Burada bir tutarsızlık veya çifte standart var mı?
* * *
Erdoğan’ın hastalığı gündeme gelince, “Ecevit’in günahı neydi” diye yazdım; çünkü asıl çifte standart, ona uygulandı.
Bir Başbakan ameliyat olmuşsa, elbette sağlığı konusunda kamuoyunun resmi raporlarla bilgilendirilmesi gerekir.
Ecevit’in ameliyatında bu yapıldı; Erdoğan’da yapılmadı.
Ama Erdoğan için tek satır yazamayan medya, Ecevit’in mahremiyetini didik didik etmekten çekinmedi.
O kadar ki 2005’te Sabah’ın başında olan Ergun Babahan, gazetesinin “Ecevit’in ölmek üzere olduğu”na dair manşetini, “geçmişin kötü huyları ve yanlışları” arasında saydı.
Bugünün iktidar yanlıları ise, Başbakan’ın “Kanser değilim” açıklamasını bile kullanmadılar.
İnanmayan, 20 Ocak tarihli malum gazetelere baksın;
Ecevit dönemiyle kıyaslasın ve söylesin:
Hangisi “kötü huy”?
Hangisi tutarlılık?