Can Dündar ve Erdem Gül'den tarihi savunma: Gazetecilik adliye binasından çıkarılmalı!
Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül, MİT TIR'ları davası nedeniyle bugün yine hakim karşısına çıktı.
Anayasa Mahkemesi'nin verdiği 'hak ihlali' kararıyla tahliye edilen
Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara
Temsilcisi Erdem Gül, MİT TIR'ları davası için ikinci kez hâkim
karşısında... İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki duruşmanın
kapalı görülmesine karar verilen davada Dündar ve Gül, duruşma
öncesinde gazetecilerle paylaştıkları savunmalarında tüm
suçlamaları reddetti.
İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davada, Cumhurbaşkanı
Tayyip Erdoğan'ın ve MİT'in davaya müdahil olma talebi de kabul
edildi.
Can Dündar'ın savunması şöyle:
Sayın Başkan,
Sayın yargıçlar,
Doğrusu bugün sizin yerinizde olmak
istemezdim.
Çünkü Anayasa Mahkemesi’nin kararına uyup bizi
tahliye ettiğiniz için Cumhurbaşkanı’nın açık ithamına muhatap
oldunuz ve yandaş medya tarafından doğrudan hedef hale
getirildiniz.
Cumhurbaşkanı, tahliye kararınız hakkında aynen
şöyle söyledi:
“İlk derece mahkeme, kararında direnebilirdi. Dirense olaylar
farklı gelişirdi. Diren bakalım. Anayasa Mahkemesi ne yapacak onu
görelim.”
Bu demeç, Cumhuriyet tarihimizde bir ilktir.
İlk kez bir Cumhurbaşkanı, hukuku hiçe sayarak, bir mahkemeye,
Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımama çağrısı yapmaya cüret
etmiştir.
Bitmedi.
Bir başka konuşmasında Cumhurbaşkanı, bu hukuksuzluk Avrupa İnsan
Hakları mahkemesi’nde cezalandırılırsa “Parası neyse veririz”
demeye getirmiştir.
O cümleyi de burada kayda geçirmek istiyorum:
“Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de Anayasa Mahkemesi’nin
istikametinde karar verirse o da sadece tazminat bakımından
bağlayıcıdır; devlet o tazminatı öder”.
Bu sözlerden sonra yandaş basında Anayasa
Mahkemesi ve mahkemeniz üyeleri hakkında karalama kampanyası
başladı. Yandaş kalemler yeniden tutuklanmamızı isteyen yazılar
yazdı. Son olarak duruşmaya saatler kala duruşma savcısının
değiştirilmesi, yargı bağımsızlığına ilişkin ciddi kaygılar
oluşturdu.
Bugün bu ortamda yapacağınız yargılama, sadece Türkiye’de basın
özgürlüğünün değil, hukukun üstünlüğünün de göstergesi olacak.
Dünyanın gözleri önünde Türk yargısının bağımsız olup olmadığını da
kanıtlayacak.
O yüzden size kolaylıklar diliyorum.
Sayın Başkan,
Önce neyle suçlandığımızı hatırlatayım:
“Devletin gizli kalması gereken bilgilerini
siyasal ve askeri casusluk amacıyla temin etme…
Devletin güvenliğine ilişkin gizli kalması
gereken bilgileri casusluk maksadıyla açıklama…
Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti
hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen
veya tamamen engellemeye teşebbüs etme…
Silahlı terör örgütüne üye olmaksızın bilerek
isteyerek yardım etme…”
Bunlarla suçlanıyorum.
Bunları tek tek değerlendireceğim.
Ancak önce izninizle bizi huzurunuza getiren
süreci baştan anlatayım:
SÜREÇ
Gazeteciyseniz, hele bir gazetenin yayın
yönetmeniyseniz, her gün elinize çok sayıda belge, bilgi geçer.
Biz, gazetemizde uzun süredir Türkiye’nin Suriye
politikasını eleştiren yayınlar yapıyorduk. Radikal İslamcı
militanların Türkiye’deki kamplarda eğitilip Suriye’ye
gönderildiğine, orada yaralananların geri gelip Türk hastanelerinde
tedavi gördüğüne, sınırda istihbarat araçlarıyla yapılan silah ve
insan trafiğine dair haberler yayımlamıştık. Türkiye’nin oradaki iç
savaşa müdahil olmasını sakıncalı görüyorduk.
O yüzden bu konudaki bilgi ve belge akışımız
yoğundu.
Geçen yıl Mayıs ayı sonunda benim elime bir
görüntü ulaştı.
Görüntü, 19 Ocak 2014 günü Adana’da Ceyhan
ilçesi Sirkeci gişeleri önünde çekilmişti.
Görüntüde 3 TIR’ın il jandarma komutanlığına
bağlı askerlerce durdurulduğu, araçtakilerin yaka paça indirildiği,
yüzükoyun yere yatırılıp ellerinin arkadan kelepçelendiği
görülüyordu.
TIR’lara eskortluk yapan araçtakilere de
jandarma komando ekiplerince uzun namlulu silahlarla müdahale
ediliyordu.
Müdahale sırasında kelepçelenenlerin ısrarla MİT
mensubu olduklarını söyledikleri, ama dinletemedikleri
işitiliyordu.
Peki bu görüntüler bir “SIR “ teşkil ediyor
mu?
Önce buna bakalım:
HABER 16 AY BOYUNCA YAZILIP TARTIŞILMIŞTI
Bizim bu haberi ilk veren gazete olduğumuz
zannediliyor.
Büyük hafıza kaybı…
Olayın ilk kez kamuoyuna yansıması, bizim
haberimizin çıkmasından 14 ay önce, TIR’ların çevrilmesinin hemen
ertesi günüdür.
20 Ocak 2014 tarihli gazeteler MİT’in
kontrolündeki TIR’ların jandarma tarafından durdurulduğunu
manşetten vermişti.
Hemen ertesi gün, CHP Genel Başkanı
Kılıçdaroğlu, TIR’larda silah taşındığını belirtmiş, MİT’in silah
kaçakçılığı görevi olmadığını söylemiş, “Türkiye’nin uluslararası
alanda meşruiyeti tartışmalı konuma geliyor” demişti.
AKP Sözcüsü Ömer Çelik, TIR’larda ne olduğu
kimseyi ilgilendirmez deyince CHP Grup Başkanvekili İnce,
“Vergilerimizle El Kaide’ye, ÖSO’ya silah gönderiyorsanız,
ülkemizin başını belaya sokuyorsanız bizi ilgilendirir” cevabını
vermişti.
Konu Meclis’te defalarca gündeme gelmiş,
aydınlanması için soru önergeleri verilmiş, Cumhurbaşkanı, Başbakan
bu konuda demeçler vermişti.
Demem o ki, bu bir sır ise de, bizim haberimizin
çıkmasından 16 ay önce deşifre olmuş, sır vasfını yitirmişti.
21 Ocak 2014 tarihli Aydınlık gazetesi, o
silahların fotoğrafını da yayınlamıştı.
Yani gizlilik çoktan ortadan kalkmıştı.
Bu kadar bilinen bir haber, her yerde
yayınlandıktan sonra Cumhuriyet’te çıkınca olay olup müebbetlik suç
sayılıyorsa, ben burada, haberi görmezden gelinen diğer gazeteler
adına mahcubiyet, kendi gazetem adına gurur duyarım. Demek ki
hiçbirinde olmayan bir etkileme kudretine sahipmişiz ki, onlar
yazınca görmezden gelinen konu, biz yazınca hadise oldu.
HABER Mİ DEĞİL Mİ?
Bizim haberimizde yeni olan, baskın esnasında
çekilen görüntülerdi.
Peki o görüntülerde ne vardı?
Bu görüntüler, yargılanmamıza neden olan
suçlamanın delili olduğu için burada birlikte izlememizin ve
üzerine bir değerlendirme yapmamızın önemli olduğuna
inanıyorum.
İzninizle filme yakından bakalım ve bunun haber
değeri taşıyıp taşımadığını birlikte tartışalım.
Bir ülke düşünün:
İstihbarat teşkilatının silah taşıdığı TIR’lar,
150 jandarma tarafından durdurulsun.
Jandarma İstihbarat subayları ile milli
istihbaratın elemanları birbirlerine silah çeksin.
Jandarmalar, istihbaratçıları kelepçelesin.
Devletin valisi, “TIR’ları bırakın” diye
jandarmaya talimat versin.
Jandarma dinlemesin. TIR’ların önünü kesen
istihbaratçılar anahtarları alıp kaçsın; yumruklaşmalar sonunda
anahtarları geri alan jandarma TIR’ları parka çeksin.
Bütün bunlardan MİT bölge başkanının haberi
olmasın.
Vali gelip TIR’ların kasasının açılışına ve silahların
görüntülenişine nezaret etsin.
O kasalardan, ilaç kutularının altına gizlenmiş halde, 2 bin havan
ve top mermisi, 80 bin makineli tüfek mermisi çıksın.
O sırada Emniyet Müdürü gelip polislere TIR’ların etrafını çevirme
emri versin.
Ve TIR’lar yeniden MİT’e teslim edilip silah yüklü şekilde sınırı
geçsin.
Bir devletin polis, jandarma ve
istihbaratçıları, silah dolu bir TIR önünde güpegündüz, ortalık
yerde, birbirine silah çeker ve çatışmanın eşiğine gelirse, kusura
bakmayın, bu, dünya çapında bir skandaldır ve çok büyük bir
haberdir. Dünyanın her yerinde gazetecilere sorabilirsiniz. Bu
haberi yapmayana gazeteci denmez.
Nitekim biz bu tablonun vahametini “Devletin
bittiği an” manşetiyle verdik.
ASIL SUÇLULAR YALAN SÖYLEDİ
İşin bir başka boyutu da yetkililerin her
birinden ayrı bir açıklama gelmesiydi.
İstanbul Başsavcı vekili, “Görüntüler kurgu”
diyerek erişim yasağı getirdi ve soruşturma başlattı. Adana
savcılığı da “Gerçeği yansıtmayan, sahte görüntüler yayınladığımız”
gerekçesiyle soruşturma açtı.
Görüntüler gerçek değilse niye sır kabul
ediliyordu ki?
Sahte görüntülerle nasıl casusluk yapılırdı
ki?
Sonra komik olduğunu anladıkları bu iddiadan
vazgeçtiler.
Bu sefer de “Silah yoktu, insani yardım
malzemesi taşınıyordu” yalanına sığındılar.
Oysa o zamana kadar gönderilen insani yardımlar, propaganda
amacıyla hep teşhir edilmişti. Bu sefer gizlenmesinin nedeni silah
naklediyor olmasıydı.
MİT, yurtdışına silah sevkinin yasadışı olduğunu
bildiği için, savcılığa, bunun Türkiye’deki birimler arası nakil
işlemi olduğunu söyledi.–ki aslında buna da yetkisi yoktu, ama
söylenen yine yalandı.
Başbakanı Davutoğlu, 29 Mayıs’ta Fransız Haber
Ajansı’na “Yardım Özgür Suriye Ordusu’na gidiyordu” dedi. Ertesi
gün Ankara’da fikir değiştirdi, “”O yardımlar Suriye’de Bayırbucak
Türkmenlerine gidiyordu” diye düzeltti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da aynı görüşü tekrarladı;
“Türkmenlere insani yardım yolluyorduk” dedi.
Oysa silahlar Türkmenlere gitse, onlara yakın
bir sınır kapısı tercih edilmeliydi; Reyhanlı kapısı, Nusra
Cephesi’ne yakındı.
Nitekim Bayırbucak Türkmen cephesi komutanları
kendilerine böyle bir silah yardımı ulaşmadığını açıkladı.
O dönem MHP’de Genel Başkan Yardımcısı olan,
halen Başbakan Yardımcısı koltuğunda oturan Tuğrul Türkeş, “Bizim o
bölgeyle irtibatımız var. Huzurunuzda yemin ediyorum: Vallahi de
billahi de o silahlar Türkmenlere gitmiyordu” dedi.
Kaldı ki Türkmenlere gidiyor olması, devletin
illegal silah taşımasını meşru kılmıyordu.
TIR’larda silah olduğu görüntülerle ortaya
konunca Erdoğan, “Silahsa silah, ne olmuş yani” deme noktasına
geldi.
Devletin, istihbarat teşkilatı eliyle, illegal
yoldan komşu ülkeye silah sevk ettiği apaçık ortaya çıktı.
TIR’lardan çıkan mühimmat, orada tespit edilmiş
ve jandarma kriminoloji laboratuvarınca belgelenmiş, rapora
dökülmüştü.
O raporlar da gazetemizde yayımlandı.
Şimdi bu raporlardan dolayı da
yargılanıyoruz.
Yapılan, hem ulusal ölçekte, hem uluslararası
ölçekte suçtu.
Ama suçlular değil, suçu ortaya çıkaranlar
suçlandı.
Çevirme kararını veren savcı, emri uygulayan
jandarma komutanları, hâkimler, hatta silahları koklayan polis
köpeğinin görevden alındığı açıklandı.
Ancak bu illegal operasyonda görev alan, yasalara aykırı olarak
silah nakli yapan hiçbir hükümet veya istihbarat yöneticisi
sorgulanmadı.
Hükümet işlediği suçun, istihbarat teşkilatı
beceriksizliğinin hesabını vereceği yerde, suçu ortaya çıkaranlara
saldırmayı tercih etti. Suçlular değil, biz karşınıza geldik.
NEDEN YAYINLADIK?
Haberi yayınladığımız gün, neden yayınladığımızı
başyazımızda şöyle ifade ettik:
“Patlaması halinde bir şehri yok edecek kadar çok silah, bu
ülkenin hava limanına gizlice indiriliyorsa,
O silahlar TIR’lara yüklenip bu ülkenin şehirlerinden,
topraklarından, sınırlarından geçiriliyorsa,
O silahlar, o ülkenin bütün denetim kurumlarından, meclisinden,
halkından habersizce, komşudaki bir savaşın taraflarından birine
destek olmak için gönderiliyorsa,
Gönderilen taraf, bu ülkenin sınırları içinde silahlı eylem yapmış,
bu ülkeyi sık sık tehdit etmiş, vahşi bir terör örgütüyse,
Gönderen hükümet, bu silahların mevcudiyetini ısrarla reddediyor,
bu silahları durduran askeri yetkilileri görevden aldırıyor, bu
silahlar hakkında soruşturma açan savcıları tutuklatıyor,
yargılatıyorsa,
Bu ülkenin halkı, bu silahlar dolayısıyla karşı karşıya olduğu
riskleri bilmiyor, bu sevkiyatın hayati, siyasi, hukuki, diplomatik
sonuçlarından haberdar olamıyorsa,
Yapılan örtülü operasyon başlı başına bir suçsa ve hiçbir yasa, bir
suç eylemini meşrulaştırmaya kifayet etmiyorsa,
Bir gazetenin, bir gazetecinin görevi okurunu bilgilendirmek, halkı
bu tehlikeden, bu tehditlerden haberdar etmek, bu maceraya kalkışan
yetkilileri ikaz etmektir.
Cumhuriyet, bu sorumluluğun bilinciyle bu görüntüleri
yayınlıyor.”
GAZETECİLİK NEDİR?
Sayın Başkan,
Dünyanın hiçbir yerinde, kendisine gazeteciyim
diyen hiçbir basın mensubunun görmezden gelemeyeceği bir haber
vardı ortada…
Bir gazeteci, bi haberi hazırlarken “Devlet
sırrı mı? Yazarsak hükümet kızar mı? Başbakan’ın lehine mi olur?
Yabancı ülkeler ne der?” diye düşünmez.
Bunları sormaya başladınız mı artık habercilik
yapamazsınız. Bunları sormak, devlet adamlarının görevidir.
Bir gazeteci için önüne gelen haberi yayınlamak
konusunda iki kıstas vardır:
1.Haber doğru mu?
2.Yayınlanmasında kamu yararı var mı?
Bu haber doğruydu. Nitekim kimse yalan
diyemedi.
“Kamu yararı” sübjektif bir kavramdır. Ancak ben
bu haberin yayınlanmasının kamunun yararına olduğuna
inanıyorum.
Devletlerin sırları olabilir. Ama o sır, bir
suçu örtbas etmekte kullanılamaz. Suç, gizlilik örtüsü altına
saklanamaz.
Bir eylem suç oluşturuyorsa, gizli kalması
savunulamaz.
Ülkenin istihbarat teşkilatı, yasasında olmayan
bir yetkiyi kullanarak, Meclis’ten gizli şekilde ve illegal olarak
komşu ülkedeki iç savaşa silah taşıyorsa ve bunun ağır bir bedeli
varsa, bizim, bu ülkenin halkı olarak bunu bilme hakkımız
vardır.
Halkı bundan haberdar etmek de, bu ülkede
kendine gazeteyim diyenlerin sadece görevi değil, aynı zamanda
sorumluluğudur.
Bir devlet, Cumhurbaşkanından Başbakanına kadar
halkına yalan söylüyorsa, savcı gerçek olan görüntülere sahte
diyorsa, MİT açıkça suç işliyorsa, buna nasıl seyirci
kalabiliriz?
Şöyle düşünün:
Ya o silahlar, MİT’teki bir grup eliyle, bugün
Türk Hükümeti’nin terör örgütü kabul ettiği PYD’ye götürülüyor
olsaydı? Bugün bizi casuslukla suçlayanlar o zaman bu haberi yaptık
diye kahraman saymayacaklar mıydı?
Ya silahlar IŞİD’e teslim edildiyse; bugün
Türkiye’de canlı bomba eylemleri yapan örgüte silah taşımak, suç
değil midir?
Ya o TIR’daki mühimmat, Reyhanlı’da olduğu gibi
Adana’dan geçerken patlasaydı; sorumlular ortaya çıkacak mıydı?
Kimden hesap sorulacaktı?
Peki devletin kolluk güçlerinin birbirine silah
çektiğini, çatışır hale geldiğini bilmeye hakkı yok mudur
halkın?
Devleti yönetenlerin kendisine yalan söylediğini
bilme hakkı yok mudur?
Neresinden bakarsanız, bu haberi yapmak, halka
karşı sorumlu olan bir gazetecinin boynunun borcudur.
TEHDİT
Sayın Başkan,
Cumhurbaşkanı, daha önce yalan dediği haberin
doğru olduğu ortaya çıkınca, bu kez tehdit yoluna gitti.
Haberin yayınlanmasından hemen sonra çıktığı devlet televizyonunda
herkesin gözü önünde şöyle dedi:
“Bu haberi yapan kişi, bunun bedelini ağır ödeyecek. Öyle bırakmam
onu…”
Sanıyorum bu da tarihimizde bir ilktir.
İlk kez bir Cumhurbaşkanı, bir gazeteciyi, yaptığı doğru haberden
dolayı açıkça tehdit etmiş, bununla da yetinmeyerek, ortaya çıkan,
kendi sırrıymış gibi şahsen davacı olmuş ve basın tarihinde bir
cumhurbaşkanının bir gazeteci için istediği en ağır cezayı
istemiştir.
SUÇLAMALAR
Gelelim iddianamedeki suçlamalara…
Başta hakkımızdaki suçlamaları sıralamıştım.
İzninizle şimdi tek tek bunlara değinmek
istiyorum.
GİZLİ KALMASI GEREKEN BİLGİLER:
“Devletin gizli kalması gereken bilgilerini
siyasal ve askeri casusluk amacıyla temin etme…” ile
başlayalım.
Önce şu “gizli kalması gereken bilgiler”e bakalım:
Kime göre ve kim için gizli kalması gerekiyordu bu bilgilerin…
Halk için mi?
Bu operasyonu yönetenler için mi?
Silahların alıcısı olanlar için mi?
Sanırım hükümet, aslında suç teşkil eden bu
operasyonu halktan gizlediği için bilgilerin gizli kalması
gerekiyordu.
Yani “devlet sırrı” denilen şey, bu emri
verenin, yani iktidarın sırrıydı. Cumhurbaşkanı’nın şahsen
şikayetçi olması da bundandı.
İyi de suç olan bir fiilin gizli kalması
gerektiği, hangi hukuk kitabında yazılıdır?
Kaldı ki, “gizli kalması gereken bilgi” bize
gelene kadar gizli kalamamış, çoktan ortaya çıkmıştır.
Yani biz gizli kalamamış bilgileri ifşa etmekle
suçlanıyoruz.
CASUSLUK
Sayın Başkan,
Ben 37 yıllık gazeteciyim. Bırakın casusluk
yapmayı, bana böyle bir şey teklif edenin alnını karışlarım.
Hangi ülkenin casusuymuşum? Nereye askeri ve
siyasal bilgi temin etmişim?
Hangi devlet, hangi servis bize, ne zaman,
nerede, nasıl talimat vermiş, hangi haberle o talimat yerine
getirilmiştir?
Bunu yazma cüreti gösteren savcının buna dair en
ufak bir kanıt ya da tanık göstermesi, elle tutulur bir belge
sergilemesi gerekmez miydi?
Savcının ortaya koyabildiği yegane belge,
gazetede çıkan makale ve haberlerimizdir.
Sorarım size:
Hangi şaşkın casus, bulduğu bilgiyi götürüp
gazetesine basar?
Biz, ele geçirdiği ilk belgeyi gazeteye basarak
ilk işinde yakalanan iki acemi casus olarak karşınızdayız.
Kariyerimize bakın; bize casusluk gibi bir leke
süremezsiniz; ancak bu silahları gizlice nakledenlerin, Meclis’ten
habersiz sınır ötesi gizli örgütlere sevk edenlerin, onlara bu
emri, yetkiyi verenlerin, yayın yasağı koyanların, gazetecileri
hapsettirenlerin, dünya çapında bir skandalı örtbas edenlerin yarın
casuslukla suçlanmaları hiç sürpriz olmaz.
Bu silahları gizlice nakledenlerin başka ülke menfaatine
bunu yapmadıkları ne malum?
GAZETECİ VE CASUS
Adalet Bakanı bizim durumumuzu değerlendirirken
“Dünyanın her ülkesi, güvenliğiyle ilgili konularda hassastır”
demiş ve Wikileaks örneğinden yola çıkarak, Julian Assange, Edward
Snowden ülkesine girebiliyor mu” demiş.
Bu benzetme için sayın Bakan’a teşekkür
ederim.
Tam da vurgulamak istediğimiz bu…
Biliyorsunuz, Wikileaks skandalı Kasım 2010’da
patladı. Amerika Birleşik Devletleri arşivinden gizli nitelikte
2000 kadar belge yayınlandı. Belgelerin önemli bölümü, Amerikan
ordusunun Afganistan savaşındaki yazışmalarından oluşuyordu.
Yapılan yargısız infazları, sivil katliamları belgeliyordu.
Belgeleri sızdıran er, Bradley Manning tutuklandı.
Assange ise Ekvator hükümetine sığındı.
Belgeler 26 Temmuz 2010 tarihinden itibaren ABD,
İngiltere ve Almanya’nın en itibarlı üç yayın organında, New York
Times, Guardian ve Der Spiegel’de yayımlandı.
Bakanın örnek verdiği Snowden ise, Amerikan
Ulusal Güvenlik Kurumu NSA’nın bir çalışanıydı ve o da çalıştığı
kurumun gizli belgelerini basına sızdırdı. Belgeler, Guardian ve
Washington Post’ta yayımlandı. Dünya, Amerikan hükümetinin bir çok
devlet başkanını illegal yollarla dinlediğini böylece öğrendi.
Snowden hakkında casusluk davası açıldı.
Yayınlayan gazetelere ne oldu dersiniz?
Guardian ve Washington Post o yılın Pulitzer
ödüllerini paylaştı.
Öyledir.
Batı’da basın özgürlüğünün sınırları
geniştir.
Bir gizli belge yayınlandığında, devlet belgeyi
sızdırandan hesap sorar; yayınlayandan değil.
Assange ve Snowden örnekleri bizim durumumuzla
örtüşmüyor.
Bizler gazeteciyiz.
O yüzden bu örnekte olsa olsa Guardian ve
Washington Post’a benzetilebiliriz.
Ve tıpkı onlar gibi Cumhuriyet de bu cesur
gazeteciliğinden ötürü Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün basın
özgürlüğü ödülünü almıştır.
CEBİR KULLANARAK CUMHURİYET’İ ORTADAN KALDIRMA
Sanırım casusluktan sonra en gülünç iddia
bu…
Bir haberle, cumhuriyet’i ortadan kaldırabilecek
güçte cebir kullandığımız iddiası, bize hak etmediğimiz bir kudret
yüklerken, cumhuriyete hak etmediği bir zafiyet atfediyor.
Çok şükür ki, ne biz o kadar güçlüyüz; ne
Cumhuriyet o denli zayıf…
Ancak yasaklanan ve dava konusu olan filmi
gözünüzün önüne getirirseniz, cumhuriyeti ortadan kaldırabilecek
bir cebir kudretine kimlerin sahip olduğunu ve nasıl ülkeyi
devletin silahlı güçlerinin çatışma mevzii haline getirdiklerini
daha iyi görebiliriz.
SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜNE
YARDIM
Geldik en güzel bölüme…
İddianamede Fetullah Gülen’in silahlı terör
örgütüne üye olmaksızın bilerek isteyerek yardım ettiğimiz
önesürülüyor.
Şükür ki burada sayın savcı insaflı davranmış;
yıllardır bizimle uğraşan örgüte bizi üye yapmamış. Sadece
yardımcılıkla bırakmış.
Ben hayatımda Fetullah Gülen’i görmedim,
tanışmadım, yazışmadım; toplantılarına katılmadım.
Gülen okullarında CİA ajanlarının öğretmenlik
yaptığına dair bir haberim nedeniyle davalık da oldum.
Dinledikleri telefonlar arasında benimki de
var.
Gazetem, 1974 yılından beri, sözkonusu örgütün
hedeflerinden biriydi. Yıllarımız paralel bir örgütlenmenin devleti
nasıl zehirlediğini, adaleti nasıl felç ettiğini anlatmaya
çalışmakla geçti.
Bu yüzden türlü çeşit kumpasın hedefi olduk;
telefonlarımız dinlendi, sahte deliller düzenlendi, yazarlarımız,
yöneticilerimiz yıllarca hapsedildi.
Biz, bizi yataklık etmekle suçladığınız o
örgütle mücadele ederken iki isim, elele bu örgütlenmeyi inşa
ediyorlardı.
Fetullah Gülen ve Recep Tayyip Erdoğan…
Ülkeyi, bürokrasiyi, polisi, yargıyı,
üniversiteyi, medyayı birlikte yönettiler; eğitimde birlikte
örgütlendiler; birinin kurduğu okulları diğeri destekledi; birinin
liderliğini öteki besledi. Biri, diğerinin devletin en gizli
kapılarından girmesine fırsat verdi.
Birlikte hukuksuz davalarla, günahsız insanlara
yıllarca eziyet ettiler.
Şimdi o örgütle yıllarca birlikte yönetenler, o
cemaate yıllarca destek verenler, kimbilir hangi çıkar çatışması
sonucunda “Pardon kandırılmışız” diyerek temize çıkacak, biz o
örgütün destekçisi olacağız öyle mi?
Bu yalana çocuklar bile inanmaz.
Cumhurbaşkanı kandırılmıştır; bedelini
ödemelidir.
Biz kandırılmadık; inatla, sabırla, mütemadiyen
bu ikilinin yıllar süren işbirliğini, ortaklıklarını hatırlatmaya
devam edeceğiz.
İFADE
Şimdi izninizle savcılık ve Sulh Ceza
Hakimliğindeki ifademize değinmek istiyorum.
Tutuklanma kararımızla sonuçlanan o sorgularda
bize ne casusluk, ne silahlı örgüte üyelik iddiası soruldu; ne
hangi ülke hesabına çalıştığımıza, ne kimden talimat aldığımıza, ne
örgüt bağlantımıza dair kanıtlar sunuldu.
Sadece yaptığımız haberler soruldu.
Biz de haberleri doğruladık.
Bir insana iki müebbet hapis cezası gerektiren
bir suç ithaf edilirken hiç kanıt sunulmaz mı? Tanık bulunmaz mı?
Soru sorulmaz mı?
Anlaşılan o ki, sayın savcı, bizi yardım
yataklıkla suçladığı örgütten öğrendiği taktiklerle, tanıksız,
kanıtsız bir şekilde bizi o örgüt çuvalı içine atmaya, aynı
suçlamaların hedefi yapmaya çalışıyor.
İfademizi alırken bana atfedilmeyen “hükümeti
devirmek” vs. gibi bazı suçları da sonradan iddianameye eklediğini
gördük.
Bu hukuki garabet sonucu tutuklandık, 92 gün tecrit koşullarında
tutuklu kaldık.
Tutukluluğumuz süresince Başbakan ve sözcüsü,
defalarca tutuksuz yargılanmamız gerektiğini söyledi.
Bülent Arınç, “Dava bile açılmamalıydı”
dedi.
Bu tutukluluk, dünyada zaten bir gazeteci
hapishanesi olarak görülen Türkiye’yi hepten basın özgürlüğü
listelerinin sonuna itti.
Sonunda Anayasa Mahkemesi, hukuksuzluğu gözler
önüne serdi. Ve yapılanın bir terör eylemi değil, gazetecilik
faaliyeti olduğunu tescilledi. Ve mahkemeniz, o gün bu karar
doğrultusunda tahliyemize karar verdi.
Ne var ki sonra Cumhurbaşkanı’nın bu karara
ilişkin sözleri, Türkiye’de hukuk devletinin nasıl ayaklar altına
alınabildiğini kanıtladı.
SONUÇ
Sayın Başkan,
Anayasanın açık hükmüne, Anayasa Mahkemesi’nin
kararına uymayacağını açıkça ilan eden bir Cumhurbaşkanı karşısında
bizim sığınağımız yine de sizsiniz; adalettir.
Güçlüler her zaman haklı olmayabilir, ama
haklılar her zaman güçlüdür.
Biz gücümüzü haklılığımızdan alıyoruz.
Tarihin bazı dönemlerinde güçlüler, haklıları
sindirebilir; ancak siz, bu haksızlığın uzun sürmeyeceğinin
güvencesi olmalısınız.
Adaletin güç karşısında boyun eğmeyeceğini bize
ve dünyaya kanıtlamalısınız.
“Cumhurbaşkanı emretti, mahkeme boyun eğdi”
algısı yaratacak bir hukuksuzluğa geçit vermemeli, tersine hiçbir
gücün mahkemeye gücü yetmeyeceğini ortaya koymalısınız.
Adaletin güvencesi olmalısınız.
Türkiye, 1960 yargılamalarında bir yargıcın, bir
Başbakan’ın yüzüne “Sizi buraya tıkan kudret böyle istiyor”
dediğini işitti. O günden beri o hukuksuzluğun bedelini
ödüyoruz.
Bir daha bu utancı yaşamak istemiyoruz.
Adaletin bir gün herkese lazım olacağını
biliyoruz.
Yarın Başbakan, Cumhurbaşkanı yargı önüne
geldiğinde onların da adaletle yargılanması için çabalayan yine
bizler olacağız.
Gazetecilik açısından bakıldığında ise, bu dava,
basın özgürlüğüne bir darbe olarak görülmektedir. Mesele sadece
bizim yargılanmamız değil, o kararda da belirtildiği gibi, bu
yargılama, diğer gazeteciler üzerinde de “caydırıcı etki” yapmakta,
yani medyanın toptan baskı altına alınmasına vesile olmaktadır.
Dolayısıyla kamunun bilgilenme hakkına da darbe
vurmaktadır.
Biz, yaptığımızın tamamen bir habercilik
faaliyeti olduğuna inanıyoruz. Halkın, yöneticileri hakkında
gerçekleri öğrenme hakkını savunuyoruz. Basın ve ifade
özgürlüğünden güç alıyoruz. Bizi casuslukla suçlayanları,
haberimizle biz aynı iddiayla suçluyoruz.
Başa dönersem, işiniz zor.
Bu ortamda hem adil karar vermek, hem yargının
en kudretli şahsiyetten bile bağımsız olduğunu ispat etmek hem de
basın özgürlüğünü gözetmek sorumluluğuyla karşı
karşıyasınız. Ve bunu bütün dünyanın gözünün
çevrildiği bir duruşma salonunda yapacaksınız.
Hayatı boyunca adil olmaya özen göstermiş bir
gazeteci olarak, sadece şahsım değil, aynı zamanda mesleğim adına,
tarih ve yargı huzurunda beraatımı talep ediyorum.
"Ülkemizin dünyanınn seçkin bir üyesi olduğunu anlatmak için
işleyen bir demokrasiye en fazla kanıt gösterdiğimiz kurumların
başında, parlemento, seçimler, bağımsız ve tarafsız yargı ile basın
özgürlüğü gelir. Siyasi liderlerimiz de dünya ve Avrupa vitrinine
çıkmak istediklerinde bu kurumların altını hep çizmişlerdir. Bu
kapsamda ülkemizin en önemli değerlerinin başında yine ülkedeki
farklı fikir, görüş ve yaklaşımların sesi konumundaki, anayasal
olarak da güvence altına alınmış, basın hürriyeti gelmektedir.
Türkiye’de, dönem dönem çok ciddi müdahaleler ve çok büyük
tartışmalar yaşansa da ülkenin canlılığını ve çok sesliliğini
yansıtan basın, artık kendi geleneğini yaratan tarihi
bir geçmişi arkasında taşımaktadır. Özgür düşünce, özgür haber alma
hakkı batının bir değeri olarak ortaya çıkmasına karşın basın,
bizde de artık köklü bir tarihe sahiptir.
‘Hürdür, sansür edilemez’ ifadesiyle anayasal güvence altında olan
basının Türkiye’deki siyasal iktidar değişimlerinden doğrudan
etkilenmeden halkın doğru haber alma hakkını kendi yayın çizgisi
çerçevesinde olağan bir şekilde sürdürmesi beklenir. Hükümet
değişimleri ve onların farklı icraatlarının bir ülkedeki özgür
basının, yayın çizgisinde ciddi bir etkilenme yaratması akla bile
gelmez. Tıpkı, tarafsız ve bağımsız yargı gibi. Tüm dünyada da bu
böyledir.
Ancak bizde durum biraz daha farklı. Bizde basın öteden beri
Türkiye’nin siyasal, sosyal tüm çalkantılarından birebir
etkilenerek varlığını sürdürmektedir. Aslında basının doğrudan
okuruyla ve halkla etkileşim içinde kendi yayınını südürmesi
beklenir. Ama çoğunlukla bu böyle olmaz. Siyasal iktidar başta
olmak üzere güç odaklarının sürekli merceği altında yaşamaya mecbur
bir haldedir.
“Basın ülkenin aynasıdır” denilir. Ülkemizi yansıtan ayna olan
basınımız içinde bulunduğumuzu dönemde yine hassas ve kritik bir
süreçten geçiyor.
Bugün bizim ülkemiz de batıda olduğu gibi büyük saldırı ve katliam
girişimleriyle çok ciddi bir can güvenliği tehdidiyle karşı
karşıya. Ancak batıda basın, girilen bu yeni durumdan etkilenmeden
özgürce kendi yayın çizgisini sürdürürken ülkemizde gazetecilere
yönelik hakları gerilecetici yeni yasal düzenleme ve adımlar ilk
akla gelen önlemler olarak karşımıza çıkıyor. Oysa batıda basının
elindeki hakları alan ya da gazetecileri doğrudan cezai
yaptırımlarla karşı karşıya getirecek tek bir olay v e örnek bile
sözkonusu değil.
Tersine tüm ülkeyi ve toplumu hedef alan girişimlerde
yapılması gereken özgür tartışma ortamı ve çok sesli basının önünü
daha fazla açmaktır.
Hukukçu gözüyle bakmanının farklılığı bir yana hakkımızdaki
suçlamalar akıl alır gibi değil.Ortada biri ağırlaştırılmış, biri
normal iki kez müebbet ve üstüne otuz yıl daha hapis yatmamızı
isteyen suçlamalarla karşı karşıyayız. Bu suçlamaların tamamına
delil olarak yazı ve haberler gösteriliyor. Anayasa Mahkemesi’nin
hakkımızda verdiği hak ihlali kararında bu tartışmaya ihtiyaç
kalmayacak açıklıkta ortaya konulmuş durumda. O nedenle durum daha
tedirgin edici hale geliyor. Çünkü aynı zamanda bir gazetecinin
doğrudan mesleği olan gazetecilik faaliyeti bu suçlamalarla
yargılanıp mahkum edilmek isteniyor.
Hiçbir meslek ya da toplumsal grup ve kesim gibi gazeteciler de
yargılanmaktan ve cezadan muaf değildir elbette. Suç varsa ceza da
olacaktır ve eşitlik ilkesi çerçevesinde bu herkes için geçerlidir.
Ancak gazeteciye asli işi olan yazdığı haber ve yazıdan açılan bir
dava, doğrudan gazetecilik faaliyetini yargılamak anlamına
gelecektir. Evrensel nhukuka göre dünyada herkesin ve her ülkenin
ceza yasalarında suç kabul ettiği eylemleri işleyen, insan öldüren,
işkence yapan, savaş kışkırtıcılığı, hırsızlık yapan yani bilumum
insana ait ne tür suç varsa bunu işleyen gazeteci de
yargılanacaktır. Buna zaten kimsenin itirazı yok.
Ancak yazdığı haber ve yazı nedeniyle gazeteciyi yargılamaya
gelince biraz düşünmek gerekir. Yalnızca adalet dağıtmakla görevli
yargı kurumu değil bütün ülke olarak düşünmek zorundayız.
Birincisi haber ve yazıyı yargılamış oluyoruz ki suçlamalar
karşılığı istenen cezaların ağırlığı üzerinde durmadan söylüyorum,
karşı karşıya olduğumuz doğrudan niyetlerimizin okunarak iddianame
haline getirilmesidir. İddianamede tam anlamıyla bizim yerimize
düşünülmüş ve b izim beynimize girilerek niyetimiz okunup suçlama
olarak karşımıza konulmuş durumda. Haber ve yazılarla aslında cebir
ve şiddetle hükümeti devirmeye teşebbüs etmişiz ve devletin gizli
bilgilerini temin edip yayınlamışız. Hem de casusluk maksadıyla
Niyetin içinde bir niyet daha. Yani niyetimizin okunması yetmemiş,
maksadımız da iddianameye yazılarak bir niyet okuma daha
gerçekleştirilmiş.
Öncelikle uygarlığın ulaştığı bu çağda yazı ve haberi suç kabul
eden bakış açısını anlayışla karşılamak birkaç çağ geri gitmek
demektir.
Biz bu iddianamenin şüphelisi, suçlusu değiliz. Ama gazeteciyiz.
Gazeteciden suçlu çıkarma mantığının bu mahkemeden döneceğine
inanıyorum. Bu davada sanık olmayı yalnızca basın öve ifad
eözgürlüğünü savunmak için kabul etmiş sayıyıorum kendimi.
Mahkemenin bir mahkumiyet kararı vermeyeceğine inanıyorum. Gazeteci
kendi işini yaptığı için suçlu kabul edilemez.
Bizim iki gazeteci olarak bu kadar ağır cezalarla yargılanmamız
aslında üklemizdeki basın için de ağır bir yaptırımdır. Bu dava bu
nedenle kişisel olmanın sınırlarını aşmıştır. Artık gazeteciler
bazı haberler için sırf bu dava sürdükçe haber yazmaya yazı kaleme
almaya cesaret edemeyecektir. Bunun basın dilindeki anlamı koyu bir
oto sansürdür. Ve halkın haber alma ve bilgilenme hakkının
gaspıdır."
Benim kişisel olarak suçlandığım haberim ayrıca bir adli soruşturma
dosyasındaki kriminal rapordur. Ben bu raporu haber yaptığım için
bu kadar ağır suçlamalarla karşınızdayım. Bu iddianame o kadar
ciddiyetsiz ki savcılık 4 aylık dava açma süresini kaçırdığı için
15 ekim tarihli gazetenin bana ait olmayan manşetini de
şahsıma atfederek delil diye karşınıza iddiname olarak
koyabilmiytir. Bu savcılığın işlerini ne kadar ciddiyetle
yaptığının göstergesidir.
Son olarak sıfatında bağımsız ve tarafsız nitelikleri bulunan iki
kurum var. Biri yargı biri de basın.Biz şimdi bağımsız ve tarafsız
ve de özgür basının temsilcileri olarak bağımsız ve tarafsız
yargının karşısındayız. Bağımsız ve tarafsız yargıdan basın
özgürlüğü adına suçlamaları düşürerek bizi beraat ettirmesini talep
ediyorum. Gazetecilik adliye binasından çıkarılmalı, yargı,adliyeye
düşürülmek istenen basını adliyeden çıkarıp haber kovaladığı kendi
mekanlarına göndermelidir