17 Nis 2010 11:26
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 11:14
''BU TARZ BİR GAZETECİLİK BENİ TİKSİNDİRİYOR!'' MUSTAFA ERDOĞAN HANGİ HABERLERİ ÖRNEK GÖSTERDİ?
Medyanın en büyük sorununun ahlak olduğunu belirten Star yazarı Mustafa Erdoğan'dan ilginç bir medya analizi...
Tiksinme
Türkiye medyasının en büyük sorunu, kanaatimce, ahlâk sorunudur. Bu diyarda maalesef ahlâkın nadiren hükmü geçer. Üstelik, ahlâka ilişkin bu kötü sicil medyadaki ideoloji ve dünya görüşü farklılığına da pek bakmıyor.
İronik olarak, başkalarının ahlâki seciyelerini sorgulama konusunda fazlasıyla istekli olan da aynı medya. Gazete ve televizyonlarımız, kendi durumlarına hiç bakmadan, başta siyasetçiler olmak üzere, herkese habire ahlâk dersi veriyorlar. Kendilerinden başka herkesi, özellikle de demokratik kurumları, tutarsız, çıkarcı, fırsatçı vb. diye yaftalamayı çok seviyorlar.
Gel gör ki, kendileri bunlardan çok daha fazlasını yapıyorlar, hatta bazıları insanları karalama işinde bayağı ustalık kazanmış durumdalar. Bazan gazetelerinde yazıp-çizdiklerine veya ekranlara yansıttıklarına bakınca, bunların gazeteci mi yoksa çeteci mi olduklarını sormaktan kendinizi alamıyorsunuz.
Bunlar işlerine gelmeyen haberleri görmezlikten geliyor, ama işlerine geliyorsa “pireyi deve” yapıyorlar. İçeride sahici gazetecilik yapanları neredeyse vatana ihanetle suçlayıp “Devlet”e ve askere jurnallerken, dışarıda basın özgürlüğü şampiyonu ayaklarına yatabiliyorlar. Vaktiyle bilimsel görüşlerinden dolayı kimi akademisyenleri “Cumhuriyet düşmanı” yaftasıyla devlete jurnallemiş olan, şimdilerde de “kuşkucu” bakışını statükocular değil de nedense sadece reformistler karşısında gösteren birisi bakıyorsunuz TV ekranlarında “demokratlık” taslıyor!
Siyasetçilerin mali ahlâkını hep sorguluyorlar ama kendi (patronlarının) çıkarları gerektirdiğinde gazete ve televizyonlarını siyasilere karşı şantaj aracı olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Meşruluğu kuşkulu çıkarları gerektirdiğinde eskiden “iyi” dediklerine şimdi “kötü” demekte bir beis görmüyorlar. Statükoculuğu “ilericilik” değişimciliği “gericilik”, hatta ihanet olarak takdim etmekte mahirler. “Aydınlanma”dan, “bilim”den, “ilerleme”den yanaymış gibi görünüyorlar, ama başvurdukları bilgi referanslarının çoğu çoktan kadük olmuş.
Kendi öncelikleri öyle gerektiriyorsa, cahil demagoglara “fikir adamı”, okur-yazarlığı kıt akademisyenlere “eşsiz bilim adamı”, “ayıp” eşeleyiciliğini meslek edinenlere “büyük gazeteci” payeleri dağıtıyorlar. Halkın seçtiklerini ikide bir darağacı örnekleriyle korkutmaya yeltenen bu kesimin kimi densizleri de kendilerine “gazeteciliğin duayeni” payesi biçmekten hicap duymuyorlar.
İşi-gücü insanların “ayıplar”ını veya kusurlarını aramak bunların. Bunu da “sureti- haktan” görünmelerini sağlayacak şekilde yapıyorlar. Meselâ, eğer şu veya bu sebeple husumet besledikleri birisine kara çalmak istiyor ve bunu sözümona kendilerini ilzam etmeyecek şekilde yapmak istiyorlarsa, o kişiyle ilgili olarak keşfettikleri “ayıbı” önce yerel ölçekte (meselâ gazetenin yerel baskısında) veya başka ortamlarda (meselâ bir internet sitesinde) yayımlatıyor, sonra da onu ulusal bir “haber” haline getirip kamusallaştırıyorlar. Bazan da aslında kendilerinin uydurdukları veya bulup çıkardıkları “çamur”u sözde eleştirel bir dille haberleştiriyorlar. Bu türden saldırıların hedefinde de nedense hep özgürlükçü-demokrat aydınlar oluyor. Birkaç yıl önce Atillâ Yayla’ya yaptıkları ile şimdilerde Osman Can’a yapmaya çalıştıkları bu tarzın tipik örnekleri.
Başkalarına “uzlaşma” dersi veriyor ve ülkede “huzur ve güven”i önemsiyor görünüyorlar, ama yaptıkları haberler ve yazdıkları (yazdırdıkları) “köşe”lerle toplumda huzur ve güveni asıl kendileri dinamitliyorlar. “411 El Kaosa Kalktı” türünden yaratıcı manşetlerle hem demokrasi düşmanlığı hem de fitnecilik yapıyorlar. Yaptıkları manipülatif haberlerle Kürt-Türk çatışmasının psikolojik atmosferini hazırladıktan sonra, bu gerilim atmosferinde bir densizin Kürt lidere saldırısını “hak edilmiş” bir saldırı olarak gösteren yazılar yazdırıyor, sonra da o “yazar”ın yazarlık yeteneğine övgü diziyorlar.
Bu tarz bir gazetecilik beni tiksindiriyor.
Mustafa Erdoğan/Star
Türkiye medyasının en büyük sorunu, kanaatimce, ahlâk sorunudur. Bu diyarda maalesef ahlâkın nadiren hükmü geçer. Üstelik, ahlâka ilişkin bu kötü sicil medyadaki ideoloji ve dünya görüşü farklılığına da pek bakmıyor.
İronik olarak, başkalarının ahlâki seciyelerini sorgulama konusunda fazlasıyla istekli olan da aynı medya. Gazete ve televizyonlarımız, kendi durumlarına hiç bakmadan, başta siyasetçiler olmak üzere, herkese habire ahlâk dersi veriyorlar. Kendilerinden başka herkesi, özellikle de demokratik kurumları, tutarsız, çıkarcı, fırsatçı vb. diye yaftalamayı çok seviyorlar.
Gel gör ki, kendileri bunlardan çok daha fazlasını yapıyorlar, hatta bazıları insanları karalama işinde bayağı ustalık kazanmış durumdalar. Bazan gazetelerinde yazıp-çizdiklerine veya ekranlara yansıttıklarına bakınca, bunların gazeteci mi yoksa çeteci mi olduklarını sormaktan kendinizi alamıyorsunuz.
Bunlar işlerine gelmeyen haberleri görmezlikten geliyor, ama işlerine geliyorsa “pireyi deve” yapıyorlar. İçeride sahici gazetecilik yapanları neredeyse vatana ihanetle suçlayıp “Devlet”e ve askere jurnallerken, dışarıda basın özgürlüğü şampiyonu ayaklarına yatabiliyorlar. Vaktiyle bilimsel görüşlerinden dolayı kimi akademisyenleri “Cumhuriyet düşmanı” yaftasıyla devlete jurnallemiş olan, şimdilerde de “kuşkucu” bakışını statükocular değil de nedense sadece reformistler karşısında gösteren birisi bakıyorsunuz TV ekranlarında “demokratlık” taslıyor!
Siyasetçilerin mali ahlâkını hep sorguluyorlar ama kendi (patronlarının) çıkarları gerektirdiğinde gazete ve televizyonlarını siyasilere karşı şantaj aracı olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Meşruluğu kuşkulu çıkarları gerektirdiğinde eskiden “iyi” dediklerine şimdi “kötü” demekte bir beis görmüyorlar. Statükoculuğu “ilericilik” değişimciliği “gericilik”, hatta ihanet olarak takdim etmekte mahirler. “Aydınlanma”dan, “bilim”den, “ilerleme”den yanaymış gibi görünüyorlar, ama başvurdukları bilgi referanslarının çoğu çoktan kadük olmuş.
Kendi öncelikleri öyle gerektiriyorsa, cahil demagoglara “fikir adamı”, okur-yazarlığı kıt akademisyenlere “eşsiz bilim adamı”, “ayıp” eşeleyiciliğini meslek edinenlere “büyük gazeteci” payeleri dağıtıyorlar. Halkın seçtiklerini ikide bir darağacı örnekleriyle korkutmaya yeltenen bu kesimin kimi densizleri de kendilerine “gazeteciliğin duayeni” payesi biçmekten hicap duymuyorlar.
İşi-gücü insanların “ayıplar”ını veya kusurlarını aramak bunların. Bunu da “sureti- haktan” görünmelerini sağlayacak şekilde yapıyorlar. Meselâ, eğer şu veya bu sebeple husumet besledikleri birisine kara çalmak istiyor ve bunu sözümona kendilerini ilzam etmeyecek şekilde yapmak istiyorlarsa, o kişiyle ilgili olarak keşfettikleri “ayıbı” önce yerel ölçekte (meselâ gazetenin yerel baskısında) veya başka ortamlarda (meselâ bir internet sitesinde) yayımlatıyor, sonra da onu ulusal bir “haber” haline getirip kamusallaştırıyorlar. Bazan da aslında kendilerinin uydurdukları veya bulup çıkardıkları “çamur”u sözde eleştirel bir dille haberleştiriyorlar. Bu türden saldırıların hedefinde de nedense hep özgürlükçü-demokrat aydınlar oluyor. Birkaç yıl önce Atillâ Yayla’ya yaptıkları ile şimdilerde Osman Can’a yapmaya çalıştıkları bu tarzın tipik örnekleri.
Başkalarına “uzlaşma” dersi veriyor ve ülkede “huzur ve güven”i önemsiyor görünüyorlar, ama yaptıkları haberler ve yazdıkları (yazdırdıkları) “köşe”lerle toplumda huzur ve güveni asıl kendileri dinamitliyorlar. “411 El Kaosa Kalktı” türünden yaratıcı manşetlerle hem demokrasi düşmanlığı hem de fitnecilik yapıyorlar. Yaptıkları manipülatif haberlerle Kürt-Türk çatışmasının psikolojik atmosferini hazırladıktan sonra, bu gerilim atmosferinde bir densizin Kürt lidere saldırısını “hak edilmiş” bir saldırı olarak gösteren yazılar yazdırıyor, sonra da o “yazar”ın yazarlık yeteneğine övgü diziyorlar.
Bu tarz bir gazetecilik beni tiksindiriyor.
Mustafa Erdoğan/Star