11 Mar 2012 11:22
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:25
BİRAZ DAHA GÜNEŞ İÇİN ALLAH'A YALVARAN ADAM; ÇAĞDAŞ ULUS!
Vatan yazarı Mustafa Mutlu, bugünkü köşesini aynı gazetenin tutuklu muhabiri Çağdaş Ulus'a ayırdı!
Biraz daha fazla güneş için Allah’a yalvaran genç adam!
Köşe yazarları pazar günleri genellikle “keyifli” yazılar yazarlar... Haftada “yedi gün” yazmama karşın, ne yazık ki ben, böyle bir hakkı kendimde görmüyorum.
Baskıları, haksızlıkları, kumpasları, zulmü bir günlüğüne de olsa yok sayıp, “geyik yapmayı”, mesleğime ve size ihanet gibi görüyorum.
Bu nedenle bugünkü yazım yine “birazcık vicdanı olan herkesi” hüzünlendirecek...
Eğer, “Canım pazar pazar keyfimi senin anlatacağın dertlerle kaçıramam” diyorsunuz, hemen çevirin arka sayfayı...
Benimle kalıp bu yazıyı okumaya devam edenler ise başımıza gelmediği için yok saydığımız cezaevi çilesini çekmek zorunda kalan bir genç meslektaşımın, bizim gazetenin polis muhabiri Çağdaş Ulus’un mektubunu okuyacaklar...
KCK operasyonu kapsamında, sırf PKK’nın Avrupa’da görevli bir militanıyla “haber için” telefonda görüştüğü gerekçesiyle tutuklanan Çağdaş’tan söz ediyorum.
Başbakan, geride bıraktığımız haftada, “İçeride sadece 6 gazeteci var. Çünkü sadece 6’sının sarı basın kartı var” dedi... Çağdaş, o 6 gazetecinin arasında...
Hoş; olmasaydı da fark etmezdi... Onun ne kadar iyi hamurlu ve başarılı bir gazeteci olduğunun en yakın tanığı biziz çünkü... Her biri “pırlanta” kadar değerli olan bizim gazetedeki muhabir kardeşlerimin arasında, onun özel bir yeri var...
Sözü uzatmayayım ve sizi haksız yere tutuklandığına olan inancımı bir gün bile kaybetmediğim, 20’li yaşlarının henüz başındaki bu genç “fikir emekçisi”nin cezaevi güncesiyle baş başa bırakayım:
***
“Hapishaneyle tanışalı 80 gün oldu Mustafa Abi... Bu süreçte hep yanımda oldunuz. Her yazınızda bana olan inancınızı ve güveninizi dile getirdiniz. İnanın bu inancınızda haksız çıkmayacaksınız.
Henüz 80 gündür hapishanede olmama rağmen kendimi bir ömürdür buradaymışım gibi hissediyorum. Zaman zaman radyoda dinlediğim bir müzik bile beni buradan alıp çok uzaklara götürüyor. Arkadaşlarımla, ailemle ve dostlarımla paylaştığım o eski güzel günleri hatırlıyorum. Hatırladıkça, dışarıya olan özlemim bin kat daha artıyor. Dinlediğim müzik sona erince de kendimi yeniden dört duvar arasında, bir başıma, gözü yaşlı buluyorum. Kendimi bir türlü buranın koşullarına alıştıramıyorum. Dışarıdayken sokaklarda ve caddelerde attığım adımların değerini, 30 metrekarelik avluda volta atarken daha iyi anlıyorum artık. Avluda kesintisiz 16 adım atabiliyorum. Bir fazlası yok maalesef, sadece 16 adım. Bazen, ‘Sihirli bir gücüm olsa da şu duvarları delip geçsem, rahatça yürüsem’ diyorum.
Kar yağışı sona erince, kullanabildiğim avluya bir saat de olsa güneş vurmaya başladı. 75 gün sonra güneş yüzü görmeye başladım... Bu bir saati elimden geldiğince iyi değerlendirmeye çalışıyorum tabii ki... Avluda güneşin vurduğu bir alan var oraya geçiyorum. Beton zemine oturup, güneşin sıcaklığını içime çekiyorum. Bir yandan da sırtımı duvara yaslayıp, Nazım Hikmet’i ve o meşhur şiirini hatırlıyorum:
‘Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...’
Biliyorum Nazım benim kadar şanslı değildi. Sadece haftada bir gün avluya çıkıyordu. Bense kısıtlı da olsa her gün çıkıyorum. Ama Nazım da ben de gökyüzünün bu kadar benden uzak olmasına dayanamıyorum!
Sonra da Allah’a güneşin biraz daha benimle kalması için dua ediyorum. Ama olmuyor, zamanı gelince tıpkı bir seyyah gibi güneş de yanımdan ayrılarak başka yerlere yelken açıyor. Güneş gidince de etrafı hemen bir soğuk kaplıyor. Güneşi yolcu eder etmez hemen içeri kaçıyorum. İçerisi de soğuk olduğundan hasta olmamak için kat kat kazakları giyinip, sonra günlük sıraya koyduğum işleri yapıyorum. Önce gazetelere sarılıyorum. Uzun uzun haberleri ve köşe yazılarını okuyorum. Okuduğum haberlerde bir gazeteci arkadaşımın yaptığı haberde imzasının yanına konulan kendi fotoğrafını görünce de seviniyorum. O fotoğrafa bakarak onlara olan özlemimi gideriyorum. Sonra televizyonu açıp saat başı ‘son dakika’ haberleri izleyerek, içeride de olsam, dünyadan haberdar olmak istiyorum. Ardından sıra kitap okumaya geliyor. Elime bir kitap alıyorum ve başka dünyalara dalarak; özgürlüğümü kısıtlayan duvarları, tıpkı hayal ettiğim gibi yıkıp geçiyorum... Ve her sabah uyandığımda, ilk iş olarak yeni güne büyük umutlarla ‘Merhaba’ diyorum.
Haftada bir gün (salı) yarım saat olan görüş günümü ise iple çekiyorum. Annemi, babamı, ablalarımı ve yeğenlerimi karşımda görünce dünyalar benim oluyor. O kısacık sürede onlarla sohbet ediyorum. Sohbete ise hep annemin gözyaşları virgül koyuyor. Benden ayrı geçirdiği günler arttıkça ‘Dışarıya çıkınca gazeteciliği bırak’ diyerek benim artık bu mesleği yapmamamı istiyor. Bana ise her seferinde onu teselli etmek düşüyor. Otuz dakikalık o kısa süre bitince de yolcu ettiğim ailemin arkasından uzun uzun ağlıyorum.
Ama içimdeki umudu hiç yitirmiyorum.
Vermiş olduğunuz destekten dolayı size, bana sizin kadar inanan okurlarımıza, çalışma arkadaşlarıma ve desteğini esirgemeyen herkese çok teşekkür ediyorum.
En kısa zamanda görüşmek üzere...
VATAN Muhabiri
Çağdaş Ulus”
*****
Günün Sorusu
Sorum size:
“Oğlum içeriden çıkınca gazeteciliği bırak, artık bu mesleği yapma” diye ağlayan Çağdaş’ın annesinin yerinde olsaydınız, siz ne düşünürdünüz?
Mustafa MUTLU / VATAN
Köşe yazarları pazar günleri genellikle “keyifli” yazılar yazarlar... Haftada “yedi gün” yazmama karşın, ne yazık ki ben, böyle bir hakkı kendimde görmüyorum.
Baskıları, haksızlıkları, kumpasları, zulmü bir günlüğüne de olsa yok sayıp, “geyik yapmayı”, mesleğime ve size ihanet gibi görüyorum.
Bu nedenle bugünkü yazım yine “birazcık vicdanı olan herkesi” hüzünlendirecek...
Eğer, “Canım pazar pazar keyfimi senin anlatacağın dertlerle kaçıramam” diyorsunuz, hemen çevirin arka sayfayı...
Benimle kalıp bu yazıyı okumaya devam edenler ise başımıza gelmediği için yok saydığımız cezaevi çilesini çekmek zorunda kalan bir genç meslektaşımın, bizim gazetenin polis muhabiri Çağdaş Ulus’un mektubunu okuyacaklar...
KCK operasyonu kapsamında, sırf PKK’nın Avrupa’da görevli bir militanıyla “haber için” telefonda görüştüğü gerekçesiyle tutuklanan Çağdaş’tan söz ediyorum.
Başbakan, geride bıraktığımız haftada, “İçeride sadece 6 gazeteci var. Çünkü sadece 6’sının sarı basın kartı var” dedi... Çağdaş, o 6 gazetecinin arasında...
Hoş; olmasaydı da fark etmezdi... Onun ne kadar iyi hamurlu ve başarılı bir gazeteci olduğunun en yakın tanığı biziz çünkü... Her biri “pırlanta” kadar değerli olan bizim gazetedeki muhabir kardeşlerimin arasında, onun özel bir yeri var...
Sözü uzatmayayım ve sizi haksız yere tutuklandığına olan inancımı bir gün bile kaybetmediğim, 20’li yaşlarının henüz başındaki bu genç “fikir emekçisi”nin cezaevi güncesiyle baş başa bırakayım:
***
“Hapishaneyle tanışalı 80 gün oldu Mustafa Abi... Bu süreçte hep yanımda oldunuz. Her yazınızda bana olan inancınızı ve güveninizi dile getirdiniz. İnanın bu inancınızda haksız çıkmayacaksınız.
Henüz 80 gündür hapishanede olmama rağmen kendimi bir ömürdür buradaymışım gibi hissediyorum. Zaman zaman radyoda dinlediğim bir müzik bile beni buradan alıp çok uzaklara götürüyor. Arkadaşlarımla, ailemle ve dostlarımla paylaştığım o eski güzel günleri hatırlıyorum. Hatırladıkça, dışarıya olan özlemim bin kat daha artıyor. Dinlediğim müzik sona erince de kendimi yeniden dört duvar arasında, bir başıma, gözü yaşlı buluyorum. Kendimi bir türlü buranın koşullarına alıştıramıyorum. Dışarıdayken sokaklarda ve caddelerde attığım adımların değerini, 30 metrekarelik avluda volta atarken daha iyi anlıyorum artık. Avluda kesintisiz 16 adım atabiliyorum. Bir fazlası yok maalesef, sadece 16 adım. Bazen, ‘Sihirli bir gücüm olsa da şu duvarları delip geçsem, rahatça yürüsem’ diyorum.
Kar yağışı sona erince, kullanabildiğim avluya bir saat de olsa güneş vurmaya başladı. 75 gün sonra güneş yüzü görmeye başladım... Bu bir saati elimden geldiğince iyi değerlendirmeye çalışıyorum tabii ki... Avluda güneşin vurduğu bir alan var oraya geçiyorum. Beton zemine oturup, güneşin sıcaklığını içime çekiyorum. Bir yandan da sırtımı duvara yaslayıp, Nazım Hikmet’i ve o meşhur şiirini hatırlıyorum:
‘Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...’
Biliyorum Nazım benim kadar şanslı değildi. Sadece haftada bir gün avluya çıkıyordu. Bense kısıtlı da olsa her gün çıkıyorum. Ama Nazım da ben de gökyüzünün bu kadar benden uzak olmasına dayanamıyorum!
Sonra da Allah’a güneşin biraz daha benimle kalması için dua ediyorum. Ama olmuyor, zamanı gelince tıpkı bir seyyah gibi güneş de yanımdan ayrılarak başka yerlere yelken açıyor. Güneş gidince de etrafı hemen bir soğuk kaplıyor. Güneşi yolcu eder etmez hemen içeri kaçıyorum. İçerisi de soğuk olduğundan hasta olmamak için kat kat kazakları giyinip, sonra günlük sıraya koyduğum işleri yapıyorum. Önce gazetelere sarılıyorum. Uzun uzun haberleri ve köşe yazılarını okuyorum. Okuduğum haberlerde bir gazeteci arkadaşımın yaptığı haberde imzasının yanına konulan kendi fotoğrafını görünce de seviniyorum. O fotoğrafa bakarak onlara olan özlemimi gideriyorum. Sonra televizyonu açıp saat başı ‘son dakika’ haberleri izleyerek, içeride de olsam, dünyadan haberdar olmak istiyorum. Ardından sıra kitap okumaya geliyor. Elime bir kitap alıyorum ve başka dünyalara dalarak; özgürlüğümü kısıtlayan duvarları, tıpkı hayal ettiğim gibi yıkıp geçiyorum... Ve her sabah uyandığımda, ilk iş olarak yeni güne büyük umutlarla ‘Merhaba’ diyorum.
Haftada bir gün (salı) yarım saat olan görüş günümü ise iple çekiyorum. Annemi, babamı, ablalarımı ve yeğenlerimi karşımda görünce dünyalar benim oluyor. O kısacık sürede onlarla sohbet ediyorum. Sohbete ise hep annemin gözyaşları virgül koyuyor. Benden ayrı geçirdiği günler arttıkça ‘Dışarıya çıkınca gazeteciliği bırak’ diyerek benim artık bu mesleği yapmamamı istiyor. Bana ise her seferinde onu teselli etmek düşüyor. Otuz dakikalık o kısa süre bitince de yolcu ettiğim ailemin arkasından uzun uzun ağlıyorum.
Ama içimdeki umudu hiç yitirmiyorum.
Vermiş olduğunuz destekten dolayı size, bana sizin kadar inanan okurlarımıza, çalışma arkadaşlarıma ve desteğini esirgemeyen herkese çok teşekkür ediyorum.
En kısa zamanda görüşmek üzere...
VATAN Muhabiri
Çağdaş Ulus”
*****
Günün Sorusu
Sorum size:
“Oğlum içeriden çıkınca gazeteciliği bırak, artık bu mesleği yapma” diye ağlayan Çağdaş’ın annesinin yerinde olsaydınız, siz ne düşünürdünüz?
Mustafa MUTLU / VATAN