24 Mayıs 2011 10:19
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:23
BİRAND'IN BU YAZISINA 'LAİK KESİM' ATEŞ PÜSKÜRECEK!
Mehmet Ali Birand merkez medyanın genlerinde darbecilik var açıklamalarının üzerine şimdi de 'laik kesim'e yüklendi ve çok ağır bir yazı yazdı.
İŞTE POSTA YAZARI MEHMET ALİ BİRAND’IN YİNE BÜYÜK TARTIŞMA YARATACAK BUGÜNKÜ O KÖŞE YAZISI...
Askeri hep laik kesim kışkırttı...
Geçen hafta bu köşedeki bir yazım büyük yankı yarattı.
Aslında, hepimizin bildiği bir gerçeği yüksek sesle söylemiştim. Laik merkez medyanın büyük bir bölümünün darbeleri doğal karşıladığını, demokrasiden çok Genelkurmay’a inandığını yazmıştım.
Bizim kuşak böyle büyütülmüştü.
Bizim için, askerin müdahale etmesi ve politikacının bozduğu keyfimizi tekrar yerine getirmesi, sistemde ayarlama yapması, çok doğaldı.
Tabii ben bu yazımda, resmin sadece bir bölümünü vermiştim.
O kadar çok yankı buldu ki, bugün resmin eksik kalan bölümlerini de tamamlamak istiyorum. Zira genel algılama, sanki darbeleri asker kendi keyfine veya Washington’dan aldığı işaretlere göre gerçekleştiriyordu.
Hayır, işler o kadar basit değil.
Askeri darbeye iten, zorlayan daima laik kesim olmuştur.
Laik kesim ayırımı da şöyledir:
- Genelde CHP; sosyal demokrat politikacılar. İçlerinde normal seçimle hiçbir şey olamayacaklarını bilen, asker sayesinde kendine bir pozisyon sağlamak isteyenler.
- Orta ve büyük sermaye gurupları.
- Emekli ve çalışan yargı bürokrasisi.
- Üniversite öğretim üyeleri.
- Emekli ve muvazzaf askerler.
- Medya.
Hepimizin de ortak bir hedefi vardı:
"Kendi kurduğumuz bir sistemi paylaşmamak..."
İki düşman vardı: Ticaniler ve Kürtler...
Atatürk’ün kurduğu ve askere emanet ettiği, Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin yıllar boyunca iki düşmanı oldu.
- İRTİCA, en çok konuşulan ve en fazla üstüne gidilen düşman idi. Gazetelerde hep sakallı adamların resmi çıkar ve “İki ticani daha yakalandı”, haberleri okunurdu. Siyah çarşaflı kadınlar, “Karafatma” diye adlandırılırdı. “Mümin”- “Dindar” kişilerle, “Dinciler” arasında bir fark gözetilmezdi. Bu kesim, bizlerin kurduğu sistemin en büyük düşmanı olarak görülürdü. Aramıza girmelerine tahammülümüz yoktu. Hiçbir şekilde onları anlamaya çalışmadık.
- KÜRT SORUNU ise, hiç konuşulmayan ancak çok korkulan diğer düşmandı. Kürtlerin her ayaklanması, “başkaldırı” ve “bağımsızlığa gidiş” olarak nitelendirildi. Gerçek nedenleri araştırılmadı. Fakirlikten , feodal yapıdan, bölgenin özellikleri veya Kürt diye bir etnik gurubun bulunabileceği düşünülmedi. Kürt sorunu dendiğinde, hemen Türkiye’nin bölünmesi akıllara geliyordu. Sürekli asimilasyon ve ret politikaları sürdürdük.
Hiç paylaşmadık, askerle susturacağiımızı sandık...
Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren, bu iki geleneksel düşmana karşı sürekli aynı sert yaklaşımı gösterdik. Kendi sistemimizin mühendisliğini yaptık. Bu sistemi oluşturken de, bu ülkenin sadece bize ait olmadığını, dindar kesim ve Kürtlerle de paylaşmamız gerektiğini hiçbir zaman kabullenemedik. Düşünmedik dahi...Düşünenlerimizi de hapishanelere yolladık.
Ne Cumhuriyet’in siyasi sistemini, ne de laik kesimin egemen olduğu ekonomik pastayı paylaştık.
"Hep bana-hep bana..." dedik.
Böyle bir baskı altında kaldıkça, bu iki düşman da radikalleşti. Başka bir cephe oluşturdular ve siyasi- ekonomik pastayı paylaşmak ister oldular.
İşte o zaman da, hemen askere başvurduk.
Demokrasi adına, darbelerle ince ayar yaptırdık.
Askeri, laik kesim kışkırttı. Onlar da zaten manen hazırdılar. Verilen görevi yerine getirip 3 defa yönetime el koydular. 1950-1990 arasındaki uluslararası konjonktür de, bu tip darbelere öylesine müsaitti ki, asker, her zor duruma düştüğünde, ülkeyi kurtaran kahraman olarak alkışlandı.
Birgün, Türkiye’nin ve dünyanın değişebileceğini ve sürekli köşeye sıkıştırdığımız bu insanların güçleneceklerini ve bizleri azınlıkta bırakabileceklerini düşünemedik.
Bugünlere gelmemizin başlıca nedeni, şimdiye kadar hazırladığımız anayasaları hep, tek taraflı düşünmemiz ve kendimize göre ayarlamamızdır. Bizlerin hazırladığı tüm anayasaları alıp bakın, sürekli dindarlardan ve Kürtlerden korku ve onlara karşı savunma mekanizmalarıyla doludur.
İşte bundan sonra, altın bir fırsat doğuyor.
Seçimlerden sonraki anayasa hazırlığı eski hastalıklarımızı acaba giderecek, herkesin duygularını ve beklentilerini karşılayacak bir anayasa mı hazırlanacak, yoksa tam tersine, bu defa bugüne kadar ötelediklerimiz mi bizleri aynı duruma sokacak?
Yani, toplumsal barışa kavuşabilecek miyiz, yoksa savaş devam mı edecek?
Askeri hep laik kesim kışkırttı...
Geçen hafta bu köşedeki bir yazım büyük yankı yarattı.
Aslında, hepimizin bildiği bir gerçeği yüksek sesle söylemiştim. Laik merkez medyanın büyük bir bölümünün darbeleri doğal karşıladığını, demokrasiden çok Genelkurmay’a inandığını yazmıştım.
Bizim kuşak böyle büyütülmüştü.
Bizim için, askerin müdahale etmesi ve politikacının bozduğu keyfimizi tekrar yerine getirmesi, sistemde ayarlama yapması, çok doğaldı.
Tabii ben bu yazımda, resmin sadece bir bölümünü vermiştim.
O kadar çok yankı buldu ki, bugün resmin eksik kalan bölümlerini de tamamlamak istiyorum. Zira genel algılama, sanki darbeleri asker kendi keyfine veya Washington’dan aldığı işaretlere göre gerçekleştiriyordu.
Hayır, işler o kadar basit değil.
Askeri darbeye iten, zorlayan daima laik kesim olmuştur.
Laik kesim ayırımı da şöyledir:
- Genelde CHP; sosyal demokrat politikacılar. İçlerinde normal seçimle hiçbir şey olamayacaklarını bilen, asker sayesinde kendine bir pozisyon sağlamak isteyenler.
- Orta ve büyük sermaye gurupları.
- Emekli ve çalışan yargı bürokrasisi.
- Üniversite öğretim üyeleri.
- Emekli ve muvazzaf askerler.
- Medya.
Hepimizin de ortak bir hedefi vardı:
"Kendi kurduğumuz bir sistemi paylaşmamak..."
İki düşman vardı: Ticaniler ve Kürtler...
Atatürk’ün kurduğu ve askere emanet ettiği, Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin yıllar boyunca iki düşmanı oldu.
- İRTİCA, en çok konuşulan ve en fazla üstüne gidilen düşman idi. Gazetelerde hep sakallı adamların resmi çıkar ve “İki ticani daha yakalandı”, haberleri okunurdu. Siyah çarşaflı kadınlar, “Karafatma” diye adlandırılırdı. “Mümin”- “Dindar” kişilerle, “Dinciler” arasında bir fark gözetilmezdi. Bu kesim, bizlerin kurduğu sistemin en büyük düşmanı olarak görülürdü. Aramıza girmelerine tahammülümüz yoktu. Hiçbir şekilde onları anlamaya çalışmadık.
- KÜRT SORUNU ise, hiç konuşulmayan ancak çok korkulan diğer düşmandı. Kürtlerin her ayaklanması, “başkaldırı” ve “bağımsızlığa gidiş” olarak nitelendirildi. Gerçek nedenleri araştırılmadı. Fakirlikten , feodal yapıdan, bölgenin özellikleri veya Kürt diye bir etnik gurubun bulunabileceği düşünülmedi. Kürt sorunu dendiğinde, hemen Türkiye’nin bölünmesi akıllara geliyordu. Sürekli asimilasyon ve ret politikaları sürdürdük.
Hiç paylaşmadık, askerle susturacağiımızı sandık...
Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren, bu iki geleneksel düşmana karşı sürekli aynı sert yaklaşımı gösterdik. Kendi sistemimizin mühendisliğini yaptık. Bu sistemi oluşturken de, bu ülkenin sadece bize ait olmadığını, dindar kesim ve Kürtlerle de paylaşmamız gerektiğini hiçbir zaman kabullenemedik. Düşünmedik dahi...Düşünenlerimizi de hapishanelere yolladık.
Ne Cumhuriyet’in siyasi sistemini, ne de laik kesimin egemen olduğu ekonomik pastayı paylaştık.
"Hep bana-hep bana..." dedik.
Böyle bir baskı altında kaldıkça, bu iki düşman da radikalleşti. Başka bir cephe oluşturdular ve siyasi- ekonomik pastayı paylaşmak ister oldular.
İşte o zaman da, hemen askere başvurduk.
Demokrasi adına, darbelerle ince ayar yaptırdık.
Askeri, laik kesim kışkırttı. Onlar da zaten manen hazırdılar. Verilen görevi yerine getirip 3 defa yönetime el koydular. 1950-1990 arasındaki uluslararası konjonktür de, bu tip darbelere öylesine müsaitti ki, asker, her zor duruma düştüğünde, ülkeyi kurtaran kahraman olarak alkışlandı.
Birgün, Türkiye’nin ve dünyanın değişebileceğini ve sürekli köşeye sıkıştırdığımız bu insanların güçleneceklerini ve bizleri azınlıkta bırakabileceklerini düşünemedik.
Bugünlere gelmemizin başlıca nedeni, şimdiye kadar hazırladığımız anayasaları hep, tek taraflı düşünmemiz ve kendimize göre ayarlamamızdır. Bizlerin hazırladığı tüm anayasaları alıp bakın, sürekli dindarlardan ve Kürtlerden korku ve onlara karşı savunma mekanizmalarıyla doludur.
İşte bundan sonra, altın bir fırsat doğuyor.
Seçimlerden sonraki anayasa hazırlığı eski hastalıklarımızı acaba giderecek, herkesin duygularını ve beklentilerini karşılayacak bir anayasa mı hazırlanacak, yoksa tam tersine, bu defa bugüne kadar ötelediklerimiz mi bizleri aynı duruma sokacak?
Yani, toplumsal barışa kavuşabilecek miyiz, yoksa savaş devam mı edecek?