"BEN PATRONLARIN ETRAFINDA OLMAYI ÇOK SEVEN BİR GAZETECİ OLMADIM!.." MEDYANIN ABLASI AYŞENUR ARSLAN'DAN İLGİNÇ AÇIKLAMALAR!..
Son zamanlarda CNNTÜRK'te yayınlanan Medya Mahallesi programıyla adından sıkça söz ettiren Ayşenur Arslan Marketing Türkiye'ye konuştu.İşte o söyleşi...
Medyanın koca çınarlarından biri Ayşenur Arslan... 35 yıllık meslek yaşamında çalışmadığı medya gurubu yok gibi. Gün gelmiş Cem Uzan için çalışmış gün gelmiş Aydın Doğan'ın medyasında ter dökmüş. Hepte en başarılı işlerin mutfağında "haberin merkezinde" yer almış. Sonuçta da saygın ama bir o kadarda "korkulan" bir Ayşenur Arslan imajı çıkmış.
Bu tecrübeli gazeteci son zamanlarda ise CNN TÜRK'te yayınlanan Medya Mahallesi programıyla adından sıkça söz ettiriyor. Biz de medyanın bu 35 yıllık canlı tanığıyla hem kendisi hakkındaki eleştirileri hem de medyanın içinden geçtiği süreci konuştuğumuz bir röportaj gerçekleştirdik. Ortaya da biraz sitemkâr, biraz kışkırtıcı ama oldukça samimi bir söyleşi çıktı...
Medyadaki uzun serüveniniz nasıl başladı?
1974 yılında TRT Haber merkezinde başladım ve sekiz buçuk sene kadar burada çalıştım. Sonra İstanbul'a geldim ve Güneş Gazetesi'nde çalışmaya başladım. Daha sonra efsane Nokta'da çalıştım. O dönemin ardından arkadaşlarımla özel ajans kurduk. Çok çalıştık ama para kazanamadık, kapattık. Meğer para kazanmak için çalışmak gerekmiyormuş, başka şeyler gerekiyormuş. Onu öğrendik. Ondan sonra sinema filmi, radyo, yazı işleri, haber merkezi... Yani aklınıza gelebilecek hemen hemen her yere koştum.
Siz tam bir medya emekçisisiniz o zaman...
Bu nedenle de hiç sıkılmadım. Çok heyecanlandım. Burada bile (Kanal D) dört sene haber merkezi yönettim. Sonra birden bire kendimi 35 yılın ardından ekranda buldum. Daha önceden de ekranda olmuşluğum vardı. ATV haber merkezinde çalışırken bir program sunuyordum. Sonra TRT'de bir sezon Avni Özgürel ile siyasi tartışma programı yaptık. Ben televizyonla daha çok yeniyken tanıştım. Bu yüzden kameradan hiç korkmadım ve hatta kendimi kameranın karşısında olağanüstü rahat hissettim. Dolayısıyla "Medya Mahallesi"nde ekrana çıkmak, benim için muazzam bir değişim olmadı. Ancak bu programın bana katkısı oldu. Medya Mahallesi programıyla medyada ne kadar çok zaman geçirdiğimi, ne kadar yıl ve yaş aldığımı görmüş oldum. Çünkü galiba Oktay Ekşi gibi birkaç konuğumun dışında, programa katılanların hepsi benden gençti. Birçoğunu çok uzun senelerdir tanıdığım ve ismen hitap ettiğim insanlardı. Ne kadar eskiymişim bu mahallede, onu anladım.
"Medya Mahallesi"nin ablası diyorlar size. Böyle bir duygu hissediyor musunuz?
Eskiden daha çok vardı. "Abla"lık derken; ben tanımadığım muhabirler veya kameramanlar için bile kendimi bir şeyler yapmak zorunda hissederdim. Ancak bir süreçte daha önceden birlikte çalıştığım ve onların da ablası hissettiğim arkadaşlarım bambaşka bir portre çizerek, beni çok kırdılar. Ondan sonra artık kendimi çok "abla" gibi hissetmiyorum. Bazı şeyler örseleyici olunca da doğrusu o duygumu, eskisine göre çok kaybettim. Daha kendi başınayım.
Nerdeyse medyadaki büyün gurupların hepsinde çalıştınız. "Gazeteciler çalıştığı patronun tetikçisidir" denir. Siz "taraf olma" halinden nasıl kurtulmaya çalıştınız.
Patronları mümkün olduğu kadar görmeyerek... TRT'de de patronlar vardı. Ben İsmail Cem dışında hiçbir Genel Müdürü tanımadım. İsmail Cem'i de çok az gördüm. ATV Haber'de 8,5 sene çalıştım. Dinç Bilgin'in 2 davetine çağrıldım. Patronlar erkek erkeğe sohbeti mi seviyorlar, bilmiyorum. Mesela ben Aydın Bey'i de burada birkaç defa görmüşümdür. Bir kere yemeğe çağırmıştı tüm haber merkeziyle birlikte. Bazen grup içi törenlerde karşılaşıyoruz. Ancak benim görmek için özel bir çabam yoktu. Ben patronların etrafında olmayı çok seven bir gazeteci olmadım.
Neden?
Ben Cem Uzan'la bile çalıştım. Çünkü Cem Uzan çok zor bir patrondu. Ancak bir süre sonra Cem Uzan benden bir şey istemeye çekinir oldu. Kamuoyunun gözünde bir imajı olan ve asabi bir Cem Uzan'dan söz ediyoruz. Bana başkalarıyla haber göndermeye başladı. Çünkü ben kendisine orada "Hayır" diyen belki birkaç kişiden biriydim. Tabii ki, bu bahçenin asıl sahibi patronlar. Bizler bunu bilerek, bu oyunu kurallarına göre oynayarak burada varız. Ancak medya çok farklı bir şey. Yani biz burada somut bir şey üretmiyoruz, fikir üretiyoruz, kamuoyuna bir görüşü veya gelişmeyi taşıma aracı olarak işlev görüyoruz. Ben görevimizin çok ulvi olduğunu düşünüyorum. Benim kutsal saydığım çok fazla şey yoktur hayatta. Ben görevimi çok kutsal sayarım. Ağzımdan çıkacak laf o nedenle son derece önemlidir. Kusura bakmasınlar, neredeyse 16. işyerim burası. Ben TRT'den kovulan az sayıda insandan biriydim. Sonra Danıştay kararıyla geri döndüm. Hakikaten şaka değil, ben herhangi bir iş yaparak geçinebilirim, bunu biliyorum. Benim için kişiliğim, gururum ve değerlerim her şeyden önce gelir. Hiç mi törpülenmedim ya da hiç mi taviz vermedim... Kesinlikle böyle bir şey diyemem. Ancak her şeyden önce karşımdakini, bu bahçenin sahibi olsa dahi, çiçekleri ezmemesi gerektiğine inandırmaya çalıştım.
Medyada "kavgacı" yanınızla, sert mizacınızla da tanınıyorsunuz...
Kavga etmem ben, ama sertim. Benden çekinirler... Bunun nedeni de mesleğimi kutsal saymamdır. Ben uydurmam, uydurulmasından hoşlanmam, çok çalışırım ve benim kadar çalışılmasını isterim. Bizler öyle şeyler söylüyoruz ki; insanları sadece günden haberdar etmiyoruz, insanların düşünce ve görüşlerini biz yoğuruyoruz. Kullandığımız kelimelerle bunu yapıyoruz. TRT'deyken benim tartışma nedenlerimden bir tanesi de şuydu: İktidar liderleri bildirir, belirtir ve altını çizer. Muhalefet liderleri iddia eder, öne sürer ve savunur. Bu kelimelerin seçilmesi bile ne rastlantıdır ne de önemsiz bir ayrıntıdır. Bunlar çok önemlidir. Ben kendimi bildim bileli, bunlara dikkat ederek ve gereken özeni göstererek çalışmak durumundaydım. Arkadaşlarımdan da bunu istedim.
Biraz sert tonda istediniz sanırım...
Bakın örneğin; rahmetli Ufuk Güldemir benim gözümün önünde, masaların üzerinden zıplayarak bir muhabir kovalıyordu. Hiç aklımdan çıkmayan bir sahnedir. Kelime dağarcığı da çok zengindi!!! Geçenlerde sözünü ediyorlardı, bir başkası da koridorda bir muhabir pataklayıp işten atmış. Benim 35 yıldır kovulmasını istediğim insan ikiyi üçü geçmez. Ancak kadınsanız, sesinizin frekansı kadın olduğunuz için bir parça inceyse, fazlasıyla bağırdığınızda tizleşiyorsa çok farklı bir muamele görüyorsunuz. Bu böyledir. Adınız "kavgacı, sert, huysuz" olur. Ancak arkasında çalışıp da unvanlar, ödüller ve paralar kazandırdıklarınız da birer "melek" olarak medya tarihine geçerler. Bu bunun bedeli. Çok şükür ki, şu anda sadece bir editörü var programımın. Onun dışında kimseyle çalışmak zorunda olmadığım için, bundan sonra en azından gündemimde bunun olmayacağını varsayıyorum.
Ekran yüzlerinin iyi, arkada işleri yapan kişi olarak sizin "kötü" gösterilmenizden durumundan hoşnutsuz musunuz?
Hoşnut olmak mümkün mü böyle bir şeyden? Ben bir gün ATV'de Genel Müdürü'müze söylemiştim: "Bakın, siz bunda bir adalet görebiliyor musunuz? Birisi çalışacak, ter dökecek, insanlarla kötü olacak. Patronlardan da o fırçayı yiyecek" Çünkü bana diyorlardı ki, "İşin başı sensin. Onun için biz sana söylüyoruz bunları." Sürekli fırça mercii... Bundan hoşnut olmak için ruh hastası ya da mazoşist falan olmak lazım. Ben hiçbir zaman hoşnut değildim. Hoşnut olmadığımı da asla saklamadım. Ancak "Ya bunu çekeceksin ya da gideceksin" noktasına gelince de, "Lanet olsun, ben bu işi seviyorum ve yapmak istiyorum" diye bedelini ödeyerek kalıyorsunuz. Ancak kadın olarak bir kere erkeklerden daha fazla çalışmanız ve fedakârlık yapmanız gerekiyor. Eşit işe bile eşit ücret alamamak gibi bir durumla karşı karşıya kalıyorsunuz. Üstelik erkekler her türlü avazı koparabilir ama kadın bağırdığı zaman cadı oluyor. Kusura bakmasınlar, bu dünya cadılara çok şey borçludur.
Medya "erkek egemen" bir sektör... Üst noktalara gelen pek kadın yok. Siz onların arasında belki de en önemli isimsiniz. Bunu onların taktiğini uygulayarak mı yaptınız?
Ben ağlamaktan asla çekinmedim. Ben her zaman aynı zamanda anne oldum... İnsan olarak da kadın olarak da neysem onu muhafaza ettim. İtiraf edeyim, ben de zaman zaman taktikler veya stratejiler düşünür ve geliştiririm. Ancak ikinci gün unuturum. Hele bir de, bir "sıcak haber" patladı mı... Bırakın onu, ben dünyayı, kendimi bile unuturum. Bir yere gelebildiysem şayet, bunun bir tek nedeni var, bundan herkes kazandı. Patron, ekranın önündeki kişi ve yanımdaki arkadaşım da kazandı.
Uzun zaman önce işinizle ilgili olarak kendinizi "Pavyondaki bakire" olarak tanımlamıştınız... Üzerinize de yapıştı bu. Bunu söylediğinizden pişman mısınız? Bu kadar büyüyeceğini düşünüyor muydunuz?
Hayır. Ben büyüdüğünün de farkında değilim. Ben metaforlarla anlatmayı çok severim. Bunun çok şeyi anlatan bir metafor olduğunu düşünüyorum. Pavyon; sigara dumanı, belki içki buharları, erkeklerin kadınları süzdüğü bir yer... Orada kadınlar çocuğu için çalışmak zorunda kalırlardı ya da kader onu oraya iterdi. Ama bakireydi o kadınlar. Kendini mümkün mertebe korumaya çalışırdı. Bu piyasada olup da, üzerinizde sigara veya alkol kokusunun sinmemesi, birtakım bakışlardan kaçabilmeniz mümkün değil. Ancak kendinize bir sınır çizip orada durmanız mümkün. Ben bunu yapmaya çalıştım. "Pavyondaki bakire"yi sırf bunu anlatmak için söyledim. Pişman olacak bir şey de görmüyorum açıkçası.
Mehmet Ali Birand'la CNN TÜRK ve Kanal D'deki işbirliğinizin nasıl bittiği uzun uzun yazıldı çizildi...
Hepsi yalandı. Şöyle şeyler yazıldı: "Bir haberle ilgili bir sorun yaşanmış. Ben çocuklara bağırmışım. Sonra da Birand "Ben sana çocukları yedirmem" demiş... O gün bir haber yetişmedi. Ben arkadaşlarımla bülten sonrası bunu konuşmak için toplantı yaptım. Gecikme nedenlerinden bir tanesi, seslendirmenin ta aşağıya inilerek yapılmasıydı. Biz orada oturup konuşurken bunun olmaması için, burada seslendirme yapmak gerektiği konuşuldu.
"Aklınızda olsun gecikirse, bunu burada hemen seslendirebilirsiniz" dedim. Şimdi bunda bir tartışma veya kavga gibi bir şey söz konusu mu? Hayır, yok. Sonrasında olay benim yorgun olduğum meselesine geldi. Ama ben zaten uzunca bir süredir şunu diyordum: "Ben artık çok yoruluyorum, çok geriliyorum. Benden ya yükü alın ya da gideyim." O sırada hem Kanal D Haber hem de CNN TÜRK birleşince, bir de ben oturdum grafik formatından başka şeye kadar, CNN TÜRK ile ilgili programlara kafa yormaya başladım. O kadar gerilmiştim ki, Perşembe günüydü, ertesi gün de oğlum ameliyat olacaktı. Onun da verdiği bir sıkıntı vardı. Pazartesi günü ben hastanelik oldum. Anjiyo yapıldı. Bir hafta hastanede yattım.
Kanalı terk ettiğiniz söylendi o günlerde...
Hastanedeydim. Ama bilinmesini istemedim. Nedeni de, ben çok kötü bir hastayımdır. Annemi, babamı bile istemem. Belki kızar insanlar, üzülür. Ama yemin ediyorum, ben hastayken, bana tek iyi gelen yalnızlıktır. Çünkü psikolojik ve fiziksel olarak da çok çözülmüştüm. Hastanede olduğumu söylemeyin, dedim.
Bu işi yapıp da "sakinim" diyen biri varsa, kesinlikle inanmayın. Bu biraz da benim samimiyetimden kaynaklanan bir suiistimal durumu. Ben bunu açıklıkla kabul ettiğim için sonunda ihale bana kaldı. İnanın sesi benden fazla çıkan, kelime dağarcıkları benden daha zengin(!!!) olan pek çok medya çalışanı var.
"Medya Mahallesi" programı ve bu tarz programlar... İnsanlar bu kadar merak ediyorlar mı medyayı? Yoksa bu tür programlar medya camiasının kendi kendisini tatmin etme yolu mu?
Sokaktaki insan bu kadar çok merak etseydi, bu program ATV ya da Kanal D'de olurdu. Sokaktaki insan Seda Sayan'ı merak ediyor ki, Seda Sayan Kanal D'de. Ben ve benim yaptığım işi merak edenlerin sayısı, oranı ortadadır. Haber kanalları, meraklısına bir şeyler yapar. Ben CNN TÜRK seyircisinin de, NTV seyircisinin de medyayı merak ettiği kanaatindeyim. Bu medyayı merak etmenin ötesinde bir şey, Türkiye son derece ciddi bir süreçten geçiyor. Bir tür çözülme durumu diyebilirim. Eski değerlerin yerini yeni değerler alıyor ya da almaya çalışıyor. Cumhuriyet değerleri tartışmaya açıldı. Kürt açılımı, demokratik açılım, Ermeni açılımı, Kıbrıs meselesi, Alevi açılımı, Türban meselesi, giderek dinin hayatımızda daha çok yer alması, bütün bunlar dünyanın hiçbir ülkesinde, şu an itibariyle gündeminde yok. Örneğin; Rusya son derece muazzam bir dönüşüm geçirdi. Orada bile bu kadar ağır sorunlar bu kadar dar zamanlara sığmadı. Biz dar zamanlarda çok önemli ve sıcak şeyler konuşuyoruz. Dolayısıyla bu tür programlar "Kim bu konuda ne düşünüyor, kimin dilinin altında ne bakla var?" sorularına cevap almak için izleniyor. Medyanın gündemi Türkiye'de çok ama süzgeçlerin de delikleri çok geniş. Çok fazla süzgeçten geçirilmeden, çok peşin yargılarla veya ifadelerle gidiliyor gibi geliyor bana.
Ferruh Altun/Marketing Türkiye