24 Şub 2013 00:38 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 15:02

BDP MİLLETVEKİLİ ŞİKAYET ETTİ, SABAH KÖŞE YAZARINI GÖNDERDİ!

BDP Adana milletvekili Murat Bozlak'ın "Kürtler'e hakaret etmek'le suçlayıp gazetenin tepe yöneticisine şikayet ettiği köşe yazarı atıldı.

Sabah gazetesi yazarı Ufuk Tekin gazetesinden atıldı. Konuya dair açıklama yapan Tekin kovulmasının ardından yaşadıklarını anlattı. Tekin’in anlattığına göre BDP Adana milletvekili Murat Bozlak Tekin’i "Kürtler’e hakaret etmek"le suçlayıp gazetenin tepe yöneticisine şikayet etti. Bu olay üzerine gazete Tekin’i işten çıkardı. Kendisine iftira atıldığını söyleyen Tekin, Meclis’e giderek Murat Bozlak’la yüzleşti.

Tekin Bozlak’la yüzleşmesini şöyle anlattı: BDP’nin TBMM’deki Grup odasında görüştük. Soğuk ve ilgisizdi, başını salladı ve şöyle dedi: “Benim için bu sorun bitmiştir. Size kolay gelsin… “ Bu kadar basitti işte. “Bu çocuklar ortaokuldan sonra okumasınlar mı?” anlamına gelen yazımın o cümlelerini bile yanlış yorumlamış, “Erkek çocukları dağa çıkmasınlar mı?” demek istiyorsun diyecek kadar yorumunu öfke kaplamıştı. Oysa barış diline, söylemine, hoşgörüye ve birbirimizi gerçekten anlamaya her geçen gün biraz daha fazla ihtiyaç duyduğumuz günlerde BDP’li bir milletvekili, nüfus artışıyla ilgili olarak yaptığım teşbihi hakaret olarak algılamıştı. İncitici olabilir miydi? Kişiye göre değişse de yazıya bir bütün olarak bakanlar “Hayır hakaret yok” diyor ama “Sadece o cümle cımbızlanırsa belki evet!” diyenler de çıkıyordu. Hem yazıyla ve üstelik fotoğrafımla birlikte SABAH Güney’de, hem de Ankara’ya giderek Meclis’teki grup odasında yüzüne karşı “Eğer yanlış anlaşıldıysam özür dilerim” dediğim halde öfkesi geçmiyor ve “Kürt halkından ne istiyorsunuz?” diye öfkesini bilemeye devam ediyordu. O milletvekiline söyleyecek daha fazla bir şeyim olamazdı. “Kafamı kesseler…” diye cümle kurarak kızgınlığının geçmediğini hissettiren o milletvekiline elimi uzatıp şöyle veda ettim: Siz, sizin de haklarınızı savunmaya çalışan bir gazetecinin işten atılmasına yol açtınız. Ama ben Nemrut’un ateşini söndürmeye çalışan karınca olmaya devam edeceğim…

İÇİM ACIYOR

Ufuk Tekin’in açıklamalarının tamamı şöyle:

2 Ağustos 2003’te, eski milletvekili Tuncay Karaytuğ’un temsilciyken yaptığı teklifle başlayan SABAH gazetesindeki yolculuğum; dokuz yıl, altı ay ve 23 günün ardından 25 Şubat 2013 Pazartesi günü resmen sona eriyor. Üzgünüm. Keşke, haber müdürü Temel Eren’in, “Köşeniz iptal edildi, sayfanız da kaldırıldı” dediği akşam yaşadığım o şoktan hemen sonra “O halde ben de yok’um” deseydim. Diyemedim, pişmanım. Aslında bu, bir hekime, elinden steteskopunu alıp ona hiçbir tahlil, inceleme ve çekim yaptırtmadan doktorluk yapmasını istemekle eş anlamlı bir haksızlıktı. Bir gazeteciden, dokuz yıldır hazırladığı çok özel bir sayfayı iptal edip köşesine yasak koymak da aynı anlama geliyordu: “Gazetecilik yapma”. Eksik, yanlış ve hatta ters anlama ile başladığını öğreneceğim haksız bir öfkenin kurbanı oluyordum ama elimden oyuncaklarımın alınması yetmiyor, “ders” de almam isteniyordu. Ama ders çok ağırdı, sınıfı geçemiyor, kalıyordunuz. Bir gün sonra “İş akdini de feshediyorlar” diye açıklama yapılması, yaşadığım şokların tuzu biberi oldu. İçim acıyordu ama filozofların dünyasında da gezinmiş olan benim için ‘normal’ bir sonuçtu bu son. Ovintilian’ın sözü geldi aklıma: “Başlangıcı olan bir şey, nasıl olsa biter.”

KÜRTLERE HAKARET SUÇLAMASI

Bitmişti SABAH’taki yolculuğum ve o zorlu anlarda aklımdan kızım, eşim ve kendi hallerim geçiyordu. Öyle çok sarsılmıştım ki mideme kramplar giriyor, açlığı hissettiğimde bir şeyler yiyor ama çıkartıyor, rahat konuşabilmek için su içme ihtiyacı duyuyor, uyuyamıyor ya da uyuyabilsem bile baş ağrısıyla uyanıyor, tansiyonumun fırladığını hissediyordum. Sesimin titremesine engel olamamıştım “Kızımın okulu…” derken… Sonra biraz düşünüp Ankara’ya gittim, zor gittim ama gitmeliydim; çünkü beni “Kürtlere hakaret etmekle” suçlayıp SABAH gazetesinin tepe yöneticisine şikayet eden milletvekiline ulaşmalı ve Ufuk Tekin’in nasıl bir insan olduğunu anlatmalıydım. İçinde, 1990’lar Türkiye’sinin koşullarında yazdığım işkence, dayak, cinayet, sendikasızlaştırma, işten atma, Güneydoğu’da yaşanan terör ve korku dolu günleri anlattığım haberlerin kupürleriyle dolu bir CD vardı. O günlerin Türkiye’sinde Cumhuriyet’te çalışırken yazdığım haberlerdi bunlar ve bir anlamı olmalıydı. Değil Kürtlere hakaret etmek, Rumları, Ermenileri, Arapları, Süryanileri ve dahi dünyanın bütün uluslarını kardeş olarak gören ve farklılıkların insanlığın muhteşem bir zenginliği olarak gören bir insandım. Benim gibi fikri duruşu belli, gazetecilik etiğine sıkı biçimde bağlı bir insana yapılabilecek en ağır eleştiri / suçlama bu olsa gerekti. Hem kendimi anlatacak hem de bir ricam olacaktı beni şikayet edip de SABAH’tan çıkarılmama yol açan o milletvekilinden.

BDP ADANA MİLLETVEKİLİ

“Ufuk Tekin’i size anlatabildim mi?” diye sordum, SABAH yöneticisini arayıp “Gereğini yapın!” diye şikayet eden Adana milletvekiline. Danışmanlığını yapan eski gazeteci K. A. ile ayrıntılı biçimde görüşmüş, CD’yi birlikte irdelemiştik. Danışman gazeteci K.A. CD’yi öğle arasında şikayetçi milletvekiline anlatmıştı. BDP’nin TBMM’deki Grup odasında görüştük. Soğuk ve ilgisizdi, başını salladı ve şöyle dedi: “Benim için bu sorun bitmiştir. Size kolay gelsin… “ Bu kadar basitti işte. “Bu çocuklar ortaokuldan sonra okumasınlar mı?” anlamına gelen yazımın o cümlelerini bile yanlış yorumlamış, “Erkek çocukları dağa çıkmasınlar mı?” demek istiyorsun diyecek kadar yorumunu öfke kaplamıştı. Oysa barış diline, söylemine, hoşgörüye ve birbirimizi gerçekten anlamaya her geçen gün biraz daha fazla ihtiyaç duyduğumuz günlerde BDP’li bir milletvekili, nüfus artışıyla ilgili olarak yaptığım teşbihi hakaret olarak algılamıştı. İncitici olabilir miydi? Kişiye göre değişse de yazıya bir bütün olarak bakanlar “Hayır hakaret yok” diyor ama “Sadece o cümle cımbızlanırsa belki evet!” diyenler de çıkıyordu. Hem yazıyla ve üstelik fotoğrafımla birlikte SABAH Güney’de, hem de Ankara’ya giderek Meclis’teki grup odasında yüzüne karşı “Eğer yanlış anlaşıldıysam özür dilerim” dediğim halde öfkesi geçmiyor ve “Kürt halkından ne istiyorsunuz?” diye öfkesini bilemeye devam ediyordu. O milletvekiline söyleyecek daha fazla bir şeyim olamazdı. “Kafamı kesseler…” diye cümle kurarak kızgınlığının geçmediğini hissettiren o milletvekiline elimi uzatıp şöyle veda ettim: Siz, sizin de haklarınızı savunmaya çalışan bir gazetecinin işten atılmasına yol açtınız. Ama ben Nemrut’un ateşini söndürmeye çalışan karınca olmaya devam edeceğim…

OKULSUZLUK SORUNUNU YAZDIM

Adana’nın Seyhan ilçesinin güney mahallelerinde yaşanan okulsuzluk sorununa dikkat çekerek üç haberi peş peşe yazmış olmam; o üç haberden de sonuç çıkmayınca, devletle karşı karşıya gelmeyi göze alarak “Seyhan’ın güneyine okul istemek suç mu?” başlıklı bir köşe yazısı kaleme almam bile bir anlam ifade etmiyordu. Oysa o üç haber ve bir cümlesine takıldığı o köşe yazısının ardından mahalle muhtarları başta olmak üzere bazı Kürt vatandaşlardan teşekkür telefonları almıştım. Ama tersi olmuş, bir gazeteci olarak haklı taleplerini savunduğum Kürtlerin oylarına dayanarak seçilmiş bir BDP’li vekil, yazının içinden cımbızladığı bir cümlenin tahrikine kapılıp işten atılmama yol açan bir sürecin fitilini ateşlemişti.

Ne acı ki ne savunmam alınmış ne de “Neden?” diye sorulmuştu. Bir şikayetle kapı dışarı ediliyordum. Kapı dışarı edilmek nedir ve nasıl bir duygudur bilir misiniz? Ben biliyorum, ikinci kez yaşıyorum…

O anda ne bitirdiğiniz fakülte ve yüksekokul geliyor aklınıza, ne bildiğiniz yabancı dil umurunuzda oluyor, Amerika’da üniversite okumuş olmak ve Türkiye’de üniversitenizde verdiğiniz dersler ve ne de AB eğitimcisi olarak katıldığınız projeler sizi teselli ediyor…

FAİLİ MEÇHULLERİ YAZMIŞTIM

20 yıl kadar geriye döndüm. Sevin ya da sevmeyin ama şarkıcı Ahmet Kaya’ya haksızlık edilen o günleri, yargısız infazların yapıldığı, faili meçhul cinayetlerin sıradan vakalara dönüştüğü o günleri hatırladım. Devlet içinde devlet olmuş kimi karanlık güçlerin varlığının bilindiği ama önüne geçilemediği, ağır bedellerin ödendiği, cinayetlerin pervasızca işlenebildiği, bazı milliyetçilerin milliyetçilik anlayışının Kürt düşmanlığına varan boyutta bir ırkçılığa dönüşebildiği günleri düşündüm. 1990’ların başında “faili meçhul cinayetleri” ve “işkenceci polisleri” de yazabilmiş bir gazeteci olarak, “İmralı süreci” denen ve PKK’nın legal temsilcileriyle ve lideriyle alenen devletin görüşmeler yapabildiği bir dönemde neredeyse her söze, “Barış dili” diye giren, adı BARIŞ ve DEMOKRASİ olan bir partiden bir milletvekili, aslında, “sahibine göre kişnemeyen”, “kabına göre şekil almayan” bir gazeteciye ne denli büyük bir kötülük yaptığının bilincinde miydi acaba?... Albert Camus bir kez daha haklı çıkıyordu “Adalet olmadan düzen olmaz” derken…

Sevgili arkadaşlar,

SABAH gazetesinde dokuz buçuk yılı aşan çalışmam boyunca – evet bazı sıkıntılar yaşadım, ama çok güzel günlerim de oldu. Bunları inkar edemem. Coştuğum, keyiften ve mutluluktan uçtuğum anlar da. Acı tatlı, iyi kötü çok şeyi paylaştık SABAH’taki arkadaşlarımla… Yazmanın keyfine vardım, paylaştıkça çoğaldığımı hissettim, şakalaştım, takıldılar ama kızmadım, arada ben de takıldım ama hiçbir arkadaşımla kötü olmadım. Kişisel ilişkilerimiz sayesinde ben arkadaşlarımın derdine derman olmaya çalıştım, onlar da benim. Aynı çanaktan çorba içtik, birlikte kızdık, birlikte nefes aldık. Ve aynı sayfada yan yana imzalarımızı görmekten mutlu oluyorduk. Aslında hiç de fena bir ekip değildik. Cumartesi pazar, bayram – tatil demeden çalıştığımız günlerimiz de oldu, sabahın 8’inde gazeteye gidince “Geciktim” düşüncesine kapılıp SABAH’ı ne denli içselleştirdiğimi anladığım da. Hayat bu, elbette üzüldüğüm, “Keşke…” diye başlayan cümleler kurmak zorunda kaldığım günler de yaşadım SABAH’ta.

BİR TEK KİŞİYE YAPILAN HAKSIZLIK

VE benim için bu kapı kapandı artık. Sen sevgili Oben, dilerim hak ettiğin maaşı ve pozisyonu alırsın ama işin zor eğer yaşla ilgili espriler yapmak istiyorsan; çünkü ben yok’um. Cumartesi pazar, tatil, bayram demeden yıllarını SABAH’a veren Temel kardeş, o müthiş hazır cevaplılığınla takılacak başka malzemeler (…) bulmalısın. Huzurlu bir hayatın olsun arkadaşım… Bora o güzel fotoğrafları çektikten sonra “Eline sağlık” diyecek bir Ufuk abiyi bulamayacaksın artık yanında. Birlikte Kaktüs’e gidip eğleneceğiz, demiştik, sözüm söz, toparlanayım da öyle… Gazetecilik heyecanını her zaman takdir ettiğim sevgili Murat, sana da bir telefon kadar uzaktayım. Az zamanda çok yol kat ettiğini görmeye başladığım Ziya, “Ufukçuğum” diyeceğin bir abine selam veremeyeceksin artık… Melih abi, hocam, kuşların dostu, hoşça kal e mi, arada hatırla beni. Sen, Galatasaray deyince bile güzel kalabilen insan, muhabbetlerimizin ası Faruk kardeş, bilgisayardan da anlayan Engin arkadaş, minik sırlarımızın karşılıklı ortağı masa arkadaşım Osman, sevgili hocam ve arkadaşım, sırlarımızı bölüştüğüm kardeşim Serdar, artık çay molalarına başkası gelecek, isterdim ama yasak bana “Türkiye’nin En İyi Gazetesi”! diye yazan bir kapıdan girmek… “Günaydın”ı, şiirleri ve darbı meselleri benden duyamayacaksınız artık sevgili Tuğba, kaliteli, iyi insan ve sen kardeşim Aylin, “Unutma” dediklerimi yazı işlerinden Zarif, şeytan ayrıntıda gizlidir ama hayat ayrıntılardan ibaret değildir Songül… Senin için ayrı bir parantez açsam, içine anne, güler yüz, vefa, dostluk ve akıl gibi insanca nice şeyi koysam diye düşündüğüm arkadaşım Nesli, bir cümlesiyle on şeyi söyleyebilen şeytan tüylü Kemal, bana artık az şekerli pişiremeyeceksiniz emekçi kızlar Sevil ve Özlem, sen sabahın ilk günaydınını benden alamayacak olan Özgür, şoför kardeşim Mehmet ve siz Ersin abi, Ersin bey, Ersin Ramoğlu… Yazılarınız sizi anlatıyor aslında ama ne olur biraz barış, biraz sevgi, biraz daha az öfke, biraz daha empati… Evet, bana destek de verdiniz, özel duygu ve görüşlerinizi de paylaştınız, emek verip katkı da yaptınız üstelik. Ama ben Göethe’nin sözünü değiştirerek yazıyorum sizin için buraya son kez:

“Sevgi, biraz daha sevgi…”

Sağlıcakla kalın…

“Bir tek kişiye yapılan haksızlık, bütün topluluğa yönelmiş bir tehdittir.” Montesquieu

Odatv.com