12 Eyl 2010 09:50
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 11:36
BAŞINI ÖRTEN BİR TELEVİZYONCUNUN DRAMI!
"Medyaya kadın eleman alırken öncelikli olarak "oksijen sarısına boyanmış dalgalı saçlar" arıyoruz."
Namusumuz, şerefimiz, onurumuz ve Arzu Erdoğral...
Aranızdan kaç kişi, gazeteci ve televizyoncu Arzu Erdoğral’ı tanır bilemiyorum... Ben kendisini çok yakından tanımaktayım, hem de uzun yıllardır...
1990’lı yılların ortalarına kadar, bu ülkedeki milyonlarca kadın gibi o da dinî duyarlılıklarının iyice seyreltikleştiği "seküler" ve "liberal" bir hayat yaşıyordu. Sistemin topluma vaaz ettiği "çağdaş kadın" modeline bağlılığının ödülünü de eğitim hayatını rahatça tamamlayarak, ardından ülkenin önde gelen televizyon kanallarından birine çok genç yaşta spiker olarak girerek almıştı. Dönemin en popüler kadın haber spikeri Gülgün Feyman’ın öğrencisi olan Arzu, ustası tarafından son derece yetenekli biri olarak görüldüğü için onun tarafından Kral TV’ye stajyer pozisyonunda sokulacak; ilerleyen aylarda ise yıldızı gitgide parlayarak önce Star TV, ardından da TV8’de transfer olacaktı. Bu sonuncu durağında üstlendiği görev de "ana haber bülteni spikerliği"ydi.
Kariyerindeki parlak yükseliş, 2000’li yılların başlarına kadar kesintisiz biçimde sürdü Arzu’nun... Ta ki 2001 yılında, bu ülkedeki medenî değerler sistemine göre "hayatının hatası" olarak tanımlanabilecek bir adım atıp "dindarlaşana", daha da vahimi "başını örtene" kadar...
İşte, o dakikadan itibaren kâbus başladı...
Bir kere, daha üç-beş ay öncesine kadar kendisine son derece geniş seçenekler sunan medya sektörünün bütün önemli kapıları yüzüne ardı ardına kapanmıştı. Arzu, değişiminden sonra isminin üzerine ânında çizik atan "merkez medya"nın bu tavrını ilk dönemlerde hiç dert etmedi ve "Benim ülkemde artık muhafazakâr radyo ve televizyonlar da var. Oralardaki gönüldaşlarım nasıl olsa bana sahip çıkarlar" diyerek "dindar mahalle"deki belli başlı adresleri tek tek aşındırmaya başladı. Fakat, kutsadığı o câmiâya bir kez girdikten sonra bu taraflardaki manzaranın hiç de öyle düşündüğü gibi olmadığını fark edip, yavaş yavaş duygusal bir çöküntü yaşamaya başlayacaktı sevgili meslektaşım... Yıllardır gençliğe "dindarlaşmaları" yönünde yapılan onca yaygaranın, taraftarlara bol keseden sıkılan "Bize takıl, iki cihanda da mutlu ol" palavralarının aksine, "muhafazakâr medya"nın başörtülü spiker, dindar yapımcı, yönetmen, muhabir, editör ya da yazar-çizer istihdam etmek gibi bir sorunu yoktu. Kadın cinsine biçtiği rol peşinen belli olan bu sektörde her şeye rağmen bir şekilde tutunmaya çalışan dindar genç kız ve kadınlar da da hayatta böyle bir öncelikleri bulunmayan "seküler duruşlu/giyimli" hemcinslerine göre gayet açık bir fırsat eşitsizliği içinde görev yapmayı peşinen kabul etmiş durumdaydılar.
Arzu, umutsuzca iş arayıp durduğu o süreçte, kendisi gibi spiker olan hayat arkadaşı Feridun Erdoğral ile tanışıp evlendi. Ve kendisi gibi dindar biri olan eşinin de bir "erkek medya çalışanı" olarak benzer sıkıntıları çektiğini görüp biraz daha karamsarlaştı genç kadın...
Uzun süreli bir işsizlik döneminin ardından, meslekî kıdemiyle kıyaslandığında alması gereken reel ücretin dörtte biri dolayında bir aylıkla, kendisini o sıralarda yeni kurulan bir İslâmî televizyona güç bela atmayı başardı. Burada, eşiyle birlikte son derece başarılı bir performans sergilemelerine, çıktıkları ekranın en popüler simâlarına dönüşmelerine karşın, özellikle Arzu’nun doğru sözlülüğü ve haksızlıklar karşısındaki onurlu duruşu daha ilk günden itibaren onun siciline "geçimsiz insan" olarak işlenmeye başlanmıştı bile... (Benim açımdan ne kadar da tanıdık bir durum!)
Sonunda, "itaatkâr bir Müslüman" için en büyük ayıp sayılan davranışlardan birini sergileyerek, "Hem kocana, hem de sana ayrı ayrı sigorta yapamayız. O yüzden, senin sigortanı iptal ediyoruz. Kocanınki ikinize de yeter" şeklindeki bir idarî tebliğe karşı çıktığı için patronlarıyla ters düşecek, böylesine anormal bir dayatmaya boyun eğmeyip eşiyle birlikte o kurumdaki görevinden ayrılacaktı.
"Türkiye’nin ilk başörtülü haber spikeri" unvanını taşıyan 33 yaşındaki Arzu Erdoğral, o gün bugündür işsiz... Çok iyi biliyorum ki bu ülkede radyo, televizyon, gazete, dergi ve dahi internet medyasında, en azından şeklen "muhafazakâr" olarak tanınan kuruluşlar arasında çalmadığı bir tek kapı bile kalmadı... Ve söz konusu kuruluşların hiçbirinden, Arzu’yu insanca koşullarda istihdam etmeyi câmiâ adına "onur meselesi" olarak gören bir tek yönetici bile çıkmadı.
Arzu, yıllar yılı sunduğu haber bültenlerine, yaptığı kuşak programlara bu ülkede "Ben dindar bir sanatçıyım, dindar bir politikacıyım, dindar bir gazeteciyim" diyen yüzlerce kişiyi konuk etmiş, onları saatlerce süren programlarla daha meslekî kariyerlerinin emekleme dönemlerindeyken onurlandırıp geniş kitlelere tanıtmış bir meslektaşımdır. Öyle ki bu zengin konuk yelpazesine günümüzde politika vitrininin en tepesinde bulunan bir sürü karizmatik isim de dahildir.
Bugün beni -sinema yazarlığındaki varlığımı kabul etmemekte uzunca bir süre direnen majör kanallar da dahil- istisnasız bütün radyo ve televizyonlar zırt pırt arayıp programlarına davet ediyor, çeşitli güncel gelişmeler hakkında görüş istiyorlar. Fakat, sinema sayfasını henüz hazırlamaya başladığım dönemlerde bu alandaki çabalarımı ilk ciddiye alan ve beni ardı ardına pek çok kez programlarına davet eden kişiler yine Arzu ve Feridun Erdoğral çiftiydi. Eminim, muhafazakâr kesimin politika, sanat ve medya vitrinindeki her dört kişiden üçü de aynı cevabı verecek, "Evet yahu, ben de bir zamanlar Arzu Hanım ve Feridun Bey’in hazırladığı programlara konuk olmuştum" diyecektir.
İşte aynı Arzu, hepimizin üzerinde ayrı ayrı hakkı bulunan o Arzu, yıllardır işsiz... İşsiz olmak bir yana, kalbi olan herkesin kalbini parçalayacak bir kırgınlık içinde yaşıyor. Daha doğrusu yaşamaya çalışıyor! Kapıları aşındırmakla geçen onca yılın ardından bulabildiği yegâne iş, bir internet haber sitesinde simgesel bir ücretle köşe yazarlığı... Bu sınırlı kaynakla, evin bütün yükünü üstlenmek durumunda olan değerli eşine kanının son damlasına kadar omuz atmaya çalışıyor. Yaşadığı sürekli üzüntü hâlinin doğal bir sonucu olarak da şimdilerde ciddi bir biçimde hasta...
Velhasıl, bizim anlı şanlı mahallemiz, açık saçları ve liberal-seküler düşünceleri eşliğinde majör kanallarda başı hiç ağrımadan çalışıp dolgun maaşları cebine koyarken, durduk yerde meslek hayatına kastedip "örtünen" bu profesyonel televizyoncuyu oturtacak bir adet tahta sandalye bulamadı!
Sevgili Arzu’yu bayramın ilk günü aradığımda, telefonda dinlediğim olaylar karşısında kendimden utandım. Bu hanım kardeşimin yaşadığı maddî ve manevî sıkıntıları, içinde yüzdüğü keder psikolojisini tarif edecek sözcük bulamıyorum. Aslında, onun hakkında bildiğim ve anlatabileceğim daha nice acı olay var da dediğim gibi muhatabım çok sevdiğim bir dost, meslektaş ve bundan da öte duygusal yaradılışlı bir hanım olduğu için, iyilik yapayım derken onu rencide etmekten ölesiye korkmaktayım.
Yalnınzca şu kadarını söylemekle yetineyim: Meslek hayatının zirvesindeyken, bu ülkede bir kadın televizyoncunun gösterebileceği en büyük cesareti gösterip başını örten, namaza başlayan, dindar bir hayata geçiş yapan deneyimli bir haber spikerini, işinde çok başarılı bir program yapımcısını el birliğiyle ziyan zebil ettik. İslâmî kesim olarak, tarihimizin zahiren en güçlü döneminde onu fakr-u zaruret içinde, en sıradan insani ihtiyaçlarını bile karşılayamaz durumda yapayalnız bıraktık. Kendi kurumlarımızda yüzlerce binlerce "jakoben laik", "sosyalist" ve hatta "ateist" görüşlü kadın yapımcıya, yönetmene, spikere, editöre, muhabire ve yazara cömertçe sunduğumuz herhangi bir meslekî pozisyonu, rahatlıkla altıdan kalkabileceği sıradan bir görevi Arzu Erdoğral’a ise lâyık görmedik. Oysa, bırakınız eğitimini aldığı haber spikerliği mesleğini falan, 19 Ağustos 2009 tarihinde, (kendisine iş veren tek İslâmî kurum olan) "Haber Vaktim" sitesinde yazdığı Münevver Karabulut cinayetine ilişkin nefis makale bile onun yazarlıktaki yeteneğini fazlasıyla ortaya koymaya yetiyordu.
Şu anda çaresiz bir durumda evinde oturan meslektaşım, eğer başını örtmeseydi, dindarlaşmasaydı, siyasal çizgisini kökten değiştirmeseydi, bugün pek muhtemeldir ki ülkemizin en büyük kanallarından birinde, dolgun maaşı ve altında son model otomobiliyle her akşam iş çıkışı tapusu kendisine ait güzel bir eve giriyor olacaktı. Ancak, Arzu tercihini "bizim taraf"tan yana yaptı ve işi bitti. Tıpkı benim de Yeni Şafak’tan atılır ya da ayrılırsam, meslek hayatımın en olgun ve donanımlı çağında gidebilecek başkaca bir kapım kalkmadığını çok iyi bildiğim gibi... Tarikatçılık ve cemaatçilik biadının "katıksız imân"ın fersah fersah önüne geçtiği böylesine hastalıklı bir devirde, yurt içinde ya da dışındaki "hiç bir mukaddes (!) elin öpücüsü" olmayan bağımsız ruhlu bir Müslüman’ı kim yanında çalıştırır ki? Arzu’yu hayata ve sektöre döndürmek, herhangi bir dindar işadamı ya da politikacı için yalnızca bir fiskelik işti; fakat yıllar yılı o fiskeyi vuracak parmak ortaya çıkmadı.
Arzu’nun karşılıklı dertleşmemiz sırasında telefonda anlattığı diğer iç burucu gelişmeleri, sözgelimi "Beim acilen düzenli bir işe ihtiyacım var" dediğinde, "Aptallık sende be kızım, aç başını tekrar, o zaman hem bizim medyada hem de merkez medyada rahatlıkla iş bulursun" diyen "İslâmcı" medya patronlarını uzun uzadıya anlatmaya ise gerçekten dilim varmıyor. Gırtlağım parçalanırcasına bağırmak, haykırmak, o haykırışlarımla da kocaman kocaman "İslâmî plazalar"ın camlarını çerçevelerini tek tek aşağıya indirmek istiyorum. Fakat, diyorum ya, işin ucunda gururu zaten paramparça olmuş genç bir kadının kalbini biraz daha fazla kırıp dökmek var.
O yüzden, bu kadar konuşup susacağım. Eh, bu kadarını da birilerinin er ya da geç söylemesi gerekliydi.
Arzu’nun hikâyesi, "Ben başörtümü takarak, namazımı kılarak, orucumu tutarak da medya sektörüne girerim. Nasıl olsa dâvâ arkadaşlarım, önemli makamlara gelmiş İslâmcı ağabey ve ablalarım bana sahip çıkarlar" diye düşünen bütün çiçeği burnunda gazeteci-televizyoncu adaylarının kulağına küpe olsun. Sakın ola, meslek hayatına adım atarken bizlere güvenmeyin sevgili kardeşlerim; çünkü biz artık hem medyamıza hem de diğer kurum ve kuruluşlarımıza kadın eleman alırken "ihlas" falan değil, öncelikli olarak "oksijen sarısına boyanmış dalgalı saçlar" arıyoruz.
Ali Murat GÜVEN / YENİ ŞAFAK
Aranızdan kaç kişi, gazeteci ve televizyoncu Arzu Erdoğral’ı tanır bilemiyorum... Ben kendisini çok yakından tanımaktayım, hem de uzun yıllardır...
1990’lı yılların ortalarına kadar, bu ülkedeki milyonlarca kadın gibi o da dinî duyarlılıklarının iyice seyreltikleştiği "seküler" ve "liberal" bir hayat yaşıyordu. Sistemin topluma vaaz ettiği "çağdaş kadın" modeline bağlılığının ödülünü de eğitim hayatını rahatça tamamlayarak, ardından ülkenin önde gelen televizyon kanallarından birine çok genç yaşta spiker olarak girerek almıştı. Dönemin en popüler kadın haber spikeri Gülgün Feyman’ın öğrencisi olan Arzu, ustası tarafından son derece yetenekli biri olarak görüldüğü için onun tarafından Kral TV’ye stajyer pozisyonunda sokulacak; ilerleyen aylarda ise yıldızı gitgide parlayarak önce Star TV, ardından da TV8’de transfer olacaktı. Bu sonuncu durağında üstlendiği görev de "ana haber bülteni spikerliği"ydi.
Kariyerindeki parlak yükseliş, 2000’li yılların başlarına kadar kesintisiz biçimde sürdü Arzu’nun... Ta ki 2001 yılında, bu ülkedeki medenî değerler sistemine göre "hayatının hatası" olarak tanımlanabilecek bir adım atıp "dindarlaşana", daha da vahimi "başını örtene" kadar...
İşte, o dakikadan itibaren kâbus başladı...
Bir kere, daha üç-beş ay öncesine kadar kendisine son derece geniş seçenekler sunan medya sektörünün bütün önemli kapıları yüzüne ardı ardına kapanmıştı. Arzu, değişiminden sonra isminin üzerine ânında çizik atan "merkez medya"nın bu tavrını ilk dönemlerde hiç dert etmedi ve "Benim ülkemde artık muhafazakâr radyo ve televizyonlar da var. Oralardaki gönüldaşlarım nasıl olsa bana sahip çıkarlar" diyerek "dindar mahalle"deki belli başlı adresleri tek tek aşındırmaya başladı. Fakat, kutsadığı o câmiâya bir kez girdikten sonra bu taraflardaki manzaranın hiç de öyle düşündüğü gibi olmadığını fark edip, yavaş yavaş duygusal bir çöküntü yaşamaya başlayacaktı sevgili meslektaşım... Yıllardır gençliğe "dindarlaşmaları" yönünde yapılan onca yaygaranın, taraftarlara bol keseden sıkılan "Bize takıl, iki cihanda da mutlu ol" palavralarının aksine, "muhafazakâr medya"nın başörtülü spiker, dindar yapımcı, yönetmen, muhabir, editör ya da yazar-çizer istihdam etmek gibi bir sorunu yoktu. Kadın cinsine biçtiği rol peşinen belli olan bu sektörde her şeye rağmen bir şekilde tutunmaya çalışan dindar genç kız ve kadınlar da da hayatta böyle bir öncelikleri bulunmayan "seküler duruşlu/giyimli" hemcinslerine göre gayet açık bir fırsat eşitsizliği içinde görev yapmayı peşinen kabul etmiş durumdaydılar.
Arzu, umutsuzca iş arayıp durduğu o süreçte, kendisi gibi spiker olan hayat arkadaşı Feridun Erdoğral ile tanışıp evlendi. Ve kendisi gibi dindar biri olan eşinin de bir "erkek medya çalışanı" olarak benzer sıkıntıları çektiğini görüp biraz daha karamsarlaştı genç kadın...
Uzun süreli bir işsizlik döneminin ardından, meslekî kıdemiyle kıyaslandığında alması gereken reel ücretin dörtte biri dolayında bir aylıkla, kendisini o sıralarda yeni kurulan bir İslâmî televizyona güç bela atmayı başardı. Burada, eşiyle birlikte son derece başarılı bir performans sergilemelerine, çıktıkları ekranın en popüler simâlarına dönüşmelerine karşın, özellikle Arzu’nun doğru sözlülüğü ve haksızlıklar karşısındaki onurlu duruşu daha ilk günden itibaren onun siciline "geçimsiz insan" olarak işlenmeye başlanmıştı bile... (Benim açımdan ne kadar da tanıdık bir durum!)
Sonunda, "itaatkâr bir Müslüman" için en büyük ayıp sayılan davranışlardan birini sergileyerek, "Hem kocana, hem de sana ayrı ayrı sigorta yapamayız. O yüzden, senin sigortanı iptal ediyoruz. Kocanınki ikinize de yeter" şeklindeki bir idarî tebliğe karşı çıktığı için patronlarıyla ters düşecek, böylesine anormal bir dayatmaya boyun eğmeyip eşiyle birlikte o kurumdaki görevinden ayrılacaktı.
"Türkiye’nin ilk başörtülü haber spikeri" unvanını taşıyan 33 yaşındaki Arzu Erdoğral, o gün bugündür işsiz... Çok iyi biliyorum ki bu ülkede radyo, televizyon, gazete, dergi ve dahi internet medyasında, en azından şeklen "muhafazakâr" olarak tanınan kuruluşlar arasında çalmadığı bir tek kapı bile kalmadı... Ve söz konusu kuruluşların hiçbirinden, Arzu’yu insanca koşullarda istihdam etmeyi câmiâ adına "onur meselesi" olarak gören bir tek yönetici bile çıkmadı.
Arzu, yıllar yılı sunduğu haber bültenlerine, yaptığı kuşak programlara bu ülkede "Ben dindar bir sanatçıyım, dindar bir politikacıyım, dindar bir gazeteciyim" diyen yüzlerce kişiyi konuk etmiş, onları saatlerce süren programlarla daha meslekî kariyerlerinin emekleme dönemlerindeyken onurlandırıp geniş kitlelere tanıtmış bir meslektaşımdır. Öyle ki bu zengin konuk yelpazesine günümüzde politika vitrininin en tepesinde bulunan bir sürü karizmatik isim de dahildir.
Bugün beni -sinema yazarlığındaki varlığımı kabul etmemekte uzunca bir süre direnen majör kanallar da dahil- istisnasız bütün radyo ve televizyonlar zırt pırt arayıp programlarına davet ediyor, çeşitli güncel gelişmeler hakkında görüş istiyorlar. Fakat, sinema sayfasını henüz hazırlamaya başladığım dönemlerde bu alandaki çabalarımı ilk ciddiye alan ve beni ardı ardına pek çok kez programlarına davet eden kişiler yine Arzu ve Feridun Erdoğral çiftiydi. Eminim, muhafazakâr kesimin politika, sanat ve medya vitrinindeki her dört kişiden üçü de aynı cevabı verecek, "Evet yahu, ben de bir zamanlar Arzu Hanım ve Feridun Bey’in hazırladığı programlara konuk olmuştum" diyecektir.
İşte aynı Arzu, hepimizin üzerinde ayrı ayrı hakkı bulunan o Arzu, yıllardır işsiz... İşsiz olmak bir yana, kalbi olan herkesin kalbini parçalayacak bir kırgınlık içinde yaşıyor. Daha doğrusu yaşamaya çalışıyor! Kapıları aşındırmakla geçen onca yılın ardından bulabildiği yegâne iş, bir internet haber sitesinde simgesel bir ücretle köşe yazarlığı... Bu sınırlı kaynakla, evin bütün yükünü üstlenmek durumunda olan değerli eşine kanının son damlasına kadar omuz atmaya çalışıyor. Yaşadığı sürekli üzüntü hâlinin doğal bir sonucu olarak da şimdilerde ciddi bir biçimde hasta...
Velhasıl, bizim anlı şanlı mahallemiz, açık saçları ve liberal-seküler düşünceleri eşliğinde majör kanallarda başı hiç ağrımadan çalışıp dolgun maaşları cebine koyarken, durduk yerde meslek hayatına kastedip "örtünen" bu profesyonel televizyoncuyu oturtacak bir adet tahta sandalye bulamadı!
Sevgili Arzu’yu bayramın ilk günü aradığımda, telefonda dinlediğim olaylar karşısında kendimden utandım. Bu hanım kardeşimin yaşadığı maddî ve manevî sıkıntıları, içinde yüzdüğü keder psikolojisini tarif edecek sözcük bulamıyorum. Aslında, onun hakkında bildiğim ve anlatabileceğim daha nice acı olay var da dediğim gibi muhatabım çok sevdiğim bir dost, meslektaş ve bundan da öte duygusal yaradılışlı bir hanım olduğu için, iyilik yapayım derken onu rencide etmekten ölesiye korkmaktayım.
Yalnınzca şu kadarını söylemekle yetineyim: Meslek hayatının zirvesindeyken, bu ülkede bir kadın televizyoncunun gösterebileceği en büyük cesareti gösterip başını örten, namaza başlayan, dindar bir hayata geçiş yapan deneyimli bir haber spikerini, işinde çok başarılı bir program yapımcısını el birliğiyle ziyan zebil ettik. İslâmî kesim olarak, tarihimizin zahiren en güçlü döneminde onu fakr-u zaruret içinde, en sıradan insani ihtiyaçlarını bile karşılayamaz durumda yapayalnız bıraktık. Kendi kurumlarımızda yüzlerce binlerce "jakoben laik", "sosyalist" ve hatta "ateist" görüşlü kadın yapımcıya, yönetmene, spikere, editöre, muhabire ve yazara cömertçe sunduğumuz herhangi bir meslekî pozisyonu, rahatlıkla altıdan kalkabileceği sıradan bir görevi Arzu Erdoğral’a ise lâyık görmedik. Oysa, bırakınız eğitimini aldığı haber spikerliği mesleğini falan, 19 Ağustos 2009 tarihinde, (kendisine iş veren tek İslâmî kurum olan) "Haber Vaktim" sitesinde yazdığı Münevver Karabulut cinayetine ilişkin nefis makale bile onun yazarlıktaki yeteneğini fazlasıyla ortaya koymaya yetiyordu.
Şu anda çaresiz bir durumda evinde oturan meslektaşım, eğer başını örtmeseydi, dindarlaşmasaydı, siyasal çizgisini kökten değiştirmeseydi, bugün pek muhtemeldir ki ülkemizin en büyük kanallarından birinde, dolgun maaşı ve altında son model otomobiliyle her akşam iş çıkışı tapusu kendisine ait güzel bir eve giriyor olacaktı. Ancak, Arzu tercihini "bizim taraf"tan yana yaptı ve işi bitti. Tıpkı benim de Yeni Şafak’tan atılır ya da ayrılırsam, meslek hayatımın en olgun ve donanımlı çağında gidebilecek başkaca bir kapım kalkmadığını çok iyi bildiğim gibi... Tarikatçılık ve cemaatçilik biadının "katıksız imân"ın fersah fersah önüne geçtiği böylesine hastalıklı bir devirde, yurt içinde ya da dışındaki "hiç bir mukaddes (!) elin öpücüsü" olmayan bağımsız ruhlu bir Müslüman’ı kim yanında çalıştırır ki? Arzu’yu hayata ve sektöre döndürmek, herhangi bir dindar işadamı ya da politikacı için yalnızca bir fiskelik işti; fakat yıllar yılı o fiskeyi vuracak parmak ortaya çıkmadı.
Arzu’nun karşılıklı dertleşmemiz sırasında telefonda anlattığı diğer iç burucu gelişmeleri, sözgelimi "Beim acilen düzenli bir işe ihtiyacım var" dediğinde, "Aptallık sende be kızım, aç başını tekrar, o zaman hem bizim medyada hem de merkez medyada rahatlıkla iş bulursun" diyen "İslâmcı" medya patronlarını uzun uzadıya anlatmaya ise gerçekten dilim varmıyor. Gırtlağım parçalanırcasına bağırmak, haykırmak, o haykırışlarımla da kocaman kocaman "İslâmî plazalar"ın camlarını çerçevelerini tek tek aşağıya indirmek istiyorum. Fakat, diyorum ya, işin ucunda gururu zaten paramparça olmuş genç bir kadının kalbini biraz daha fazla kırıp dökmek var.
O yüzden, bu kadar konuşup susacağım. Eh, bu kadarını da birilerinin er ya da geç söylemesi gerekliydi.
Arzu’nun hikâyesi, "Ben başörtümü takarak, namazımı kılarak, orucumu tutarak da medya sektörüne girerim. Nasıl olsa dâvâ arkadaşlarım, önemli makamlara gelmiş İslâmcı ağabey ve ablalarım bana sahip çıkarlar" diye düşünen bütün çiçeği burnunda gazeteci-televizyoncu adaylarının kulağına küpe olsun. Sakın ola, meslek hayatına adım atarken bizlere güvenmeyin sevgili kardeşlerim; çünkü biz artık hem medyamıza hem de diğer kurum ve kuruluşlarımıza kadın eleman alırken "ihlas" falan değil, öncelikli olarak "oksijen sarısına boyanmış dalgalı saçlar" arıyoruz.
Ali Murat GÜVEN / YENİ ŞAFAK