"BAŞBUĞ'U COŞTURDUNUZ!.." DUMANLI HANGİ GAZETECİLERİ KASTETTİ?
Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, Genelkurmay Başkanı Başbuğ'un son günlerde yaptığı konuşmaları bakın nasıl eleştirdi.
Bir muhabirin basit bir sorusu ve komutanın şaşkınlığı
Genelkurmay Başkanı'nın son günlerde iki gazeteye verdiği röportaj, tartışma götürür pek çok özelliğe sahip.
En başta demokratik bir ülkede bu kadar sık konuşmak ne kadar doğrudur; bunun çerçevesini doğru çizmek gerekiyor. Bu çizgiler iyi belirlenmezse sarf edilen sözlerin tartışması yapılırken her şey iç içe girer ve kaotik bir manzara çıkar karşımıza. Kim ne derse desin, acı gerçek şudur: Hiçbir demokratik ülkede silahlı kuvvetlerin başı bu kadar çok konuşmaz; konuşamaz. Diğer bir gerçek de şu ki; hiçbir genelkurmay başkanı, şu an bu görevi ifa eden İlker Başbuğ kadar çok sık basınla yüz yüze gelmemiştir. İlker Bey her fırsatta konuşma yapıyor. Bazen de kendine hâkim olamayarak ağır sözler sarf ediyor. Ne var ki yapılan konuşmalar, kamuoyunun merakla beklediği sorulara ikna edici cevaplar olmaktan çok uzak. Bazen yargıyı etkileme riski taşıyor, bazen de "tehdit" ve "şantaj" olarak algılanıyor.
Belli ki doğaçlama yapılıyor bu konuşmalar. Ancak çok önemli mevkide vazife yapanların alelade konuşma lüksü olamaz. Sadece bir örnek olsun diye söylüyorum; Sayın Başbuğ, Harp Akademileri arsasının nasıl askerî bir bölge haline getirildiğini anlatıyor. Güler misin, ağlar mısın? "Orgeneral Tural emir verdi, araziyi bir gece tellerle çevirdik ve bu sayede dünyanın en modern harp akademilerinden birine sahip olduk." diyor. Bu anlatımdan ortaya çıkan şudur: Hazine'ye ait bir arsa, gece yarısı baskınıyla bir kurumun üzerine geçiriliyor. Böyle bir şey yapmak meşru ve yasal ise Hazine arsalarını işgal edenlere, gecekondu yapanlara niçin itiraz ediliyor ki? Başbuğ'un anlattığı imrendirici metodu bir başkası da yapmaya kalkarsa ne diyeceksiniz?
Bir ülkede gazete yöneticileri "bir saat mi, beş saat mi kışlada kaldık" deyip vecd ile kendinden geçerse askerî yetkililer de coştukça coşar. Sonra da heyecanla söylenen sözler derin kuşkulara yol açar. Başbuğ, iddianameyi kastederek "Suikast iddiası yok." diyor mesela. Oysa iddianame okunmamış. Okunmuşsa bile Başbuğ'a (yine) yanlış bilgi verilmiş. "Sabrımız taşarsa" diyor heyecanla ve ekliyor Genelkurmay Başkanı: "Bildiklerimizi halkla paylaşırız." "Sabrımız taşarsa" ifadesinin "tehdit" anlamı içerdiği aşikâr. Üstelik "Bildiğimizi açıklarız" lafı birkaç şüpheyi birden barındırıyor: Madem bildikleriniz var, yetkili mercilerle de sürekli görüşüyorsunuz; niçin bunları paylaşmıyorsunuz? "Bilgi saklamak" için geçerli bir mazeret bulmak sanıldığı kadar kolay olmasa gerek. Bu 'tehdit'te başka bir kuşku unsuru daha var: Planlanmış bir yasal kurgudan bahsediliyorsa (mesela Kayseri'de öyle yapılmıştı), Başbuğ daha vahim bir durumdan bahsediyor demektir ki bunu kamuoyuna anlatmak imkânsızdır. Emir-komuta zinciri içinde yürütülen yargı süreçlerinin koordinasyonuyla yeni gündemler oluşturmak malum ve sinsi bir taktik olduğu gibi "yargıya saygı" ile, "masumiyet karinesi" ile de bağdaştırılamaz...
Genelkurmay Başkanı askerliği "sakıncalı kura"dan çeken aydınlarla, gazetelerle bir araya gelmiyor. Dolayısıyla da sorular ve cevaplar hep sınırlı kalıyor. Hâlbuki temsil ettiği makam, ayrımcılığa izin veren bir makam değil. Milletin ordusu, milletin hiçbir kesimiyle kavgalı olamaz. Madem anayasa ve yasalar uyarınca herkes eşit ve vergi verirken her vatandaş bu eşitliği hissediyor; o zaman herkese eşit mesafede duracaksınız.
Aslında bu konuda ilginç bir açılım da yaptı İlker Bey ve PKK'lılar için, "Terörist de insandır." dedi. Bu çarpıcı sözü Başbuğ'a söyleten bazı gerçekler olmalı. Bu yaklaşımın TSK'da karşılığı nedir bilemem; ancak bu söz, herkesi "masumiyet karinesi"ne göre değerlendiren bir cümledir. Şayet Başbuğ geniş katılımı sağlayarak açıklamalar yapsa bazı konularda daha ikna edici bulunabilir; çünkü o zaman sorulmadık sual de kalmaz, cevap verilmedik mevzu da...
Deniz Kuvvetleri Komutanı Eşref Uğur Yiğit de kameraları görünce konuşma lüzumu hissetti mesela. Orada sadece 'seçilmiş gazeteciler' yoktu. Genelkurmay Başkanı konuşur da kuvvet komutanı konuşmaz mı? İntihar eden bir albayın cenazesinde konuşma yapan Yiğit de coşkun ifadeler kullanmış. Neyse ki orada genç bir muhabir, basit ama çok önemli bir soru yöneltmiş komutana: "Bu konuştuklarınız yargıya doğrudan müdahale değil mi?" Büyük bir sessizlik. Derin bir sükût. Çünkü çok açık bir manzara var karşımızda: Komutan, devam eden bir davanın zanlılarının masum olduğunu çok keskin bir dille ifade ediyor. Bu kadar net bir tavır yargı üzerinde bir baskı kurmak değildir de nedir? Beklenmedik soru karşısında kısa bir şaşkınlık yaşayan komutan, "Şu ana kadar yargıya müdahale edecek bir şey söylemedim. O şekilde anlaşılmışsa da..." diyerek vaziyeti kurtarmaya çalışıyor.
"Kim kışlada daha çok kaldı" heyecanıyla yazılan haberlerde beklenmedik sualler tercih edilmeyince başka türlü bir imaj oluşuyor. Mahkeme sürerken Başbuğ, Dursun Çiçek imzalı o korkunç belgeye "kâğıt parçası" demişti. O kâğıt parçasının aslı çıktı ortaya; ne oldu? Kriminal laboratuvar incelemeleri defalarca "Bu, Çiçek'in elinin ürünüdür" dedi de ne oldu? En son geçen hafta Adli Tıp bir daha "Çiçek'in elinin ürünüdür" diye tekrar rapor verdi de ne oldu? Kim soruyor bunları; hangi ikna edici cevaplarla karşı karşıya kalıyor kamuoyu?
Son yıllarda ortaya çıkan bilgi ve belgelerin ışığında ikna edici cevaplar vermek şart. O sorulara cevap verirken o soruları soracak adamlarla bir araya gelmek de şart. Bu manzara ortaya çıkmadıkça yapılan her şey psikolojik harp gibi algılanacak; Genelkurmay hukukçularının kurguladığı planlama da ikna edici bulunmayacak.
Ekrem Dumanlı/Zaman