05 Eyl 2012 11:53 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 14:06

''BAŞBAKAN HAİN SALDIRILARIN SORUMLUSUNU BULDU!..''

Uğur Dündar, gerçeğin peşinde koşan gazetecilerin son durağının demir parmaklıklar olduğunu ileri sürdü!

BAŞBAKAN HAİN SALDIRILARIN SORUMLUSUNU BULDU!..

Zorlu bir yolculuğun ardından Tunceli”ye geldiğimizde güneş, kenti kuşatan sarp tepelerin ardında batmak üzereydi.

Aracımızı kente hakim bir noktada durdurup, ana caddeyi hıncahınç dolduran kalabalığı seyretmeye başladık. Caddenin uzunluğu en fazla 300 metre kadardı. İşsiz insan yığını, cezaevi avlusunda volta atarcasına bir aşağı, bir yukarı yürüyor, sonra yine aynı hareketleri tekrarlayarak, zaman dolduruyordu. Caddenin iki yanında resmi binalar, lojmanlar ve tek tük işyerleri göze çarpıyordu.

Kendimizi sanki bir kente değil de, yarı açık bir cezaevine gelmiş gibi hissediyorduk.
Otelimize vardığımızda şaşkınlığımız daha da arttı. Çünkü çatıda silahlı askerler nöbet tutuyor, bulunduğumuz kattaki tüm odalarda özel harekatçı polisler kalıyordu.
Yüz ifadelerinden yorgun, bıkkın ve gergin oldukları anlaşılıyordu.
Tüm görüntüler, işgal kentlerini anlatan film setlerini andırıyordu.


X X X


Tunceli Emniyet Müdürü, Tuzla Piyade Okulu”nda yedek subaylık eğitimi alırken tanıdığım bir arkadaşımdı. “Burada lokanta bulamazsınız!” diyerek, kameraman arkadaşım Tuncay Ural ve sesçi Yalçın Pala”dan oluşan ekibimizi, Polis Evi”nde yemeğe davet etti.

Üstümüzü değiştirip Polis Evi”ne gittiğimizde yemekler hazırlanmıştı. Emniyet Müdürü yemek masasında otururken bile akrep tabir edilen otomatik silahını elinden bırakmıyordu Munzur Suyu”nun pembe etli alabalığı, taze soğan ve salatadan oluşan mönüyü afiyetle yemeğe başladık. Bu sırada Müdür, ayağa kalktı ve “Hoşgeldiniz” diyerek kadehini kaldırdı. Biz de “Hoş bulduk” dedik.
İşte ne olduysa o anda oldu. Kucağıma önce akrep silah, sonra da Emniyet Müdürü düşüverdi! Düşer düşmez de horultularla uyumaya başladı!

Meğer bir gece önce emrindeki polislerle birlikte sabaha kadar teröristlerle çarpışmış ve gözünü kırpmadan ertesi gün mesaiye devam etmiş. Yemek boyunca horul, horul uyudu. Biz de uyandırmaya kıyamadık. Yemek bittikten sonra biz giderken salondan hala horultu sesleri geliyordu.

X X X


Tunceli üzerinden Hozat”a geçtik. Çekimleri Ovacık”ta, Munzur Suyu”nun 40 gözeden süt gibi köpükler saçarak çıktığı kaynağında sonlandıracaktık. Ancak Tunceli”yi Ovacık”a bağlayan yolu sel aldığından, traktör arabasıyla ve dağ yolundan gitmek zorundaydık. Bu da uzun ve meşakkatli bir yolculuk anlamına geliyordu.
Traktör arabasında yalnız değildik. İzinden dönen Ovacık Kaymakam”ı da bizimle birlikte yolculuk yapacaktı. Tabii onu koruyacak olan silahlı askerler de.
Ayrıca günlerdir ekmek sıkıntısının yaşandığı Ovacık”a un ve erzak götürecektik.
Un çuvallarıyla erzaklar yüklendi ve yola çıktık.
Yaklaşık 8 saat süren yolculuğumuzda birkaç kez sağanak yağmura yakalandık.
Gece yarısı Ovacık”a vardığımızda, üzerimdeki siyah renkli deri ceket, traktörün fırlattığı çamurlar nedeniyle toprak rengini almıştı. Saçlarım, yüzüm gözüm, çamurdan görünmüyordu. Çamur bir heykel gibi indiğimde bizi bekleyen çocuklar, koşarak bacaklarıma sarıldılar. Çoğunun ayağı çıplaktı. Kimi elimi tutmaya çalışıyor, kimiyse bacaklarıma sarılıyordu. Sonra büyüklerle sarılıp öpüştük, kırk yıllık dostlar gibi kucaklaştık.
Kaymakamın yüzüne bakan bile yoktu! Devlet onları, onlar da devleti unutmuşlardı!
Bu yoksul ve unutulmuş insanların bizi kurtarıcı gibi görmeleri, hepimizi çok etkilemişti. Kendimizi tutamayıp ağlamaya başladık.
Ertesi sabah uyanıp pencereden baktığımda, gözlerime inanamadım.
Zirvesi karlı Munzur Dağı”nın etekleri bahar çiçekleriyle adeta gelinlik kızlar gibi donanmıştı. Doğa cennet güzelliğindeydi.
Ovacık sokaklarında yaptığımız röportajlardan, yöre insanlarının bu cennette cehennem hayatı yaşadıklarını anladık.
Tabii 40 gözeye de gidip, çekimlerimize orada devam ettik. Hepimiz gözelerden kana kana Munzur suyu içtik. O suyun bal gibi tadı, hala damağımdadır.

X X X

Son durağımız Elazığ”dı.
Ekibimize Şeker Fabrikası”nın misafirhanesinde yer ayrılmıştı.
Çok sevinçliydik, çünkü günler sonra nihayet sıcak suyla yıkanabilecektik.
İstirahata geçmeden önce Tunceli ve Ovacık”taki çekimlerimizin kasetlerini sayıp işaretlemeye başladık. O sırada kapıda bir tıkırtı duydum. Arkadaşlara devam etmelerini söyleyerek, sessizce yaklaştım ve kapıyı hızla açtım.
İçeriye “küt” diye biri düşmez mi?
Hemen üzerine oturup “Arkadaşlar bu davetsiz misafire şimdi ne yapalım?” diye sordum. Adamın korkudan dili tutulmuştu!
Sonradan öğrendik ki istihbaratçıymış! Dönemin Elazığ Valisi Kemal Katıtaş” ın emriyle Tunceli”den itibaren bizi izleyip, kimlerle konuştuğumuzu rapor ediyormuş!


X X X

Bugün durum, Elazığ Şeker Fabrikası”ndaki olayı yaşadığımız 1979 yılından daha da vahim.
Gazeteciler takip ediliyor, telefonları dinleniyor, soluk alışları izleniyor.
Yalakalık yapmayanlar, eğilip bükülmeyenler, halkın gerçekleri öğrenme hakkına hizmetten yılmayanlar yaftalanıyor, teröristlikle suçlanıyor.
Gazetecinin gerçeklerin peşindeki koşusu, çoğu kez demir parmaklıkların ardında son buluyor.
Bu arada ne yazık ki terör azdıkça azıyor.
Hainler hedefleri göstere göstere vuruyor.
Bir Allah”ın kulu da çıkıp “Peki istihbaratçılar nerede? Geliyorum diyen bu saldırıları niçin önceden haber veremiyorlar?” diye sormuyor.
Sorulsa bile verilen cevaba kamuoyu güven duymuyor..
Şırnak”ta 10 Mehmet daha şehit oluyor.
Ateş bir kez daha düştüğü yeri yakıyor.
Başbakan Erdoğan terör örgütünün saldırılarından “istihbarat zafiyeti” yerine, şehit haberlerini veren medyayı sorumlu tutuyor!

Uğur DÜNDAR / SÖZCÜ