02 Eki 2012 08:53 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 14:12

''BAŞBAKAN ERDOĞAN İKTİDAR SARHOŞLUĞU İÇİNDE DEMOKRASİDEN VAZGEÇTİ''

Ahmet Altan, AK Parti kongresinde uygulanan akreditasyon yasağını bir tehlike işareti olarak gösterdi..

İkili kırılma

Bir kere şunu söylemeliyim, bir siyasi parti kongresinde eski Genelkurmay gibi “akreditasyon” sistemi uyguluyorsa ve altı gazetenin kongreye girmesini yasaklıyorsa, demokrasiden vazgeçmiş demektir.

Siyasi parti ile askerî vesayet arasında “uygulama” farkı bulunmuyorsa, oradan özgürlük ve huzur çıkmaz.

Böyle bir acayiplik yapmak için o siyasi partinin ya inanılmaz bir güvensizlik bunalımı yaşıyor olması ya da hastalıklı bir “iktidar sarhoşluğuyla” medyayı cezalandırabileceğine inanması gerekir.

Ki ikisi de hayırlı bir netice yaratmaz.

Korkarım AKP bu birbirinin zıddı duyguyu birarada yaşıyor, hem müthiş bir kırılganlıkları, hem de kendilerini her şeyin mutlak sahibi sanma halüsinasyonları var.

Kongrenin tek tuhaflığı bu akreditasyon değildi.

AKP’nin artık sadece Erdoğan’ın “başkanlığını” sağlamayı amaçlayan bir aygıta dönüştüğünü gördük.

İzlediğimiz tek kişilik bir gösteriydi.

Parti yoktu, lider vardı.

Yabancı konukların kimlikleri ise AKP’nin seçtiği yolu ve yeni müttefiklerini ortaya koyuyordu.

“Daha fazla demokrasi” diyen Batı’ya Kemalistlerin duyduğu nefretin benzerine şimdi AKP’de rastlıyoruz.

“Demokrasiyi ve bireyi” merkeze alan bir demokrasi anlayışı artık onları tedirgin ediyor.

AKP’nin bu yeni “kimliğiyle” temsil ettiği kitlenin de değiştiğini görüyoruz aslında.

Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül’ün art arda yaptıkları iki konuşmaya baktığınızda, bu iki siyasetçinin iki farklı kitlenin temsilciliğini üstlendiğini, muhafazakâr kesimin çok ciddi bir kırılma noktasından geçtiğini görüyorsunuz.

Erdoğan, kasabaların ve şehir varoşlarının, kendilerine benzemeyenlerin yaşam biçimlerine duydukları “öfke ve intikam isteği” üzerinden siyaset yapıyor.

Epeydir bu öfkeli kitleye “özgürlük” önermiyor, onlara benzemeyenlerin özgürlüklerini “kısmayı” vaat ediyor.

Bunu da “din” kisvesinin altına saklıyor.

“Siz de özgürce yaşayacaksınız” demiyor, “onlar da özgürce yaşayamayacaklar” diyor.

Toplumun daha zengin ve daha şehirli kesimlerinde toplanmış olan sanatı, estetiği, yaşam sevincini bütün topluma yayma, bütün toplumu geliştirecek projeler ortaya koyma yerine, bu özellikleri küçümsemeyi, aşağılamayı, sanatın, estetiğin, sevincin olmadığı bir yaşamı yüceltmeyi tercih ediyor.

Gelişmelerine, özgürleşmelerine, yaşamalarına izin verilememiş insanların ellerinden alınmış bu hakları onlara iade etmeyi vaat etmiyor.

Hayatı değiştirmeyi değil, ezilmişlerin öfkeleriyle kendi siyasi geleceğini değiştirmeyi planlıyor, siyasetinin “yakıtı” bu öfke ve intikam isteği artık.

“Olumlu” üzerinden değil, “olumsuz” üzerinden yürüyor.

Bütün adımlarını olumsuzluk ve öfke belirliyor, ezilmiş insanlara, ezilmişlikten kurtulacakları yolu değil, herkesin ezileceği bir toplumu hedef olarak gösteriyor.

Kürt politikası, dış politikası da, şehircilik politikası da “size benzemeyenleri ezeceğiz” anlayışıyla yürüyor.

Bu anlayış, çatışmadan başka bir sonuç yaratmaz.

Batı’dan kopuk, tek adam gösterileriyle bezenmiş, demokrasisi hünsalaşmış, dindar bir Kemalizm’i kendine bayrak yapmış, sorunları çözmeyen, yeni sorunlar yaratan bir siyasi macera olur bu.

Erdoğan, Türkiye’nin “iki değişim motorundan” biri olan muhafazakârların sadece varoşlardaki ve kasabalardaki parçasını temsil etmeyi üstlenince, Gül de muhafazakârların daha üretici kesimlerinin sözcüsü olarak ortaya çıkıyor.

Avrupa Birliği’ni, hukuku, demokrasiyi savunuyor.

Öfkeden ve çatışmadan uzak duruyor.

Ezilmiş insanların “intikam” duygularını istismar ederek onları yaşadıkları hayata mahkûm etmek yerine, muhafazakârların değişimci parçasının temsilciliğini yapıyor.

Üretici muhafazakârların üretmek ve zenginleşmek için hukuka, barışa, demokrasiye ihtiyaçları var, “elitlere” onlar da öfke duysa da gelecekleri için bekledikleri hayallerin görkemi öfkelerinden daha büyük.

Solu, solculuğu budanmış ülkelerde “ezilenleri” temsil etmek ne yazık ki genellikle onların öfkelerini sömürerek iktidarını sürdürmek isteyen, bunun için ya dini, ya milliyetçiliği, bazen de ikisini birden kullanan çıkarcı siyasetçilere kalıyor.

Ezilmişleri kurtarmıyor, öfkelerinden kendisine iktidar aracı yapıyor.

CHP kendisini siyasette neredeyse sıfır noktasına indirdiği, azınlıkta kalan “Kemalist öfkenin” temsilciliğinden öteye gidemediği için Türkiye’nin siyasi geleceğini Kürt meselesi ve muhafazakârlar arasındaki kopuş belirleyecek gibi gözüküyor.

Erdoğan’la Gül’ü sadece “Çankaya” değil, çok ciddi bir sosyolojik kopuş birbirinden ayırıyor.

Benzer bir ayrışmayı Kürtlerin kendi içinde de göreceğimizi sanıyorum, orada da işaretler ortaya çıkıyor zaten.

Hem Türk cenahında, hem Kürt cenahında ikili bir kırılmadan geçiyor Türkiye.

Belki de kaçınılmaz bir durum bu.

Kemalizm’in her türünden ancak bu çatışmalarla arınabilecek bu ülke.

Ahmet ALTAN / TARAF