28 Mar 2012 16:09
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:29
''BANA TERÖRİST, KİTABIMA BOMBA DİYENLER UMARIM BİRAZ UTANIYORDUR''
Ahmet Şık, Avrupa Parlamentosu (AP) Liberal Demokrat Grubu'nda bugün bir konuşma yaptı.
OdaTV davasından 376 gün tutuklu kaldıktan sonra 12 Mart’ta tahliye edilen Ahmet Şık, Avrupa Parlamentosu (AP) Liberal Demokrat Grubu’nda bugün bir konuşma yaptı.
AP’de temsil edilen üçüncü büyük grup olan 106 üyeli grupta yaptığı konuşmada Türkiye’deki yargı mekanizmasının gazeteciler ve toplumun geneli üzerinde ifade özgürlüğünü kısıtlayacak bir baskı aracına dönüştürüldüğünü anlatan Şık, parasız eğitim isteyen öğrencilerden, yaylasına yapılacak hidroelektrik santralini engellemek isteyen köylülere kadar herkesin bu baskıdan payını aldığını anlattı.
Konuşmasına Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 13 Nisan 2011’de Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde, kitapları bombaya benzettiği konuşmasından alıntı yaparak başlayan Ahmet Şık, Türkiye’deki ifade özgürlüğü sorununun görünür hale gelmesinde tutuklu gazeteciler sorununun ve kendi tutukluluğunun rolü olduğunu belirterek “Evet, bir yıl dört duvar arasında kaldım ama bu sorunları görünür hale getirmesi açısından tutuklanmam hayırlı oldu” dedi.
TUTUKLU OLMADIĞI HALDE TUTUKLU GAZETECİLER
Türkiye’de gazetecilerin yargılandığı davalarda bizzat gazetecilik faaliyetinin yargılandığını da anlatan Şık, Türkiye’de tutuklu gazetecilerden daha büyük olan sorunun “tutuklu olmadığı halde tutuklu olan gazeteciler” olduğunu şu sözlerle anlattı:
“AKP ve iktidarın görünmeyen ortağı Gülen cemaatine karşı eleştirel tutum takınan, yürütülen politikalara muhalif bir duruş sergilemeye çalışan birçok gazeteci ya işinden olmuş ya da otosansürle susmak zorunda kalmıştır.
Ruşen Çakır, Nuray Mert, Çiğdem Anad ve hatta iktidar partisine yakın Mehmet Altan bile hafif bir eleştiri yapınca işlerinden atılanlardan bazılarıdır. İfade özgürlüğü ve medyaya yönelik baskılarla ilgili bu sorunu yaratanların sizlere söylediği yalanlara lütfen inanmayın.”
TERÖRİST KILIFI UYDURULUYOR
Çekoslovakya’nın eski devlet başkanı, yazar Vaclav Havel’in 1978’de yazdığı ve tutuklanmasına neden olan “Güçsüzün Gücü” başlıklı makaleden alıntı yapan Ahmet Şık, Havel’in “Yönlendirilmek için kullanılan iktidar gücü, halkın gücünü kullanması olarak nitelendiriliyor. İktidar gücünün keyfi kullanımı yasaların uygulanması oluyor. Baskı kültürü gelişme adıyla paketleniyor. İfade özgürlüğünden yoksun bırakmak özgürlüğün en ileri noktası diye yansıtılıyor…” sözlerinin muhalif kimliğe sahip olan hemen herkesin “terörist” kılıfı uydurularak özgürlüklerinden alıkonulduğu birçok davada yaşananları bire bir anlattığını dile getirdi.
Gazetecilerden, öğrencilerden, köylülerden, Büşra Ersanlı’dan, Ragıp Zarakolu’dan, Muharrem Erbey’den terörist yaratan, milliyetçi eski bir polis müdürünü aşırı sol örgüt üyesi sayan bir yargının Hrant Dink olayında ne terör örgütü ne de terörist bulamamasındaki çelişkiye dikkat çeken Ahmet Şık, sözlerine, “Türkiye’de ülkeyi yönetenlerin vatandaşlarına layık gördüğü adalet sisteminin yarattığı hukuki sorunlar yüzünden artık yargısız, soruşturmasız, davasız geçen bir tek günümüz yok” diyerek devam etti.
’İYİLİK HAREKETİ NEDEN POLİSTE VE YARGIDA ÖRGÜTLENİR?’
Konuşmasında, AKP’ iktidarının gizli ortağı olarak nitelendirdiği Gülen Cemaati’nin yargı ve emniyet içindeki örgütlenmesi sayesinde hem geçmişin intikamını aldığını, hem de siyasi muhaliflerini yok etmeye çalıştığını belirten Şık, kendisini “Müslüman dindar bir sivil toplum örgütü” olarak nitelendiren bu cemaatin “neden bu tür komplolar peşinde olduğu, Türkiye’nin militer iki gücü olan polis teşkilatı ve ordu içinde örgütlenmeyi niçin bu kadar çok istediği izaha muhtaçtır” dedikten sonra, bu ve benzeri soruları sorduğu için cemaat tarafından hedef alındığını belirtti. “Bunca baskı ve zulümden iktidarın sahiplerinin korktuğu bizlerinse özlemini çektiğimiz, mücadelesini sürdürdüğümüz bir hayatın çıkacağını burada bir kez daha tekrarlıyorum” diyen Ahmet Şık, konuşmasının sonunda, cezaevinden çıktıktan bir kaç gün sonra bir taksi şoförüyle yaşadığı diyaloğu da aktardı. “Ne iş yapıyorsunnuz?” diye soran sürücüye “gazeteciyim” dediğinde, taksi şoförünün kendisini “Abi dkkat et seni de almasınlar” diye uyardığını anlatan Şık, "ama aldılar" cevabıyla parlamenterleri epey güldürdü.
İŞTE AHMET ŞIK’IN KONUŞMASININ TAM METNİ :
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 13 Nisan 2011’de şu an bulunduğumuz çatının bir parçası olan Strasbourg’taki Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde kendisine yöneltilen bir soruyu şöyle cevaplamıştı:
“Bu kitapları toplatan ben değilim. Tutuklanan medya mensuplarının elindeki belge ve bilgilerin ardında bir şey var ki yargı hemen tedbir istiyor. Bakın bir örnek vereyim. Bombayı kullanmak suçtur. Bombanın hazırlanmasında kullanılan malzemeleri kullanmak da suçtur. Bunun ihbarı gelmişse güvenlik güçleri bunu toplamaz mı?”
Hatırladığınız üzere Erdoğan’ın, kitapları bombalara benzettiği bu konuşmayı yapmasına neden olan soru, tutuklanıp bir yıldan fazla hapishanede kalmama neden olan yazdığım bir kitapla ilgiliydi. İlginçtir kendisi de bir dönemin muktedirleri tarafından sakıncalı ilan edilmiş, okuduğu bir şiir yüzünden hapis yatmış olan Avrupa Birliği üye adayı Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Erdoğan, yaşadığım haksızlığı kitapları bombaya benzeterek beni ve birçok meslektaşımı da “terörist” olarak suçlayarak savunmaya çalıştı. Çok üzücüdür ki hâlâ da öyle yapıyor.
Aradan bir yıldan uzun bir zaman geçti. Bu arada bombayla eşit tutulan, yasadışı silahlı örgüt üyesi olduğum yalanının kanıtı olarak sunulan, yayınlanmadan yasaklanarak imha edilmeye çalışılan kitabım, tüm tehdit ve yasaklamalara rağmen bir sivil itaatsizlik eylemiyle önce internetten kısa sürede on binlerce kişi tarafından indirildi. Sonrasındaysa kitabım 125 yazarın ortak imzasıyla yayınlandı. Erdoğan’ın “terörist” olmakla suçladığı kişi olarak 376 gün süren bir esaretin ardından şimdi karşınızdayım.
"Beni terörist, kitabımı da terör propagandası diye niteleyenler umarım biraz utanıyordur"
Kiminizin diplomatik yollarla, kiminizin hukuk ve demokrasi normları üzerinden yönelttiği eleştirilerle ve bazılarınızın esir tutulduğumuz Silivri’deki o soğuk duvarların arasında içimizi ısıtan ziyaretleriyle yaşadığım haksızlığın son bulmasından sonra yeniden özgürlüğün tadını çıkardığım şu günlerde karşınızdayım. Hepinize merhaba diyerek bu çabalarınız için teşekkür ediyorum. Beni terörist, düşüncelerimi ifade etmeye çalıştığım kitabımı da terör örgütü propagandası olarak niteleyenler umarım bugün biraz da olsa utanıyorlardır.
Bugün Türkiye’de sivilleşme, demokratikleşme, geçmiş dönemin darbeleriyle, 12 Eylül ile hesaplaşma gibi yalanlar havalarda uçuşurken Türkiyeli meslek örgütlerine göre 102, çeşitli uluslararası basın örgütlerine göre de 50 ila 80 arasında gazeteci demir parmaklıklar ardında. Zaten benim burada bulunma nedenim de yakın zamana dek o tutsaklardan birisi olmamdı.
Bilmelisiniz ki Türkiye’nin tutuklu gazetecilerden ziyade tutuklu olmadığı halde tutuklu olan gazeteciler sorunu da büyüktür. AKP ve iktidarının görünmeyen ortağı Gülen cemaatine karşı eleştirel tutum takınan, yürütülen politikalara muhalif bir duruş sergilemeye çalışan birçok gazeteci ya işinden olmuş ya da otosansürle susmak zorunda kalmıştır. Ruşen Çakır, Nuray Mert, Çiğdem Anad ve hatta iktidar partisine yakın Mehmet Altan bile hafif bir eleştiri yapınca işlerinden atılanlardan bazılarıdır. İfade özgürlüğü ve medyaya yönelik baskılarla ilgili bu sorunu yaratanların sizlere söylediği yalanlara lütfen inanmayın.
İfade özgürlüğü sorununu görünür hale getirense elbette tutuklu olan gazeteciler. Ben ve Nedim Şener’in tutuklanması bu sorunu görünür hale getirdi. Bir de Türkiye’de polis ve yargının tasarruflarının şirazesinden çıktığını kanıtladı. Evet, bir yıl dört duvar arasında kaldım ama bu sorunları görünür hale getirmesi açısından tutuklanmam hayırlı oldu.
“Gazeteciler değil, gazetecilik yargılanıyor”
Şu kesin ki sanıklarının gazeteciler olduğu davaların birçoğunda sadece gazeteciler yargılanmıyor. Bizzat gazetecilik faaliyetleri yargılanıyor. Gazetecilik faaliyetlerinin yargılamadığı yalanına rağmen açılan soruşturma ve davalarda tıpkı bana olduğu gibi tutuklu birçok meslektaşıma da savcılar ve hâkimler esas olarak mesleğimizle, haber kaynaklarımızla ilgili sorular sordular. Türkiye’de sadece gazetecilerin ifade özgürlüğü ve mesleki faaliyetleri değil, bir toplumun bilgiye ulaşma özgürlüğü engelleniyor. İfade özgürlüğü yasal kılıf uydurularak bir kez daha ihlal ediliyor. Yasaların koruması altında olan, gazetecinin haber kaynağının gizliliği ortadan kaldırılıyor. Haberciliğin, gazetecilik faaliyetlerinin sınırlarını, yazılacak kitapların konusunu, polisler, savcılar, siyasetçiler belirlemek istiyor.
Oysaki gazetecinin susturulması halkın susturulması demektir. Ve sessizlik sadece totaliter rejimlerin, korku ve baskıyla hükmünü sürdüren iktidarların vazgeçilmez silahıdır. O halde soruyorum; bu kuralların geçerli kılınmaya çalışıldığı ülkemin rejiminin adına demokrasi mi yoksa adaleti ortadan kaldırarak endişe ve paranoyanın topluma hâkim kılınmak istendiği bir korku diktatörlüğü mü diyeceğiz?
“Sözünü sakınmayanlar ‘terörist’ olarak suçlanıyor”
Türkiye’de cezaevleri ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gerekirken “terör” kılıfı uydurulan suçlamalarla “terörist” denilerek özgürlükleri gasp edilen tutsaklarla dolu. Talepleriyle ilgili barışçıl protesto gösterileri yapan 500’den fazla öğrenci de bunlara dâhildir. Ama giderek daha fazla otoriterleşen bir baskı rejiminde gücü elinde tutanların, iktidarlarıyla suç ortaklığı yapmayan, sözünü sakınmadan konuşup yazarak gerçekleri dile getirenleri gazeteci değil de terörist olarak suçlaması olağandır.
Sözlerime bir alıntıyla devam etmek istiyorum:
“Totaliterliğin yeni yüzü insan hayatının her alanına dokunuyor. Sistemin ikiyüzlülüğü ve yalanları hayatımızın her köşesine siniyor. Bireyin kıyasıya aşağılanması, özgürleştirilmesi kisvesiyle sunuluyor. İnsanları bilgiden yoksun kılmak, bilginin yaygınlaştırılması diye adlandırılıyor. Yönlendirilmek için kullanılan iktidar gücü, halkın gücünü kullanması olarak nitelendiriliyor. İktidar gücünün keyfi kullanımı yasaların uygulanması oluyor. Baskı kültürü gelişme adıyla paketleniyor. İfade özgürlüğünden yoksun bırakmak özgürlüğün en ileri noktası diye yansıtılıyor… Bu sistem kendi yalanlarının kölesi olduğu için her şeyi çarpıtmak zorunda. Geçmişi çarpıtıyor. Şimdiyi çarpıtıyor. Geleceği çarpıtıyor. İlkeleri olmayan ve hayatın her alanına sızan bir polis devleti olmadığını iddia ediyor. Bu sistem insan haklarına saygılıymış rolünü yapıyor. Kimseye en ufak bir baskı uygulamıyormuş rolünü oynuyor. İnsanlar bu yalanla yaşamak zorunda değil.”
Çok tanıdık ve bugünlerde ülkemde yaşamakta olduğumuz zulmü anımsatan bu satırlar bana ait değil. Bahsi geçen yer de Türkiye değil. Güçsüzün Gücü başlıklı bu makaleyi kaleme aldığı için Vaclav Havel, 1978 Çekoslovakyasında tutuklanmış, ülkesine dair gerçekleri dile getirdiği için tutsak edilmişti.
Bizler ise, 2012 yılında ve Türkiye’de yaşayan vatandaşlarız. Düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gereken çalışma ve eylemlerin “terör faaliyeti” olarak adlandırıldığı, gazetecilerin, yazarların, yayıncıların, akademisyen ve öğrencilerin kısaca fikirlerini ifade eden her kesimden muhalif kimliğe sahip olan hemen herkesin “terörist” kılıfı uydurularak özgürlüklerinden alıkonulduğu birçok davada, Havel’in makalesinde anlattıkları bizlerin neler yaşadığımızı da çok doğru dile getiriyor.
“Görevi kargaşaya son vermek olan hukuk, bizzat kargaşa yaratıyor”
Ne acı ki adalet, adaletsizliğin suretinde görünür kılınıyor ülkemde. Görevi kargaşaya son vermek olan hukukun kendisi bizzat kargaşa yaratıyor. Çözüm diyerek ürettiği her çare yeni bir hukuki kargaşanın, çifte standardın ve hak ihlalinin nedeni oluyor. Türkiye’de soruşturmaların, davaların ve mahkeme kararların bu kadar çok tartışıldığı ve herkesin üzerinde akıl yürüttüğü ve elbette adalet duygusunun bu kadar çok zedelendiği böyle bir dönem yaşanmamıştır.
Türkiye’de isimlerini sayamayacağım kadar çok gazeteci yazdıkları kitaplar, haberler ve çektikleri görüntülerden; Ragıp Zarakolu gibi ömrünü demokrasi ve barış mücadelesine adamış bir yayıncı yasal bir partinin siyaset akademisinin kokteylinde açılış konuşması yapmaktan; Büşra Ersanlı gibi bir akademisyen toplumsal cinsiyet konulu ders vermekten; elma soymak için dahi çakı taşımamış olan, çocuk kitapları kaleme alan, Kürt sorununa barışçıl çözüm aramayı kendine dert edinen Muharrem Erbey gibi insan hakları savunucusu bir avukat şiddet kışkırtıcılığından; öğrenciler konser bileti satmak ya da parasız eğitim talep etmekten; köylüler yaşadıkları yerlerdeki doğa tahribatına neden olacak baraj projelerine karşı çıkmaktan terörist olarak cezaevinde. Hatta pişmanlık duyduğunu açıklasa da geçmişinde işkencecilik sicili bulunan, milliyetçi bir polis müdürü de esasında yazdığı bir kitaptan görünüşte ise sosyalist bir örgütün üyesi olmaktan tutuklu bulunuyor.
Genel anlayışı yansıtan bu saydığım bir kaç örnekten kolaylıkla terör örgütü ve terörist bulan Türkiye yargısı kanı hâlâ kurumayan Hrant Dink’in cansız bedeninden devletin kendisinin bizatihi katil olduğu bilindiğinden olsa gerek ne terör örgütü ne de terörist bulamıyor. Bulmak istemiyor.Anlayacağınız Türkiye’de ülkeyi yönetenlerin vatandaşlarına layık gördüğü ceza adalet sisteminin yarattığı hukuki sorunlar yüzünden artık yargısız, soruşturmasız, davasız geçen bir tek günümüz yok. Her gün hem şaşkınlığımıza ve hem de öfkemize bir yenisini ekleyen absürtlüklerle karşı karşıyayız. Kurulu düzenin bileşenlerini oluşturan AKP ile iktidarının gayrı resmi ortağı Gülen cemaatine muhalif olan her kesimden insan terörist olmak ya da terör faaliyeti yürütmek bahanesiyle ya cezaevlerinde ya da tutuklama tehdidiyle yaşamak zorunda. Gülen cemaatinin örgütlenmesinin etkinliğinde bulunduğu artık herkesçe bilinen polisin rövanşist siyasi hesaplarla yaptığı operasyonlarıyla ve olağan olduğu söylenen dönemin olağanüstü yargısının özel yetkili mahkemeleriyle olağan hayatımızın artık her günü olağanüstü. Öyle ki yaşanan hukuksuzlukları hukuk yoluyla engellemeye çalışmak bile olağanüstü bir cesaret gerektirir hale geldi artık.
“Sorunları mevcut ceza adalet sistemiyle çözmemiz mümkün değil”
Türkiye’de her dönemde güç ve iktidarı elinde tutanın oyuncağı haline gelen, her zaman taraflı ve her zaman siyasal tutum almış olan ve hiçbir zaman bağımsız olmadığını bildiğimiz yargı mekanizması, düşünce ve ifade özgürlüğünün ekseninde yaşanan haksızlıkların baş sorumlularından biridir. Daha net söylemek gerekirse, hoşa gitmeyen her sözü, beğenilmeyen her davranışı ve eylemi terör faaliyeti olarak değerlendiren Türk Ceza Kanunu (TCK) ile Terörle Mücadele Kanunu’ndaki (TMK) düzenlemelerdir. Bu yasal düzenlemeleri aşırı ve abes yorumlarla değerlendirmekte bir sakınca görmeyen savcı ve hâkimlerdir. Bu savcı ve hâkimlerin görev yaptığı Özel Yetkili Mahkemeler’dir. Aklı ve vicdanı olan, hukukun üstünlüğü ve demokrasiye inanan herkesin söylediğini tekrarlamakta fayda var: TCK ve TMK ile Avrupa hukuk normlarını içselleştirmemiş Türkiyeli hâkim ve savcılara egemen olan devlet merkezli zihniyetten kaynaklı uygulamalarının ortaya çıkardığı sorunları, mevcut ceza adalet sistemi içinde çözmemiz mümkün değil.
Bireyin haklarını koruması gereken ceza hukuku, cezalandırma hukuku mantığıyla sürmektedir. TMK vatandaşın değil devletin çıkarını korumak üzerine kurulu bir anlayışla muhalif ya da hoşa gitmeyen davranışta bulunan herkesi “terörist” yapmaktadır. Kaldırıldığı iddia edilen Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin esasında sadece adı değişmiştir. Özel yetkili savcılar ve Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM) adı altında geçmişin kanuni ancak hukuksuz düzeni sürmektedir. Türkiye ile parçası olmaya çalıştığı Avrupa hukuk sistemi arasında en ciddi sorun yaratan kurum haline gelen ÖYM’ler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde verilen ihlal kararlarının baş aktörüdür. Korkuyu egemen kılan TCK ile TMK’nin çağdaş insan hakları ve hukuk normlarına uygun hale getirilmesi, yargıya güvenin yıpranmasına neden olan ÖYM’lerin kaldırılması gerektiğini vurgulamakta fayda var.
“Derin devletle hesaplaşma fırsatı kullanılmak istenmiyor”
Yargılandığım mahkemede yaptığım savunmamda da belirtmiştim, sizlerin karşısında da tekrar etmek istiyorum. Polis ve yargı kaynaklı bu haksızlıkları görünür hale getiren Ergenekon ve türevi soruşturmalar kanlı, kirli ve karanlık bir geçmişi barındıran Türkiye derin devletini konu edinmiyor. Bu soruşturma ve davaların tek etkin gücü olan güvenlik bürokrasisini ele geçirmiş, etkinliğini giderek fazlalaştıran ve yargıda da uzantıları olan bir Gülen cemaatinin kimi mensupları hedefine koyduğu her kişi, kurum ve kuruluşu, bir takım derin devlet artığı ve darbeciyle birlikte Ergenekon ve türevi dava ve soruşturma torbalarına doldurmaya çalışıyor. Türkiye derin devletiyle hesaplaşma fırsatı bir kez daha kullanılmak istenmiyor.
Daha kötü olansa ciddi hukuki sorunlar ve kuşkular barındıran bu yargı süreci demokrasi ve sivilleşme mücadelesi olarak gösterilmek isteniyor. Derin devlet ya da darbeler soruşturuluyor denirken derin devletin ve darbelerin mağdurlarına söz hakkı tanınmıyor. Ne gözaltında kayıplar, ne faili meçhul cinayetler, ne kitle katliamları ne de 30 yıldan uzun zamandır Kürtlerle sürdürülen savaşın yarattığı hak ihlalleri soruşturma konusu ediliyor.
“Eski rejimin sahiplerinin yaşattığı haksızlıkların benzeri”
Tartışmalı kimi soruşturmaları yöneten ve yönlendiren güç olan Gülen cemaatinin güvenlik bürokrasisindeki kimi mensupları rövanşist bir tutumla hem geçmişin intikamını alıyor hem de siyasi muhaliflerini ortadan kaldırmaya çalışıyor. Kendilerini iyilik hareketi olarak göstermeye çalışan, Müslüman dindar bir sivil toplum örgütü olduğunu iddia eden bu cemaatin neden bu tür komplolar peşinde olduğu, Türkiye’nin militer iki gücü olan polis teşkilatı ve ordu içinde örgütlenmeyi niçin bu kadar çok istediği izaha muhtaçtır.
Aynı şekilde kimlerden oluştuğu, kaç kişi oldukları, finans kaynakları ve hacmi, devlet bürokrasisinde neden bu kadar çok örgütlenmeyi istedikleri ve en önemlisi neden şeffaf olmadıkları da herkes gibi benim de yanıtını aradığım sorulardır. İşte bu sorulara yanıt bulmaya çalıştığımdandır ki Türkiye’de eski rejimin sahiplerinin yaşattığı haksızlıkların bir benzerini yeni sahiplerince ve daha vahşice yaşatılanlardan biri oldum. Karşısında olduğum, kimi aktörlerince hedef alındığım bir zihniyete mensup olmakla suçlandım.
“Özlemini sürdüğümüz bir hayat”
Her şeyin farkındayız. Her ne kadar mümkün olmasa da, Türkiye’de kendisinin onaylamadığı düşünceleri daha zihindeyken yok etmeye çalışan, ifade edilmesini istemeyen baskı, şiddet ve zulümle korku salarak varlığını sürdürmeye çalışan bir rejimin inşa edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Hiçbir diktatörlüğün gelip geçici heveslerle ya da rastlantı sonucu doğmadığını da biliyoruz. Bu yüzdendir ki giderek bir dikta rejimini andıran Türkiye’deki gücün şimdiki sahiplerine zulümlerin uygulayıcıları ile savunucularına hatırlatmak gerek; kendisinin tutuklanmasına yol açan alıntıyı yaptığımız Havel 11 yıl sonra 1989’da, “İmkânsızı başarmak ahlak ve politikayı birleştirmek istiyorum” sözlerini yıkılan rejimin ardından cumhurbaşkanlığı görevine başlarken söylemişti.
Bunca baskı ve zulümden iktidarın sahiplerinin korktuğu bizlerinse özlemini çektiğimiz, mücadelesini sürdürdüğümüz bir hayatın çıkacağını burada bir kez daha tekrarlıyorum.
AP’de temsil edilen üçüncü büyük grup olan 106 üyeli grupta yaptığı konuşmada Türkiye’deki yargı mekanizmasının gazeteciler ve toplumun geneli üzerinde ifade özgürlüğünü kısıtlayacak bir baskı aracına dönüştürüldüğünü anlatan Şık, parasız eğitim isteyen öğrencilerden, yaylasına yapılacak hidroelektrik santralini engellemek isteyen köylülere kadar herkesin bu baskıdan payını aldığını anlattı.
Konuşmasına Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 13 Nisan 2011’de Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde, kitapları bombaya benzettiği konuşmasından alıntı yaparak başlayan Ahmet Şık, Türkiye’deki ifade özgürlüğü sorununun görünür hale gelmesinde tutuklu gazeteciler sorununun ve kendi tutukluluğunun rolü olduğunu belirterek “Evet, bir yıl dört duvar arasında kaldım ama bu sorunları görünür hale getirmesi açısından tutuklanmam hayırlı oldu” dedi.
TUTUKLU OLMADIĞI HALDE TUTUKLU GAZETECİLER
Türkiye’de gazetecilerin yargılandığı davalarda bizzat gazetecilik faaliyetinin yargılandığını da anlatan Şık, Türkiye’de tutuklu gazetecilerden daha büyük olan sorunun “tutuklu olmadığı halde tutuklu olan gazeteciler” olduğunu şu sözlerle anlattı:
“AKP ve iktidarın görünmeyen ortağı Gülen cemaatine karşı eleştirel tutum takınan, yürütülen politikalara muhalif bir duruş sergilemeye çalışan birçok gazeteci ya işinden olmuş ya da otosansürle susmak zorunda kalmıştır.
Ruşen Çakır, Nuray Mert, Çiğdem Anad ve hatta iktidar partisine yakın Mehmet Altan bile hafif bir eleştiri yapınca işlerinden atılanlardan bazılarıdır. İfade özgürlüğü ve medyaya yönelik baskılarla ilgili bu sorunu yaratanların sizlere söylediği yalanlara lütfen inanmayın.”
TERÖRİST KILIFI UYDURULUYOR
Çekoslovakya’nın eski devlet başkanı, yazar Vaclav Havel’in 1978’de yazdığı ve tutuklanmasına neden olan “Güçsüzün Gücü” başlıklı makaleden alıntı yapan Ahmet Şık, Havel’in “Yönlendirilmek için kullanılan iktidar gücü, halkın gücünü kullanması olarak nitelendiriliyor. İktidar gücünün keyfi kullanımı yasaların uygulanması oluyor. Baskı kültürü gelişme adıyla paketleniyor. İfade özgürlüğünden yoksun bırakmak özgürlüğün en ileri noktası diye yansıtılıyor…” sözlerinin muhalif kimliğe sahip olan hemen herkesin “terörist” kılıfı uydurularak özgürlüklerinden alıkonulduğu birçok davada yaşananları bire bir anlattığını dile getirdi.
Gazetecilerden, öğrencilerden, köylülerden, Büşra Ersanlı’dan, Ragıp Zarakolu’dan, Muharrem Erbey’den terörist yaratan, milliyetçi eski bir polis müdürünü aşırı sol örgüt üyesi sayan bir yargının Hrant Dink olayında ne terör örgütü ne de terörist bulamamasındaki çelişkiye dikkat çeken Ahmet Şık, sözlerine, “Türkiye’de ülkeyi yönetenlerin vatandaşlarına layık gördüğü adalet sisteminin yarattığı hukuki sorunlar yüzünden artık yargısız, soruşturmasız, davasız geçen bir tek günümüz yok” diyerek devam etti.
’İYİLİK HAREKETİ NEDEN POLİSTE VE YARGIDA ÖRGÜTLENİR?’
Konuşmasında, AKP’ iktidarının gizli ortağı olarak nitelendirdiği Gülen Cemaati’nin yargı ve emniyet içindeki örgütlenmesi sayesinde hem geçmişin intikamını aldığını, hem de siyasi muhaliflerini yok etmeye çalıştığını belirten Şık, kendisini “Müslüman dindar bir sivil toplum örgütü” olarak nitelendiren bu cemaatin “neden bu tür komplolar peşinde olduğu, Türkiye’nin militer iki gücü olan polis teşkilatı ve ordu içinde örgütlenmeyi niçin bu kadar çok istediği izaha muhtaçtır” dedikten sonra, bu ve benzeri soruları sorduğu için cemaat tarafından hedef alındığını belirtti. “Bunca baskı ve zulümden iktidarın sahiplerinin korktuğu bizlerinse özlemini çektiğimiz, mücadelesini sürdürdüğümüz bir hayatın çıkacağını burada bir kez daha tekrarlıyorum” diyen Ahmet Şık, konuşmasının sonunda, cezaevinden çıktıktan bir kaç gün sonra bir taksi şoförüyle yaşadığı diyaloğu da aktardı. “Ne iş yapıyorsunnuz?” diye soran sürücüye “gazeteciyim” dediğinde, taksi şoförünün kendisini “Abi dkkat et seni de almasınlar” diye uyardığını anlatan Şık, "ama aldılar" cevabıyla parlamenterleri epey güldürdü.
İŞTE AHMET ŞIK’IN KONUŞMASININ TAM METNİ :
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 13 Nisan 2011’de şu an bulunduğumuz çatının bir parçası olan Strasbourg’taki Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde kendisine yöneltilen bir soruyu şöyle cevaplamıştı:
“Bu kitapları toplatan ben değilim. Tutuklanan medya mensuplarının elindeki belge ve bilgilerin ardında bir şey var ki yargı hemen tedbir istiyor. Bakın bir örnek vereyim. Bombayı kullanmak suçtur. Bombanın hazırlanmasında kullanılan malzemeleri kullanmak da suçtur. Bunun ihbarı gelmişse güvenlik güçleri bunu toplamaz mı?”
Hatırladığınız üzere Erdoğan’ın, kitapları bombalara benzettiği bu konuşmayı yapmasına neden olan soru, tutuklanıp bir yıldan fazla hapishanede kalmama neden olan yazdığım bir kitapla ilgiliydi. İlginçtir kendisi de bir dönemin muktedirleri tarafından sakıncalı ilan edilmiş, okuduğu bir şiir yüzünden hapis yatmış olan Avrupa Birliği üye adayı Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Erdoğan, yaşadığım haksızlığı kitapları bombaya benzeterek beni ve birçok meslektaşımı da “terörist” olarak suçlayarak savunmaya çalıştı. Çok üzücüdür ki hâlâ da öyle yapıyor.
Aradan bir yıldan uzun bir zaman geçti. Bu arada bombayla eşit tutulan, yasadışı silahlı örgüt üyesi olduğum yalanının kanıtı olarak sunulan, yayınlanmadan yasaklanarak imha edilmeye çalışılan kitabım, tüm tehdit ve yasaklamalara rağmen bir sivil itaatsizlik eylemiyle önce internetten kısa sürede on binlerce kişi tarafından indirildi. Sonrasındaysa kitabım 125 yazarın ortak imzasıyla yayınlandı. Erdoğan’ın “terörist” olmakla suçladığı kişi olarak 376 gün süren bir esaretin ardından şimdi karşınızdayım.
"Beni terörist, kitabımı da terör propagandası diye niteleyenler umarım biraz utanıyordur"
Kiminizin diplomatik yollarla, kiminizin hukuk ve demokrasi normları üzerinden yönelttiği eleştirilerle ve bazılarınızın esir tutulduğumuz Silivri’deki o soğuk duvarların arasında içimizi ısıtan ziyaretleriyle yaşadığım haksızlığın son bulmasından sonra yeniden özgürlüğün tadını çıkardığım şu günlerde karşınızdayım. Hepinize merhaba diyerek bu çabalarınız için teşekkür ediyorum. Beni terörist, düşüncelerimi ifade etmeye çalıştığım kitabımı da terör örgütü propagandası olarak niteleyenler umarım bugün biraz da olsa utanıyorlardır.
Bugün Türkiye’de sivilleşme, demokratikleşme, geçmiş dönemin darbeleriyle, 12 Eylül ile hesaplaşma gibi yalanlar havalarda uçuşurken Türkiyeli meslek örgütlerine göre 102, çeşitli uluslararası basın örgütlerine göre de 50 ila 80 arasında gazeteci demir parmaklıklar ardında. Zaten benim burada bulunma nedenim de yakın zamana dek o tutsaklardan birisi olmamdı.
Bilmelisiniz ki Türkiye’nin tutuklu gazetecilerden ziyade tutuklu olmadığı halde tutuklu olan gazeteciler sorunu da büyüktür. AKP ve iktidarının görünmeyen ortağı Gülen cemaatine karşı eleştirel tutum takınan, yürütülen politikalara muhalif bir duruş sergilemeye çalışan birçok gazeteci ya işinden olmuş ya da otosansürle susmak zorunda kalmıştır. Ruşen Çakır, Nuray Mert, Çiğdem Anad ve hatta iktidar partisine yakın Mehmet Altan bile hafif bir eleştiri yapınca işlerinden atılanlardan bazılarıdır. İfade özgürlüğü ve medyaya yönelik baskılarla ilgili bu sorunu yaratanların sizlere söylediği yalanlara lütfen inanmayın.
İfade özgürlüğü sorununu görünür hale getirense elbette tutuklu olan gazeteciler. Ben ve Nedim Şener’in tutuklanması bu sorunu görünür hale getirdi. Bir de Türkiye’de polis ve yargının tasarruflarının şirazesinden çıktığını kanıtladı. Evet, bir yıl dört duvar arasında kaldım ama bu sorunları görünür hale getirmesi açısından tutuklanmam hayırlı oldu.
“Gazeteciler değil, gazetecilik yargılanıyor”
Şu kesin ki sanıklarının gazeteciler olduğu davaların birçoğunda sadece gazeteciler yargılanmıyor. Bizzat gazetecilik faaliyetleri yargılanıyor. Gazetecilik faaliyetlerinin yargılamadığı yalanına rağmen açılan soruşturma ve davalarda tıpkı bana olduğu gibi tutuklu birçok meslektaşıma da savcılar ve hâkimler esas olarak mesleğimizle, haber kaynaklarımızla ilgili sorular sordular. Türkiye’de sadece gazetecilerin ifade özgürlüğü ve mesleki faaliyetleri değil, bir toplumun bilgiye ulaşma özgürlüğü engelleniyor. İfade özgürlüğü yasal kılıf uydurularak bir kez daha ihlal ediliyor. Yasaların koruması altında olan, gazetecinin haber kaynağının gizliliği ortadan kaldırılıyor. Haberciliğin, gazetecilik faaliyetlerinin sınırlarını, yazılacak kitapların konusunu, polisler, savcılar, siyasetçiler belirlemek istiyor.
Oysaki gazetecinin susturulması halkın susturulması demektir. Ve sessizlik sadece totaliter rejimlerin, korku ve baskıyla hükmünü sürdüren iktidarların vazgeçilmez silahıdır. O halde soruyorum; bu kuralların geçerli kılınmaya çalışıldığı ülkemin rejiminin adına demokrasi mi yoksa adaleti ortadan kaldırarak endişe ve paranoyanın topluma hâkim kılınmak istendiği bir korku diktatörlüğü mü diyeceğiz?
“Sözünü sakınmayanlar ‘terörist’ olarak suçlanıyor”
Türkiye’de cezaevleri ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gerekirken “terör” kılıfı uydurulan suçlamalarla “terörist” denilerek özgürlükleri gasp edilen tutsaklarla dolu. Talepleriyle ilgili barışçıl protesto gösterileri yapan 500’den fazla öğrenci de bunlara dâhildir. Ama giderek daha fazla otoriterleşen bir baskı rejiminde gücü elinde tutanların, iktidarlarıyla suç ortaklığı yapmayan, sözünü sakınmadan konuşup yazarak gerçekleri dile getirenleri gazeteci değil de terörist olarak suçlaması olağandır.
Sözlerime bir alıntıyla devam etmek istiyorum:
“Totaliterliğin yeni yüzü insan hayatının her alanına dokunuyor. Sistemin ikiyüzlülüğü ve yalanları hayatımızın her köşesine siniyor. Bireyin kıyasıya aşağılanması, özgürleştirilmesi kisvesiyle sunuluyor. İnsanları bilgiden yoksun kılmak, bilginin yaygınlaştırılması diye adlandırılıyor. Yönlendirilmek için kullanılan iktidar gücü, halkın gücünü kullanması olarak nitelendiriliyor. İktidar gücünün keyfi kullanımı yasaların uygulanması oluyor. Baskı kültürü gelişme adıyla paketleniyor. İfade özgürlüğünden yoksun bırakmak özgürlüğün en ileri noktası diye yansıtılıyor… Bu sistem kendi yalanlarının kölesi olduğu için her şeyi çarpıtmak zorunda. Geçmişi çarpıtıyor. Şimdiyi çarpıtıyor. Geleceği çarpıtıyor. İlkeleri olmayan ve hayatın her alanına sızan bir polis devleti olmadığını iddia ediyor. Bu sistem insan haklarına saygılıymış rolünü yapıyor. Kimseye en ufak bir baskı uygulamıyormuş rolünü oynuyor. İnsanlar bu yalanla yaşamak zorunda değil.”
Çok tanıdık ve bugünlerde ülkemde yaşamakta olduğumuz zulmü anımsatan bu satırlar bana ait değil. Bahsi geçen yer de Türkiye değil. Güçsüzün Gücü başlıklı bu makaleyi kaleme aldığı için Vaclav Havel, 1978 Çekoslovakyasında tutuklanmış, ülkesine dair gerçekleri dile getirdiği için tutsak edilmişti.
Bizler ise, 2012 yılında ve Türkiye’de yaşayan vatandaşlarız. Düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gereken çalışma ve eylemlerin “terör faaliyeti” olarak adlandırıldığı, gazetecilerin, yazarların, yayıncıların, akademisyen ve öğrencilerin kısaca fikirlerini ifade eden her kesimden muhalif kimliğe sahip olan hemen herkesin “terörist” kılıfı uydurularak özgürlüklerinden alıkonulduğu birçok davada, Havel’in makalesinde anlattıkları bizlerin neler yaşadığımızı da çok doğru dile getiriyor.
“Görevi kargaşaya son vermek olan hukuk, bizzat kargaşa yaratıyor”
Ne acı ki adalet, adaletsizliğin suretinde görünür kılınıyor ülkemde. Görevi kargaşaya son vermek olan hukukun kendisi bizzat kargaşa yaratıyor. Çözüm diyerek ürettiği her çare yeni bir hukuki kargaşanın, çifte standardın ve hak ihlalinin nedeni oluyor. Türkiye’de soruşturmaların, davaların ve mahkeme kararların bu kadar çok tartışıldığı ve herkesin üzerinde akıl yürüttüğü ve elbette adalet duygusunun bu kadar çok zedelendiği böyle bir dönem yaşanmamıştır.
Türkiye’de isimlerini sayamayacağım kadar çok gazeteci yazdıkları kitaplar, haberler ve çektikleri görüntülerden; Ragıp Zarakolu gibi ömrünü demokrasi ve barış mücadelesine adamış bir yayıncı yasal bir partinin siyaset akademisinin kokteylinde açılış konuşması yapmaktan; Büşra Ersanlı gibi bir akademisyen toplumsal cinsiyet konulu ders vermekten; elma soymak için dahi çakı taşımamış olan, çocuk kitapları kaleme alan, Kürt sorununa barışçıl çözüm aramayı kendine dert edinen Muharrem Erbey gibi insan hakları savunucusu bir avukat şiddet kışkırtıcılığından; öğrenciler konser bileti satmak ya da parasız eğitim talep etmekten; köylüler yaşadıkları yerlerdeki doğa tahribatına neden olacak baraj projelerine karşı çıkmaktan terörist olarak cezaevinde. Hatta pişmanlık duyduğunu açıklasa da geçmişinde işkencecilik sicili bulunan, milliyetçi bir polis müdürü de esasında yazdığı bir kitaptan görünüşte ise sosyalist bir örgütün üyesi olmaktan tutuklu bulunuyor.
Genel anlayışı yansıtan bu saydığım bir kaç örnekten kolaylıkla terör örgütü ve terörist bulan Türkiye yargısı kanı hâlâ kurumayan Hrant Dink’in cansız bedeninden devletin kendisinin bizatihi katil olduğu bilindiğinden olsa gerek ne terör örgütü ne de terörist bulamıyor. Bulmak istemiyor.Anlayacağınız Türkiye’de ülkeyi yönetenlerin vatandaşlarına layık gördüğü ceza adalet sisteminin yarattığı hukuki sorunlar yüzünden artık yargısız, soruşturmasız, davasız geçen bir tek günümüz yok. Her gün hem şaşkınlığımıza ve hem de öfkemize bir yenisini ekleyen absürtlüklerle karşı karşıyayız. Kurulu düzenin bileşenlerini oluşturan AKP ile iktidarının gayrı resmi ortağı Gülen cemaatine muhalif olan her kesimden insan terörist olmak ya da terör faaliyeti yürütmek bahanesiyle ya cezaevlerinde ya da tutuklama tehdidiyle yaşamak zorunda. Gülen cemaatinin örgütlenmesinin etkinliğinde bulunduğu artık herkesçe bilinen polisin rövanşist siyasi hesaplarla yaptığı operasyonlarıyla ve olağan olduğu söylenen dönemin olağanüstü yargısının özel yetkili mahkemeleriyle olağan hayatımızın artık her günü olağanüstü. Öyle ki yaşanan hukuksuzlukları hukuk yoluyla engellemeye çalışmak bile olağanüstü bir cesaret gerektirir hale geldi artık.
“Sorunları mevcut ceza adalet sistemiyle çözmemiz mümkün değil”
Türkiye’de her dönemde güç ve iktidarı elinde tutanın oyuncağı haline gelen, her zaman taraflı ve her zaman siyasal tutum almış olan ve hiçbir zaman bağımsız olmadığını bildiğimiz yargı mekanizması, düşünce ve ifade özgürlüğünün ekseninde yaşanan haksızlıkların baş sorumlularından biridir. Daha net söylemek gerekirse, hoşa gitmeyen her sözü, beğenilmeyen her davranışı ve eylemi terör faaliyeti olarak değerlendiren Türk Ceza Kanunu (TCK) ile Terörle Mücadele Kanunu’ndaki (TMK) düzenlemelerdir. Bu yasal düzenlemeleri aşırı ve abes yorumlarla değerlendirmekte bir sakınca görmeyen savcı ve hâkimlerdir. Bu savcı ve hâkimlerin görev yaptığı Özel Yetkili Mahkemeler’dir. Aklı ve vicdanı olan, hukukun üstünlüğü ve demokrasiye inanan herkesin söylediğini tekrarlamakta fayda var: TCK ve TMK ile Avrupa hukuk normlarını içselleştirmemiş Türkiyeli hâkim ve savcılara egemen olan devlet merkezli zihniyetten kaynaklı uygulamalarının ortaya çıkardığı sorunları, mevcut ceza adalet sistemi içinde çözmemiz mümkün değil.
Bireyin haklarını koruması gereken ceza hukuku, cezalandırma hukuku mantığıyla sürmektedir. TMK vatandaşın değil devletin çıkarını korumak üzerine kurulu bir anlayışla muhalif ya da hoşa gitmeyen davranışta bulunan herkesi “terörist” yapmaktadır. Kaldırıldığı iddia edilen Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin esasında sadece adı değişmiştir. Özel yetkili savcılar ve Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM) adı altında geçmişin kanuni ancak hukuksuz düzeni sürmektedir. Türkiye ile parçası olmaya çalıştığı Avrupa hukuk sistemi arasında en ciddi sorun yaratan kurum haline gelen ÖYM’ler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde verilen ihlal kararlarının baş aktörüdür. Korkuyu egemen kılan TCK ile TMK’nin çağdaş insan hakları ve hukuk normlarına uygun hale getirilmesi, yargıya güvenin yıpranmasına neden olan ÖYM’lerin kaldırılması gerektiğini vurgulamakta fayda var.
“Derin devletle hesaplaşma fırsatı kullanılmak istenmiyor”
Yargılandığım mahkemede yaptığım savunmamda da belirtmiştim, sizlerin karşısında da tekrar etmek istiyorum. Polis ve yargı kaynaklı bu haksızlıkları görünür hale getiren Ergenekon ve türevi soruşturmalar kanlı, kirli ve karanlık bir geçmişi barındıran Türkiye derin devletini konu edinmiyor. Bu soruşturma ve davaların tek etkin gücü olan güvenlik bürokrasisini ele geçirmiş, etkinliğini giderek fazlalaştıran ve yargıda da uzantıları olan bir Gülen cemaatinin kimi mensupları hedefine koyduğu her kişi, kurum ve kuruluşu, bir takım derin devlet artığı ve darbeciyle birlikte Ergenekon ve türevi dava ve soruşturma torbalarına doldurmaya çalışıyor. Türkiye derin devletiyle hesaplaşma fırsatı bir kez daha kullanılmak istenmiyor.
Daha kötü olansa ciddi hukuki sorunlar ve kuşkular barındıran bu yargı süreci demokrasi ve sivilleşme mücadelesi olarak gösterilmek isteniyor. Derin devlet ya da darbeler soruşturuluyor denirken derin devletin ve darbelerin mağdurlarına söz hakkı tanınmıyor. Ne gözaltında kayıplar, ne faili meçhul cinayetler, ne kitle katliamları ne de 30 yıldan uzun zamandır Kürtlerle sürdürülen savaşın yarattığı hak ihlalleri soruşturma konusu ediliyor.
“Eski rejimin sahiplerinin yaşattığı haksızlıkların benzeri”
Tartışmalı kimi soruşturmaları yöneten ve yönlendiren güç olan Gülen cemaatinin güvenlik bürokrasisindeki kimi mensupları rövanşist bir tutumla hem geçmişin intikamını alıyor hem de siyasi muhaliflerini ortadan kaldırmaya çalışıyor. Kendilerini iyilik hareketi olarak göstermeye çalışan, Müslüman dindar bir sivil toplum örgütü olduğunu iddia eden bu cemaatin neden bu tür komplolar peşinde olduğu, Türkiye’nin militer iki gücü olan polis teşkilatı ve ordu içinde örgütlenmeyi niçin bu kadar çok istediği izaha muhtaçtır.
Aynı şekilde kimlerden oluştuğu, kaç kişi oldukları, finans kaynakları ve hacmi, devlet bürokrasisinde neden bu kadar çok örgütlenmeyi istedikleri ve en önemlisi neden şeffaf olmadıkları da herkes gibi benim de yanıtını aradığım sorulardır. İşte bu sorulara yanıt bulmaya çalıştığımdandır ki Türkiye’de eski rejimin sahiplerinin yaşattığı haksızlıkların bir benzerini yeni sahiplerince ve daha vahşice yaşatılanlardan biri oldum. Karşısında olduğum, kimi aktörlerince hedef alındığım bir zihniyete mensup olmakla suçlandım.
“Özlemini sürdüğümüz bir hayat”
Her şeyin farkındayız. Her ne kadar mümkün olmasa da, Türkiye’de kendisinin onaylamadığı düşünceleri daha zihindeyken yok etmeye çalışan, ifade edilmesini istemeyen baskı, şiddet ve zulümle korku salarak varlığını sürdürmeye çalışan bir rejimin inşa edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Hiçbir diktatörlüğün gelip geçici heveslerle ya da rastlantı sonucu doğmadığını da biliyoruz. Bu yüzdendir ki giderek bir dikta rejimini andıran Türkiye’deki gücün şimdiki sahiplerine zulümlerin uygulayıcıları ile savunucularına hatırlatmak gerek; kendisinin tutuklanmasına yol açan alıntıyı yaptığımız Havel 11 yıl sonra 1989’da, “İmkânsızı başarmak ahlak ve politikayı birleştirmek istiyorum” sözlerini yıkılan rejimin ardından cumhurbaşkanlığı görevine başlarken söylemişti.
Bunca baskı ve zulümden iktidarın sahiplerinin korktuğu bizlerinse özlemini çektiğimiz, mücadelesini sürdürdüğümüz bir hayatın çıkacağını burada bir kez daha tekrarlıyorum.