24 Ağu 2012 01:00
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 14:03
AYŞE ARMAN: ''SEVGİLİME DUYDUĞUM AŞK TACİZCİLERİMİ PES ETTİRDİ!''
Medya dünyasının sadece yazı ve röportajlarıyla değil, açıklamalarıyla da gündem yaratan cesur kalemi Ayşe Arman, Medyaradar'ın usta röportajcısı Yüksel Şengül'e konuştu...
Kalemiyle güzelleşen, farkedilen, sevilen bir gazeteci Ayşe
Arman... Cesaretine, özgürlüğe ve mesleğine olan aşkına,
konuşmalarına her zaman hayranlık duydum... Ve geçen hafta
buluşunca ‘ego’lardan habersizliğine, göz kamaştıran sevimliliğine
ve zekasına hayranlığım bir kat daha artıverdi...
Basın tarihine baktığımızda ‘ilk kadın gazeteciler’imizi minnetle anıyoruz... Ancak siz de bu ülkede kadın gazeteci olarak kadınlarımızı sürekli yüreklendirdiniz. Onlara, cesaretle ‘esarete baş kaldırı’yı, ‘tabuları yıkma’yı öğrettiniz, ‘haklarını’ öğrenmelerini sağlamaya çalıştınız ve çalışmaktasınız. Bu ülkede siz de bir ‘ilk’siniz ve ilk olmanın zorluklarını kim bilir, nasıl yaşadınız... Bu konuda neler söylemek istersiniz?
- Estağrufullah! Ben büyük acılar yaşamadım. Derdim, daha çok kendimleydi. Hala öyle. İşime bakıyorum. İş şeyler yapmaya çalışıyorum. Çoğunlukla da beğenmiyorum.
Neden?
- Bilsem. Bu bir hastalık. Ya da güvensizlik. Ama öyle. Hep “Daha iyi olabilirdi” diye içim içimi yiyor. Birileri, “Şu işini sevdim” dediğinde bile, ben “Şu soruyu da sormalıydım, başlık şöyle olmalıydı, girişi şöyle yazmalıydım” diyorum. Ya da artık o röportajla ilgili değilim, duymuyorum bile, bir sonraki iş için kara kara ne yapacağımı düşünüyorum.
Kendinizi hala yolun çok başında hissediyorsunuz yani…
- Aynen. “Tabu yıktım, kadınlara esarete baş kaldırmayı öğrettim, haklarını anlatmaya çalıştım” modunda değilim. Haşa! Haddimi bilirim. Ama planlamadan, proje haline getirmeden, olduğum gibi, kendiliğinden samimi duygularımla, kadınların işine yarayan bazı şeyler yapmış olabilirim. Öyleyse de sevinirim, bu güzel bir şey. Onlara yalnız olmadıklarını hissettirmişimdir belki. Ama bu tek yanlı işleyen bir mekanizma değil, ben de kendimi yalnız zannedip yazdığım bir takım şeylerden sonra, aldığım maillerle yalnız olmadığımı görüyorum ve çok seviniyorum. Okurlarımla kurduğum ilişki de benim gibi: Direkt, yalın ve samimi.
Peki çekindiğiniz, yıldığınız, korktuğunuz anlar olmadı mı hiç?
- Oldu, oluyor. İşimi istediğim gibi yapmama engel olan herkesten nefret ediyorum! Beni yıldıran o. Onları öldürebilirim. Çünkü o anda o işten, o haberden, o röportajdan daha önemli hiçbir şey yok benim için. Röportajını yaptığım işin bir prodüksiyon bütçesi varsa, onu vermemek için zorluk çıkarandan, iyi fotoğraf çekemeyenden, sayfayı istediğim kadar yaratıcı yapamayandan, bana istediğim ölçüde yer vermeyenden, haberimi adam gibi gösteremeyenden ve o haberi, o röportajı hayal ettiğim kadar iyi toparlayamadığım için kendimden nefret ediyorum.
O kadar tutkulusunuz…
- Hem de nasıl! Ben de şaşırıyorum her hafta bıkmadan nasıl yapıyorum diye. Ama yapıyorum. Yoksa diğer meslektaşlarım, hatta yöneticilerim bile umurumda değil. Bir gün de “tak” diye bırakmayı hayal ediyorum. Büyük aşklar öyle biter. Sürünmez.
Seveniniz de var, söveniniz de... Peki, sizi taciz edenlere karşı korumanız var mı?
- Yok canım ne koruması! Taciz eden filan da yok! İşimi yaparken “taciz”ci benim. Bütün sayfa sekreterleri benden nefret ediyor, sayfayı otuz kere görmek istiyorum, kopamıyorum, resmen onları taciz ediyorum! Benimle çalışmak zor: Yazıları geç veriyorum. İşe yapışıyorum. Ama bir de başka bir kadın var, gazeteci olmayan Ayşe. Bakın, o kadın tatlı bir kadın. Gayet sıradan, biraz deli ama iyi kalpli.
Kendi kendinizi korumak için aldığınız özel bir önlem bulunuyor mu?
- Kimden koruyacağım ki? Bana daha fazla iş yükleyenlerden korumam lazım! Çünkü “hayır” deme huyum yok, her şeye “tamam” diyorum. Bir gün “Buraya kadarmış!” diyeceğim. Ama daha ona çok var.
‘Kalem gücü’ çok başka bir güçtür. Bunun ne denli sihirli ve büyülü bir güç olduğunu meslektaşlarımız daha iyi bilir. Meslekte herkes güzel yazmak ister ama sadece ‘ister’ ve bazıları gibi asla yazamaz. Siz, o mutlu azınlık içindesiniz…
- Yine estağfurullah! Kalem gücüm filan olduğunu düşünmüyorum. Konuşur gibi yazıyorum. Derin bir Türkçe bilgim de yok. Ama duygularımı ifade etmekten çekinmiyorum. Bir de sürekli soru soruyorum. Yazarken ya da sorarken utanma duygum yok, bana normal geliyor. Ama ben gazetecilik yapmadığım zamanlarda da soruyorum. Çünkü merak ediyorum. Benimle tatile gitmek de fena, canım sıkıldıkça daha fazla soruyorum, deştikçe, deşiyorum. Son tatilimizde, teknede ağlayanlar oldu. Merak her zaman iyi bir şey değil, bazen farkında olmadan derinlerdeki bir acıyı, bir duyguyu çıkartıyorsunuz. Ama bu meslekte de şart.
Yazı yazma hikayenizi, yazılarınızla ilgili sizi ilk yönlendirenleri, yüreklendirenleri, örnek aldıklarınızı merak ediyorum doğrusu...
- Ben şanslıydım, şahane gazetecilerle çalışma fırsat buldum. Çıplak yazı yazmayı, kendim gibi olmayı Muhittin Sirer’den öğrendim. İlk editörlerimden biri, onun gibisini de görmedim zaten. Galiba beni bir şablona oturtmanın zor olduğunu çok erken fark etti “İçinden geldiği gibi yaz” dedi. Durdurmadı. Önerdiğim konuları da saçma demedi. Bir kalıba sokmaya çalışmadı. Mehmet Yılmaz da benim için önemlidir, o da bana inandığını hep hissettirdi. Aynı şekilde Ertuğrul Özkök. Ondan da tonla şey öğrendim. Neyyire Özkan’ın ekibinde yer almak da müthiş bir deneyimdi. Özlüyorum o günleri. Çünkü sonsuza kadar çalışır, hep yeni fikirlerin peşindedir. Bütün bu insanların ortak özelliği de bu meslekten çok ama çok heyecan duyuyor olmaları.
Genelde ‘ilk’lerde yaşanan hüsranlar da vardır. Mesela Sezen Aksu’nun ilk 45’lik plağının 17 adet satması gibi. Başarısız olan ilk yazılarınızdan hatırladıklarınız var mı?
- Mutlaka tonla vardır da, şu anda hatırlamıyorum. Zaten hiçbir zaman geçmişle ilgilenmedim, hep önüme baktım. Hatalarımdan ders almaya çalıştım. Becerdim mi bilemiyorum.
Ayşe Hanım, Türk basınında kadın olmak avantaj mıdır, dezavantaj mı?
- Erkek egemen bir meslek olduğu için, medyada kadın olarak daha çok dikkat çekiyorsunuz. “Az”lar arasında kendini gösterebilmek. Bu açıdan bir avantaj. Ama yine de “iyi iş”in cinsiyeti yok, “iyi iş getirenin” de.
Basın okullarında size özenen, sizi örnek alan gençlere ne tavsiye edersiniz?
- İyi bir temel eğitim almak şart. Basın Yayın, benim zamanımda çok parlak bir eğitim vermiyordu. Bu mesleği, hep tutkuyla, aşkla ve bitmez tükenmez bir öğrenme arzusuyla yaptığım için ayakta kalabildim. Bence bir sır varsa bu: Tutkuyla yaptığın işi bulacaksın, seni heyecanlandıran şeylerin peşinde koşacaksın. Aşk duyduğun işe, adama sarılacaksın. Gerisi palavra. Fasa fiso. Gelip geçiyor, sadece kalbimizi hızlı attıran şeylere bağlı kalıyoruz. Bir de sabırlı olmak gerekiyor, küt diye hiçbir şey olmuyor. Ben “Üç günde oldum” diyeni gördüm. Oysa kimse, üç günde, üç yılda, hatta otuz yılda olmuyor. Ya da ben salağım böyle düşünüyorum.
Bugüne kadar yazılarınıza müdahale edildi mi?
- Edilmedi. Bazı röportaj önerilerim için, “Yapmasan iyi olur şu dönemde” dendi. En fazla o olmuştur.
Yazıya küstüğünüz, “Vazgeçtim, artık yazmayacağım” dediğiniz bir olay oldu mu hiç?
- Asla.
Türk basını size göre de en zor döneminden mi geçiyor? Bildiğiniz gibi pek çok gazeteci ve yazar Silivri’de cezaevinde... “Beni de sabaha karşı evime gelip alırlar mı acaba?” endişesine kapıldığınız oldu mu hiç?
- Valla, “Böyle bir endişem var” desem gülerler! Ama özgürlüklerin kısıtlandığı, insanların kendilerini diledikleri gibi ifade edemedikleri bir dönemden geçtiğimiz su götürmez. Ben çok siyasi yazılar yazmıyorum. Yine de hepimiz, ülkenin siyasi ikliminden etkileniyoruz. Ve giderek artan muhafazakarlaşmadan. Türkiye’nin üzerinde korku bulutları dolaşıyor, bu durumu değiştirebilmenin tek yolu da, susmamak, sinmemek, hep devam etmek.
Oda TV davasında Silivri Cezaevi’nde yatan Müyesser Yıldız’la konuşmuştunuz. Cezaevinde bir kedisi olsun istemişti. Ne yapıyor şimdi Müyesser Hanım, haber alıyor musunuz?
- Tabii, tabii. Geçen gün Silivri’deki Balyoz duruşmasında birlikteydik. Yanyana izledik. Hatta elleri, kolları kedisinin tırmıklarıyla doluydu, kedisiyle büyük aşk yaşıyor. Biraz kilo almış. İçeride olanlara destek veriyor. Çok saygı ve hayranlık duyduğum biri Müyesser Yıldız.
Siz, yalnız kalemi değil, kendisi de güzel bir kadınsınız. Okur hayranlarınızdan kim bilir ne mesajlar, mektuplar, teklifler alıyorsunuz... Aralarında bizimle paylaşacağınız ilginçlikte olanları var mı?
- Arada benimle ilgili değerli fantezilerini paylaşanlar çıkıyor ama genel olarak sevgilime duyduğum aşk, onları pes ettirdi! Üzgünüm, çok ilginç şeyler yok.
Evlisiniz ama size hala evlilik tekliflerinin geldiğini duyuyorum, doğru mu?
- Yok canım. “Sevgilim” diye yazdığım için Ömer’in kocam olduğunu bilmeyenler var, görüşmek, buluşmak filan istiyorlar. Ama gazetelerde yazan bütün kadınların vardır öyle platonik hayranları.
Ayşe Arman bedeniyle barışık, kendiyle barışık bir kadın... Mesela, kürtaj konusunda yine yazılarınızla kadınlara önder oldunuz, yetmedi, “Benim bedenim, benim kararım” kampanyası için soyundunuz…
- Ona pek “soyunmak” denmez. Üzerimde, spor yaptığım zaman giydiğim tayt ve atlet vardı, atleti göğsümün üzerine kadar sıyırdım. Hani straplez elbise giyersin ya öyle. Fotoğrafçı arkadaşım Emre Yunusoğlu da, evdeki beyaz store perdenin önünde fotoğraflarımı çekti. Bu kadar abartılacağını asla tahmin etmedim. Bianet’in kampanyasında daha ne fotoğraflar vardı tartışılabilecek, insanlar nasıl yaratıcı fotoğraflar çekmişler, benimkinin lafı bile edilmez! 15 dakikada çektik, çünkü başka bir röportajdan gelmiştik, vakit yoktu, o cümleleri de göz kalemiyle yazdım. Ama işte “Ayşe soyundu” oldu. Çok da umurumda değil. Burada önemli olan verilen mesajdı, anlayan anladı zaten…
Bir kadının “soyunması” o konuya daha mı dikkat çekilmesini sağlıyor?
- Katılmıyorum şart olan asla soyunmak değil, şart olan fotoğrafın ilginç olması, insanların ilgisini yakalayabilmesi. Üstelik kadın-erkek fark etmiyor. “Benim bedenim, benim kararım” önemli bir kampanya, binlerce kadının katıldığı bir kampanya. Onların peşinden, “Karımın bedeni, karımın kararı”, “Sevgilimin bedeni, sevgilimin kararı” diye pek çok erkeğin de dahil olduğu bir kampanya. Bu insanlar bir şey söylüyor. “Benim bedenim üzerinde kimsenin tasarruf hakkı olamaz” diyor. Direnmek böyle olur, susmamak böyle olur. Bianet’i tekrar böyle bir kampanya başlattığı için kutluyorum.
Sizin fotoğrafınızdan sonra Cüneyt Özdemir, twitterdan şu açıklamayı yaptı: “Bedenim benimdir bahanesiyle her fırsatta soyunup bizlere teşhir etmelere doyamıyorsan, o beden pek de senin olmuyor artık. Yahu ciddi bir kürtaj tartışması var, hemen işi soyunmaya getirip fırsat bu fırsat çıplak poz verip ‘bedenim benimdir’ demek, ne demek?”
- O adama söylenecek bir şey yok. Ne söylesen nemalanmaya çalışacak, bırakın kendi çukurunda boğulsun. Zaten birileri ilgi göstersin diye ölüyor. Boş verin.
Gerekirse kürtaj olma kararını verebilir misiniz?
- Doğum kontrolü uyguluyorum, normal şartlarda hamile kalmam. Ama ola ki kaldım, bilmiyorum ne yapacağımı. Tek istediğim, bunun kararının bana bırakılması. Devletin müdahale etmemesi. Ama zaten kürtaj olacak bir hastane bile bulamayabilirim. O hale geldik!
Geçmişte kürtaj oldunuz mu?
- Evet çok gençken oldum. Bir kadının kürtaj olurken neler hissettiğini de gazeteye yazdım. İnanılmaz bir suçluluk duygusu ve yalnızlık ve acı.
Ayşe Arman’a göre ‘seks’ hala Türkiye’nin tabusu mudur, yoksa geçmişe göre alınan bir yol var mıdır?
- Tabii ki seks hala tabu. Olmasaydı, bu soruyu sormaya gerek bile duymazdınız! Geçmişe göre yol kat eden de bizler değiliz, inşallah gelecek nesil olacak! İlk cinsel deneyimini genelevde yaşayan erkeklerin ülkesi burası, flört etmeden evlenen, bin bir korkuyla sevişen kızların ülkesi burası. “O ayıp, bu yasak!” diye büyütülen bir nesiliz, seksin bizim için tabu olmaması mümkün mü? İşin kötüsü, günden güne daha da muhafazakarlaşıyoruz.
Bir kadının en seksi yeri sizce neresidir?
- Siz bir erkek olarak daha kolay yanıt verebilirsiniz buna! Ama sizi mi kıracağım: Ensesi, göğsü, gülüşü, gözleri, bacakları, poposu, bakışları… Tüm bunlar bir erkek için de geçerli…
Ya sizin?
- Ben galiba çenemle baştan çıkarıyorum insanları!!!
Türk kadınının seks konusunda yüzde kaçının bilinçli olduğunu söyleyebiliriz?
- Cinsel eğitimimiz yok ki cinsel bilincimiz olsun. Her şeyi, el yordamıyla öğreniyoruz ve her şeyin ayıp olduğu fikriyle büyütülüyoruz.
Okurlarınızdan cinselliği fazla kullandığınız yönünde eleştiriler alıyor musunuz?
- Hayır okurlarımdan değil, düşmanlarımdan alıyorum. Ama en çok da onlar okuyor o tür yazıları!
Aldatılan, aşağılanan, hunharca öldürülen, sokağa atılan, saçlarından sürüklenen kadınlarımızın içler acısı halleri çoğu kez gazete sayfalarına, televizyon ekranlarına yansıyor...
Bu katliama, bu inanılmaz yıkım taarruzuna nasıl bir çözüm bulunacak bu ülkede?
- Oooo! Yüksel Bey, zor bir soru oldu. Yarın bu konuyla ilgili bir röportaja gidiyorum. Ben de bu soruyu, bir aile hakimine ve avukata soracağım. Aldığım cevabı da yazacağım. Bu şiddete kolay bir şey olmadığı kesin.
Yardım için sizin kapınızı çalan kadınlar oldu mu, bu konuda bizimle paylaşabileceğiniz bir anınız var mı?
- “Yarım Kalan Hayatlar” benim üzerine titrediğim çok önem verdiğim bir proje. Şu ana kadar 30 küsur kişiye yardım yapılmasına vesile oldum. Belki okyanus içinde bir su damlası ama hiç yoktan iyidir. Bütün o ibret verici öyküleri de yazdım gazeteye, hurriyet.com.tr’ye. Sistem şöyle işliyor, ben bir değer yaratıyorum, biriyle sahnede röportaj yapıyorum, ya da moderatörlük, oradan elde edilen gelir -onu da 20 bin lira olarak belirledik- yardıma ihtiyacı olan birine gidiyor. Gözlerini kaybetmiş bir yüzbaşı, kocası tarafından bıçaklanmış, işkence görmüş sığınma evindeki bir kadın, doktor hatası yüzünden nefes borusundan beslenerek yaşamını sürdüren bir çocuğun annesi, İstiklal’de mendil satarak geçimini sağlayan Zehra Teyze… Bunun gibi pek çok yarım hayat. Ne mutlu ki yaşamlarına biraz olsun değebiliyorum, hayatlarında minik de olsa bir fark yaratabiliyorum.
Ayşe Hanım, geçen yıl ‘Aşk Tesadüfleri Sever’ filminde konuk oyuncu olarak kamera önüne geçtiniz. İzlenimlerinizi, duygularınızı öğrenebilir miyim?
- Aradılar, “Yapar mısınız?” dediler. “Ne yapacağım? Ben anlamam o işten” dedim, “Çok özel bir şey değil, her zaman yaptığınızı” dediler, ben de gittim, bir gazeteciyi canlandırdım Mehmet Günsur’a soru sordum. Bu kadar. Eğlenceliydi. Ama özel olarak bir şey hissetmedim. Bazen oyunculuk teklifleri geliyor, beni açmıyor, heyecanlandırmıyor. Zamanında Uğur Yücel teklif etmişti, eğer içimde biraz olsun bir istek olsaydı o zaman yapardım.
Şimdi bir film ya da dizide oynamanız için rol teklifi alsanız, ne dersiniz?
- “Eyvah” derim! Benim işim değil. Umurumda da değil.
Yine de oyunculuk yapsanız, nasıl bir role, nasıl bir karaktere bürünmek isterdiniz?
- O kadar hiç umurumda değil ki, nasıl bir karakter olmak istediğimi bile bilmiyorum. Roman kahramanı olmayı tercih ederdim, bak o güzel. Gizli bir aşığı canlandırmak isterdim. Ya da bir şizofreni. Seri katil de olabilir.
Belki Cüneyt Özdemir yine kızacak ama izninizle soyunma konusunda bir soru soracağım şimdi ben... Diyelim ki, bir filmde başrol oynamaya karar verdiniz ve “Hadi bakalım Ayşe Hanım, partnerinizle öpüşüp koklaşıp yatağa gireceksiniz” denilse, “Benim de Şoray Kanunlarım var” mı dersiniz, yoksa yönetmenin isteklerine teslim olup sanat uğruna fedakarlık mı yaparsınız?
- Gerçekten ilgilendirmiyor beni oyunculuk. Ahkam kesmem saçmalık olur, ama madem istiyorsunuz, rol gereği öpüşüp koklaşmayı ya da sevişmeyi “fedakarlık” olarak algılamıyorum. Oyuncuysan gerektiğinde katil de olursun, fahişe de. Ne katilken adam öldürüyorsun, ne de fahişeyken gerçekten sevişiyorsun. Adı üstünde rol bu…
Oyunculuk bir yana siyasilerden “Bizim partimize katılır mısınız?” teklifi aldınız mı hiç?
- Hayır. Sadece CHP’den Güney Afrika’ya sosyalist enternasyonalin toplantısı için davet aldım. Gideceğim galiba.
Sizin Meclis’e girdiğinizi düşünüyorum da, kim bilir neler yaparsınız? Sahi neler yaparsınız?
- Benim karakterime uymayan bir şey. Politik bir tip değilim. Son söylenecek şeyi ilk başta söyleyen biriyim, bırakın meclisi bazen gazete toplantılarına girmem bile uygun olmuyor!
Sizin için bu röportajda mutlaka sorulması gereken soru hangisi?
- Hep eksik sorular vardır. Ne sizin suçunuz ne benim suçum. Röportajlar hep eksik kalır. Biz insanız, eksiğiz!
Gazetedeki köşenizde yazdıklarınız özellikle son zamanlarda gündemi bile belirliyor. Bu kadar güce sahip olmak kendinizi nasıl hissettiriyor?
- Üçüncü kez estağfurullah diyeceğim! Kendime böyle bir güç atfetmiyorum.
Ekranlarda bir erkek egemenliği var, peki köşe yazarlığı kulvarında kadınlar yarışın neresinde duruyor?
- Çok etkili değiliz. Esamemiz pek okunmuyor, esas olarak bu bir “erkek oyunu.”
Çalışma hayatında kadınların çok sık tacize uğradığı konuşulur. Hatta medyada bile bazı kadınlar tacize uğradıklarını itiraf etmişlerdi. Siz böyle bir durumla karşılaştınız mı hiç?
- Hayır, Allah’a şükür ciddi bir taciz olayı yaşamadım. Bu ülkede bütün kadınların başına gelen ufak tefek şeyler olmuştur. Şanslıydım. Sözlü tacize tabii ki uğradım, sürekli uğruyorum. Haber değeri bile yok, bu ülkede kadınların kaderi.
Sizi takip eden kitlede erkek ve kadın oranı ne durumda?
- Kadınlar daha fazla diye düşünüyorum.
“Mutlaka röportaj yapmalıyım” dediğiniz bir kadın var mı?
- Emine Erdoğan’yla yapmayı isterdim. Ama benim istemem yetmiyor.
Peki “Asla röportaj yapmak istemem” dediğiniz bir isim var mı?
- Evet. Röportaj vermeye çok gönüllü olanlar, kendilerini sürekli pazarlayanlar hoşuma gitmiyor. Kaçıyorum onlardan.
Ayşe Arman’ı en çok terletecek soru ne olabilir?
- Sorulmayacak soru yok. Terlemem, sadece istemediğime cevap vermem.
Hamile kalmak, Alya’ya bir kardeş vermek ister misiniz?
- Yüksel Bey, beni ikinci kez anne olmaya mı teşvik ediyorsunuz? Ne yazık ki eşim istemiyor, “Seni artık kendim için istiyorum” diyor. Romantik de buluyorum bu talebini. Biz o dosyayı kapattık.
Siz köşenizde serpilip gelişince ve popüler bir isim olarak basında gözde olunca, sizin yolunuzdan yürüyenler, sizi taklit edenler çıktı. Bazıları da yazılarında size sataşarak pirim yapmaya çalıştı. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
- Yolları açık olsun! Ama aslolan çalışmak ve iş üretmektir, gerisi palavra. Ölene kadar çalışmaktan başka çaremiz yok.
Bir tatil gününde kızınız Alya, eşiniz Ömer Bey’le birlikte neler yaparsınız?
- Evimizde oluruz. Ormanda. Hamakta sallanıp kitap okumak çok güzel. Sonra Alya ile trambolinde zıplamak, sonra da sevgilimle mangalda balık yapmak. Bir de şarap açınca, oh…
Bu arada çok merak ettiğim bir konu var. Türkiye’de büyük saygınlığı olan Dormen soyadını neden kullanmıyorsunuz?
- Kullanıyorum, pasaportumda ikisi de yazıyor. Evlenince otomatik olarak öyle oluyor. Yeni nüfus cüzdanımda da ikisi var. Ama gazetede Ayşe Arman olarak tanıdı insanlar beni, Dormen olsam komik değil mi? Birlikte olduğum insan bu tür şeylere aldırmıyor. Ne mutlu bana. Bir kere bile aramızda konuşmadık.
Medyaradar okurlarına iletmemizi istediğiniz bir mesajınız varsa, almak isterim...
- Hepimiz için huzur diliyorum. Mutluluk diliyorum. Gazetelerde kötü manşetler görmeyelim, haber izlerken de iç çekmeyelim. Birbirimizle itişip kakışmaktan da vazgeçelim. Keşke temenni etmek yeterli olsaydı…
FOTOĞRAFLAR: EMRE YUNUSOĞLU
Basın tarihine baktığımızda ‘ilk kadın gazeteciler’imizi minnetle anıyoruz... Ancak siz de bu ülkede kadın gazeteci olarak kadınlarımızı sürekli yüreklendirdiniz. Onlara, cesaretle ‘esarete baş kaldırı’yı, ‘tabuları yıkma’yı öğrettiniz, ‘haklarını’ öğrenmelerini sağlamaya çalıştınız ve çalışmaktasınız. Bu ülkede siz de bir ‘ilk’siniz ve ilk olmanın zorluklarını kim bilir, nasıl yaşadınız... Bu konuda neler söylemek istersiniz?
- Estağrufullah! Ben büyük acılar yaşamadım. Derdim, daha çok kendimleydi. Hala öyle. İşime bakıyorum. İş şeyler yapmaya çalışıyorum. Çoğunlukla da beğenmiyorum.
Neden?
- Bilsem. Bu bir hastalık. Ya da güvensizlik. Ama öyle. Hep “Daha iyi olabilirdi” diye içim içimi yiyor. Birileri, “Şu işini sevdim” dediğinde bile, ben “Şu soruyu da sormalıydım, başlık şöyle olmalıydı, girişi şöyle yazmalıydım” diyorum. Ya da artık o röportajla ilgili değilim, duymuyorum bile, bir sonraki iş için kara kara ne yapacağımı düşünüyorum.
Kendinizi hala yolun çok başında hissediyorsunuz yani…
- Aynen. “Tabu yıktım, kadınlara esarete baş kaldırmayı öğrettim, haklarını anlatmaya çalıştım” modunda değilim. Haşa! Haddimi bilirim. Ama planlamadan, proje haline getirmeden, olduğum gibi, kendiliğinden samimi duygularımla, kadınların işine yarayan bazı şeyler yapmış olabilirim. Öyleyse de sevinirim, bu güzel bir şey. Onlara yalnız olmadıklarını hissettirmişimdir belki. Ama bu tek yanlı işleyen bir mekanizma değil, ben de kendimi yalnız zannedip yazdığım bir takım şeylerden sonra, aldığım maillerle yalnız olmadığımı görüyorum ve çok seviniyorum. Okurlarımla kurduğum ilişki de benim gibi: Direkt, yalın ve samimi.
Peki çekindiğiniz, yıldığınız, korktuğunuz anlar olmadı mı hiç?
- Oldu, oluyor. İşimi istediğim gibi yapmama engel olan herkesten nefret ediyorum! Beni yıldıran o. Onları öldürebilirim. Çünkü o anda o işten, o haberden, o röportajdan daha önemli hiçbir şey yok benim için. Röportajını yaptığım işin bir prodüksiyon bütçesi varsa, onu vermemek için zorluk çıkarandan, iyi fotoğraf çekemeyenden, sayfayı istediğim kadar yaratıcı yapamayandan, bana istediğim ölçüde yer vermeyenden, haberimi adam gibi gösteremeyenden ve o haberi, o röportajı hayal ettiğim kadar iyi toparlayamadığım için kendimden nefret ediyorum.
O kadar tutkulusunuz…
- Hem de nasıl! Ben de şaşırıyorum her hafta bıkmadan nasıl yapıyorum diye. Ama yapıyorum. Yoksa diğer meslektaşlarım, hatta yöneticilerim bile umurumda değil. Bir gün de “tak” diye bırakmayı hayal ediyorum. Büyük aşklar öyle biter. Sürünmez.
Seveniniz de var, söveniniz de... Peki, sizi taciz edenlere karşı korumanız var mı?
- Yok canım ne koruması! Taciz eden filan da yok! İşimi yaparken “taciz”ci benim. Bütün sayfa sekreterleri benden nefret ediyor, sayfayı otuz kere görmek istiyorum, kopamıyorum, resmen onları taciz ediyorum! Benimle çalışmak zor: Yazıları geç veriyorum. İşe yapışıyorum. Ama bir de başka bir kadın var, gazeteci olmayan Ayşe. Bakın, o kadın tatlı bir kadın. Gayet sıradan, biraz deli ama iyi kalpli.
Kendi kendinizi korumak için aldığınız özel bir önlem bulunuyor mu?
- Kimden koruyacağım ki? Bana daha fazla iş yükleyenlerden korumam lazım! Çünkü “hayır” deme huyum yok, her şeye “tamam” diyorum. Bir gün “Buraya kadarmış!” diyeceğim. Ama daha ona çok var.
‘Kalem gücü’ çok başka bir güçtür. Bunun ne denli sihirli ve büyülü bir güç olduğunu meslektaşlarımız daha iyi bilir. Meslekte herkes güzel yazmak ister ama sadece ‘ister’ ve bazıları gibi asla yazamaz. Siz, o mutlu azınlık içindesiniz…
- Yine estağfurullah! Kalem gücüm filan olduğunu düşünmüyorum. Konuşur gibi yazıyorum. Derin bir Türkçe bilgim de yok. Ama duygularımı ifade etmekten çekinmiyorum. Bir de sürekli soru soruyorum. Yazarken ya da sorarken utanma duygum yok, bana normal geliyor. Ama ben gazetecilik yapmadığım zamanlarda da soruyorum. Çünkü merak ediyorum. Benimle tatile gitmek de fena, canım sıkıldıkça daha fazla soruyorum, deştikçe, deşiyorum. Son tatilimizde, teknede ağlayanlar oldu. Merak her zaman iyi bir şey değil, bazen farkında olmadan derinlerdeki bir acıyı, bir duyguyu çıkartıyorsunuz. Ama bu meslekte de şart.
Yazı yazma hikayenizi, yazılarınızla ilgili sizi ilk yönlendirenleri, yüreklendirenleri, örnek aldıklarınızı merak ediyorum doğrusu...
- Ben şanslıydım, şahane gazetecilerle çalışma fırsat buldum. Çıplak yazı yazmayı, kendim gibi olmayı Muhittin Sirer’den öğrendim. İlk editörlerimden biri, onun gibisini de görmedim zaten. Galiba beni bir şablona oturtmanın zor olduğunu çok erken fark etti “İçinden geldiği gibi yaz” dedi. Durdurmadı. Önerdiğim konuları da saçma demedi. Bir kalıba sokmaya çalışmadı. Mehmet Yılmaz da benim için önemlidir, o da bana inandığını hep hissettirdi. Aynı şekilde Ertuğrul Özkök. Ondan da tonla şey öğrendim. Neyyire Özkan’ın ekibinde yer almak da müthiş bir deneyimdi. Özlüyorum o günleri. Çünkü sonsuza kadar çalışır, hep yeni fikirlerin peşindedir. Bütün bu insanların ortak özelliği de bu meslekten çok ama çok heyecan duyuyor olmaları.
Genelde ‘ilk’lerde yaşanan hüsranlar da vardır. Mesela Sezen Aksu’nun ilk 45’lik plağının 17 adet satması gibi. Başarısız olan ilk yazılarınızdan hatırladıklarınız var mı?
- Mutlaka tonla vardır da, şu anda hatırlamıyorum. Zaten hiçbir zaman geçmişle ilgilenmedim, hep önüme baktım. Hatalarımdan ders almaya çalıştım. Becerdim mi bilemiyorum.
Ayşe Hanım, Türk basınında kadın olmak avantaj mıdır, dezavantaj mı?
- Erkek egemen bir meslek olduğu için, medyada kadın olarak daha çok dikkat çekiyorsunuz. “Az”lar arasında kendini gösterebilmek. Bu açıdan bir avantaj. Ama yine de “iyi iş”in cinsiyeti yok, “iyi iş getirenin” de.
Basın okullarında size özenen, sizi örnek alan gençlere ne tavsiye edersiniz?
- İyi bir temel eğitim almak şart. Basın Yayın, benim zamanımda çok parlak bir eğitim vermiyordu. Bu mesleği, hep tutkuyla, aşkla ve bitmez tükenmez bir öğrenme arzusuyla yaptığım için ayakta kalabildim. Bence bir sır varsa bu: Tutkuyla yaptığın işi bulacaksın, seni heyecanlandıran şeylerin peşinde koşacaksın. Aşk duyduğun işe, adama sarılacaksın. Gerisi palavra. Fasa fiso. Gelip geçiyor, sadece kalbimizi hızlı attıran şeylere bağlı kalıyoruz. Bir de sabırlı olmak gerekiyor, küt diye hiçbir şey olmuyor. Ben “Üç günde oldum” diyeni gördüm. Oysa kimse, üç günde, üç yılda, hatta otuz yılda olmuyor. Ya da ben salağım böyle düşünüyorum.
Bugüne kadar yazılarınıza müdahale edildi mi?
- Edilmedi. Bazı röportaj önerilerim için, “Yapmasan iyi olur şu dönemde” dendi. En fazla o olmuştur.
Yazıya küstüğünüz, “Vazgeçtim, artık yazmayacağım” dediğiniz bir olay oldu mu hiç?
- Asla.
Türk basını size göre de en zor döneminden mi geçiyor? Bildiğiniz gibi pek çok gazeteci ve yazar Silivri’de cezaevinde... “Beni de sabaha karşı evime gelip alırlar mı acaba?” endişesine kapıldığınız oldu mu hiç?
- Valla, “Böyle bir endişem var” desem gülerler! Ama özgürlüklerin kısıtlandığı, insanların kendilerini diledikleri gibi ifade edemedikleri bir dönemden geçtiğimiz su götürmez. Ben çok siyasi yazılar yazmıyorum. Yine de hepimiz, ülkenin siyasi ikliminden etkileniyoruz. Ve giderek artan muhafazakarlaşmadan. Türkiye’nin üzerinde korku bulutları dolaşıyor, bu durumu değiştirebilmenin tek yolu da, susmamak, sinmemek, hep devam etmek.
Oda TV davasında Silivri Cezaevi’nde yatan Müyesser Yıldız’la konuşmuştunuz. Cezaevinde bir kedisi olsun istemişti. Ne yapıyor şimdi Müyesser Hanım, haber alıyor musunuz?
- Tabii, tabii. Geçen gün Silivri’deki Balyoz duruşmasında birlikteydik. Yanyana izledik. Hatta elleri, kolları kedisinin tırmıklarıyla doluydu, kedisiyle büyük aşk yaşıyor. Biraz kilo almış. İçeride olanlara destek veriyor. Çok saygı ve hayranlık duyduğum biri Müyesser Yıldız.
Siz, yalnız kalemi değil, kendisi de güzel bir kadınsınız. Okur hayranlarınızdan kim bilir ne mesajlar, mektuplar, teklifler alıyorsunuz... Aralarında bizimle paylaşacağınız ilginçlikte olanları var mı?
- Arada benimle ilgili değerli fantezilerini paylaşanlar çıkıyor ama genel olarak sevgilime duyduğum aşk, onları pes ettirdi! Üzgünüm, çok ilginç şeyler yok.
Evlisiniz ama size hala evlilik tekliflerinin geldiğini duyuyorum, doğru mu?
- Yok canım. “Sevgilim” diye yazdığım için Ömer’in kocam olduğunu bilmeyenler var, görüşmek, buluşmak filan istiyorlar. Ama gazetelerde yazan bütün kadınların vardır öyle platonik hayranları.
Ayşe Arman bedeniyle barışık, kendiyle barışık bir kadın... Mesela, kürtaj konusunda yine yazılarınızla kadınlara önder oldunuz, yetmedi, “Benim bedenim, benim kararım” kampanyası için soyundunuz…
- Ona pek “soyunmak” denmez. Üzerimde, spor yaptığım zaman giydiğim tayt ve atlet vardı, atleti göğsümün üzerine kadar sıyırdım. Hani straplez elbise giyersin ya öyle. Fotoğrafçı arkadaşım Emre Yunusoğlu da, evdeki beyaz store perdenin önünde fotoğraflarımı çekti. Bu kadar abartılacağını asla tahmin etmedim. Bianet’in kampanyasında daha ne fotoğraflar vardı tartışılabilecek, insanlar nasıl yaratıcı fotoğraflar çekmişler, benimkinin lafı bile edilmez! 15 dakikada çektik, çünkü başka bir röportajdan gelmiştik, vakit yoktu, o cümleleri de göz kalemiyle yazdım. Ama işte “Ayşe soyundu” oldu. Çok da umurumda değil. Burada önemli olan verilen mesajdı, anlayan anladı zaten…
Bir kadının “soyunması” o konuya daha mı dikkat çekilmesini sağlıyor?
- Katılmıyorum şart olan asla soyunmak değil, şart olan fotoğrafın ilginç olması, insanların ilgisini yakalayabilmesi. Üstelik kadın-erkek fark etmiyor. “Benim bedenim, benim kararım” önemli bir kampanya, binlerce kadının katıldığı bir kampanya. Onların peşinden, “Karımın bedeni, karımın kararı”, “Sevgilimin bedeni, sevgilimin kararı” diye pek çok erkeğin de dahil olduğu bir kampanya. Bu insanlar bir şey söylüyor. “Benim bedenim üzerinde kimsenin tasarruf hakkı olamaz” diyor. Direnmek böyle olur, susmamak böyle olur. Bianet’i tekrar böyle bir kampanya başlattığı için kutluyorum.
Sizin fotoğrafınızdan sonra Cüneyt Özdemir, twitterdan şu açıklamayı yaptı: “Bedenim benimdir bahanesiyle her fırsatta soyunup bizlere teşhir etmelere doyamıyorsan, o beden pek de senin olmuyor artık. Yahu ciddi bir kürtaj tartışması var, hemen işi soyunmaya getirip fırsat bu fırsat çıplak poz verip ‘bedenim benimdir’ demek, ne demek?”
- O adama söylenecek bir şey yok. Ne söylesen nemalanmaya çalışacak, bırakın kendi çukurunda boğulsun. Zaten birileri ilgi göstersin diye ölüyor. Boş verin.
Gerekirse kürtaj olma kararını verebilir misiniz?
- Doğum kontrolü uyguluyorum, normal şartlarda hamile kalmam. Ama ola ki kaldım, bilmiyorum ne yapacağımı. Tek istediğim, bunun kararının bana bırakılması. Devletin müdahale etmemesi. Ama zaten kürtaj olacak bir hastane bile bulamayabilirim. O hale geldik!
Geçmişte kürtaj oldunuz mu?
- Evet çok gençken oldum. Bir kadının kürtaj olurken neler hissettiğini de gazeteye yazdım. İnanılmaz bir suçluluk duygusu ve yalnızlık ve acı.
Ayşe Arman’a göre ‘seks’ hala Türkiye’nin tabusu mudur, yoksa geçmişe göre alınan bir yol var mıdır?
- Tabii ki seks hala tabu. Olmasaydı, bu soruyu sormaya gerek bile duymazdınız! Geçmişe göre yol kat eden de bizler değiliz, inşallah gelecek nesil olacak! İlk cinsel deneyimini genelevde yaşayan erkeklerin ülkesi burası, flört etmeden evlenen, bin bir korkuyla sevişen kızların ülkesi burası. “O ayıp, bu yasak!” diye büyütülen bir nesiliz, seksin bizim için tabu olmaması mümkün mü? İşin kötüsü, günden güne daha da muhafazakarlaşıyoruz.
Bir kadının en seksi yeri sizce neresidir?
- Siz bir erkek olarak daha kolay yanıt verebilirsiniz buna! Ama sizi mi kıracağım: Ensesi, göğsü, gülüşü, gözleri, bacakları, poposu, bakışları… Tüm bunlar bir erkek için de geçerli…
Ya sizin?
- Ben galiba çenemle baştan çıkarıyorum insanları!!!
Türk kadınının seks konusunda yüzde kaçının bilinçli olduğunu söyleyebiliriz?
- Cinsel eğitimimiz yok ki cinsel bilincimiz olsun. Her şeyi, el yordamıyla öğreniyoruz ve her şeyin ayıp olduğu fikriyle büyütülüyoruz.
Okurlarınızdan cinselliği fazla kullandığınız yönünde eleştiriler alıyor musunuz?
- Hayır okurlarımdan değil, düşmanlarımdan alıyorum. Ama en çok da onlar okuyor o tür yazıları!
Aldatılan, aşağılanan, hunharca öldürülen, sokağa atılan, saçlarından sürüklenen kadınlarımızın içler acısı halleri çoğu kez gazete sayfalarına, televizyon ekranlarına yansıyor...
Bu katliama, bu inanılmaz yıkım taarruzuna nasıl bir çözüm bulunacak bu ülkede?
- Oooo! Yüksel Bey, zor bir soru oldu. Yarın bu konuyla ilgili bir röportaja gidiyorum. Ben de bu soruyu, bir aile hakimine ve avukata soracağım. Aldığım cevabı da yazacağım. Bu şiddete kolay bir şey olmadığı kesin.
Yardım için sizin kapınızı çalan kadınlar oldu mu, bu konuda bizimle paylaşabileceğiniz bir anınız var mı?
- “Yarım Kalan Hayatlar” benim üzerine titrediğim çok önem verdiğim bir proje. Şu ana kadar 30 küsur kişiye yardım yapılmasına vesile oldum. Belki okyanus içinde bir su damlası ama hiç yoktan iyidir. Bütün o ibret verici öyküleri de yazdım gazeteye, hurriyet.com.tr’ye. Sistem şöyle işliyor, ben bir değer yaratıyorum, biriyle sahnede röportaj yapıyorum, ya da moderatörlük, oradan elde edilen gelir -onu da 20 bin lira olarak belirledik- yardıma ihtiyacı olan birine gidiyor. Gözlerini kaybetmiş bir yüzbaşı, kocası tarafından bıçaklanmış, işkence görmüş sığınma evindeki bir kadın, doktor hatası yüzünden nefes borusundan beslenerek yaşamını sürdüren bir çocuğun annesi, İstiklal’de mendil satarak geçimini sağlayan Zehra Teyze… Bunun gibi pek çok yarım hayat. Ne mutlu ki yaşamlarına biraz olsun değebiliyorum, hayatlarında minik de olsa bir fark yaratabiliyorum.
Ayşe Hanım, geçen yıl ‘Aşk Tesadüfleri Sever’ filminde konuk oyuncu olarak kamera önüne geçtiniz. İzlenimlerinizi, duygularınızı öğrenebilir miyim?
- Aradılar, “Yapar mısınız?” dediler. “Ne yapacağım? Ben anlamam o işten” dedim, “Çok özel bir şey değil, her zaman yaptığınızı” dediler, ben de gittim, bir gazeteciyi canlandırdım Mehmet Günsur’a soru sordum. Bu kadar. Eğlenceliydi. Ama özel olarak bir şey hissetmedim. Bazen oyunculuk teklifleri geliyor, beni açmıyor, heyecanlandırmıyor. Zamanında Uğur Yücel teklif etmişti, eğer içimde biraz olsun bir istek olsaydı o zaman yapardım.
Şimdi bir film ya da dizide oynamanız için rol teklifi alsanız, ne dersiniz?
- “Eyvah” derim! Benim işim değil. Umurumda da değil.
Yine de oyunculuk yapsanız, nasıl bir role, nasıl bir karaktere bürünmek isterdiniz?
- O kadar hiç umurumda değil ki, nasıl bir karakter olmak istediğimi bile bilmiyorum. Roman kahramanı olmayı tercih ederdim, bak o güzel. Gizli bir aşığı canlandırmak isterdim. Ya da bir şizofreni. Seri katil de olabilir.
Belki Cüneyt Özdemir yine kızacak ama izninizle soyunma konusunda bir soru soracağım şimdi ben... Diyelim ki, bir filmde başrol oynamaya karar verdiniz ve “Hadi bakalım Ayşe Hanım, partnerinizle öpüşüp koklaşıp yatağa gireceksiniz” denilse, “Benim de Şoray Kanunlarım var” mı dersiniz, yoksa yönetmenin isteklerine teslim olup sanat uğruna fedakarlık mı yaparsınız?
- Gerçekten ilgilendirmiyor beni oyunculuk. Ahkam kesmem saçmalık olur, ama madem istiyorsunuz, rol gereği öpüşüp koklaşmayı ya da sevişmeyi “fedakarlık” olarak algılamıyorum. Oyuncuysan gerektiğinde katil de olursun, fahişe de. Ne katilken adam öldürüyorsun, ne de fahişeyken gerçekten sevişiyorsun. Adı üstünde rol bu…
Oyunculuk bir yana siyasilerden “Bizim partimize katılır mısınız?” teklifi aldınız mı hiç?
- Hayır. Sadece CHP’den Güney Afrika’ya sosyalist enternasyonalin toplantısı için davet aldım. Gideceğim galiba.
Sizin Meclis’e girdiğinizi düşünüyorum da, kim bilir neler yaparsınız? Sahi neler yaparsınız?
- Benim karakterime uymayan bir şey. Politik bir tip değilim. Son söylenecek şeyi ilk başta söyleyen biriyim, bırakın meclisi bazen gazete toplantılarına girmem bile uygun olmuyor!
Sizin için bu röportajda mutlaka sorulması gereken soru hangisi?
- Hep eksik sorular vardır. Ne sizin suçunuz ne benim suçum. Röportajlar hep eksik kalır. Biz insanız, eksiğiz!
Gazetedeki köşenizde yazdıklarınız özellikle son zamanlarda gündemi bile belirliyor. Bu kadar güce sahip olmak kendinizi nasıl hissettiriyor?
- Üçüncü kez estağfurullah diyeceğim! Kendime böyle bir güç atfetmiyorum.
Ekranlarda bir erkek egemenliği var, peki köşe yazarlığı kulvarında kadınlar yarışın neresinde duruyor?
- Çok etkili değiliz. Esamemiz pek okunmuyor, esas olarak bu bir “erkek oyunu.”
Çalışma hayatında kadınların çok sık tacize uğradığı konuşulur. Hatta medyada bile bazı kadınlar tacize uğradıklarını itiraf etmişlerdi. Siz böyle bir durumla karşılaştınız mı hiç?
- Hayır, Allah’a şükür ciddi bir taciz olayı yaşamadım. Bu ülkede bütün kadınların başına gelen ufak tefek şeyler olmuştur. Şanslıydım. Sözlü tacize tabii ki uğradım, sürekli uğruyorum. Haber değeri bile yok, bu ülkede kadınların kaderi.
Sizi takip eden kitlede erkek ve kadın oranı ne durumda?
- Kadınlar daha fazla diye düşünüyorum.
“Mutlaka röportaj yapmalıyım” dediğiniz bir kadın var mı?
- Emine Erdoğan’yla yapmayı isterdim. Ama benim istemem yetmiyor.
Peki “Asla röportaj yapmak istemem” dediğiniz bir isim var mı?
- Evet. Röportaj vermeye çok gönüllü olanlar, kendilerini sürekli pazarlayanlar hoşuma gitmiyor. Kaçıyorum onlardan.
Ayşe Arman’ı en çok terletecek soru ne olabilir?
- Sorulmayacak soru yok. Terlemem, sadece istemediğime cevap vermem.
Hamile kalmak, Alya’ya bir kardeş vermek ister misiniz?
- Yüksel Bey, beni ikinci kez anne olmaya mı teşvik ediyorsunuz? Ne yazık ki eşim istemiyor, “Seni artık kendim için istiyorum” diyor. Romantik de buluyorum bu talebini. Biz o dosyayı kapattık.
Siz köşenizde serpilip gelişince ve popüler bir isim olarak basında gözde olunca, sizin yolunuzdan yürüyenler, sizi taklit edenler çıktı. Bazıları da yazılarında size sataşarak pirim yapmaya çalıştı. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
- Yolları açık olsun! Ama aslolan çalışmak ve iş üretmektir, gerisi palavra. Ölene kadar çalışmaktan başka çaremiz yok.
Bir tatil gününde kızınız Alya, eşiniz Ömer Bey’le birlikte neler yaparsınız?
- Evimizde oluruz. Ormanda. Hamakta sallanıp kitap okumak çok güzel. Sonra Alya ile trambolinde zıplamak, sonra da sevgilimle mangalda balık yapmak. Bir de şarap açınca, oh…
Bu arada çok merak ettiğim bir konu var. Türkiye’de büyük saygınlığı olan Dormen soyadını neden kullanmıyorsunuz?
- Kullanıyorum, pasaportumda ikisi de yazıyor. Evlenince otomatik olarak öyle oluyor. Yeni nüfus cüzdanımda da ikisi var. Ama gazetede Ayşe Arman olarak tanıdı insanlar beni, Dormen olsam komik değil mi? Birlikte olduğum insan bu tür şeylere aldırmıyor. Ne mutlu bana. Bir kere bile aramızda konuşmadık.
Medyaradar okurlarına iletmemizi istediğiniz bir mesajınız varsa, almak isterim...
- Hepimiz için huzur diliyorum. Mutluluk diliyorum. Gazetelerde kötü manşetler görmeyelim, haber izlerken de iç çekmeyelim. Birbirimizle itişip kakışmaktan da vazgeçelim. Keşke temenni etmek yeterli olsaydı…
FOTOĞRAFLAR: EMRE YUNUSOĞLU