AYŞE ARMAN: ''SEVGİLİME DUYDUĞUM AŞK TACİZCİLERİMİ PES ETTİRDİ!''
Medya dünyasının sadece yazı ve röportajlarıyla değil, açıklamalarıyla da gündem yaratan cesur kalemi Ayşe Arman, Medyaradar'ın usta röportajcısı Yüksel Şengül'e konuştu...
Kalemiyle güzelleşen, farkedilen, sevilen bir gazeteci Ayşe
Arman... Cesaretine, özgürlüğe ve mesleğine olan aşkına,
konuşmalarına her zaman hayranlık duydum... Ve geçen hafta
buluşunca ‘ego’lardan habersizliğine, göz kamaştıran sevimliliğine
ve zekasına hayranlığım bir kat daha artıverdi...
Basın tarihine baktığımızda ‘ilk kadın gazeteciler’imizi
minnetle anıyoruz... Ancak siz de bu ülkede kadın gazeteci olarak
kadınlarımızı sürekli yüreklendirdiniz. Onlara, cesaretle ‘esarete
baş kaldırı’yı, ‘tabuları yıkma’yı öğrettiniz, ‘haklarını’
öğrenmelerini sağlamaya çalıştınız ve çalışmaktasınız. Bu ülkede
siz de bir ‘ilk’siniz ve ilk olmanın zorluklarını kim bilir, nasıl
yaşadınız... Bu konuda neler söylemek istersiniz?
-
Estağrufullah! Ben büyük acılar yaşamadım. Derdim, daha çok
kendimleydi. Hala öyle. İşime bakıyorum. İş şeyler yapmaya
çalışıyorum. Çoğunlukla da beğenmiyorum.
Neden?
- Bilsem. Bu bir hastalık. Ya da
güvensizlik. Ama öyle. Hep “Daha iyi olabilirdi” diye içim içimi
yiyor. Birileri, “Şu işini sevdim” dediğinde bile, ben “Şu soruyu
da sormalıydım, başlık şöyle olmalıydı, girişi şöyle yazmalıydım”
diyorum. Ya da artık o röportajla ilgili değilim, duymuyorum bile,
bir sonraki iş için kara kara ne yapacağımı düşünüyorum.
Kendinizi hala yolun çok başında hissediyorsunuz
yani…
- Aynen. “Tabu yıktım, kadınlara esarete baş
kaldırmayı öğrettim, haklarını anlatmaya çalıştım” modunda değilim.
Haşa! Haddimi bilirim. Ama planlamadan, proje haline getirmeden,
olduğum gibi, kendiliğinden samimi duygularımla, kadınların işine
yarayan bazı şeyler yapmış olabilirim. Öyleyse de sevinirim, bu
güzel bir şey. Onlara yalnız olmadıklarını hissettirmişimdir belki.
Ama bu tek yanlı işleyen bir mekanizma değil, ben de kendimi yalnız
zannedip yazdığım bir takım şeylerden sonra, aldığım maillerle
yalnız olmadığımı görüyorum ve çok seviniyorum. Okurlarımla
kurduğum ilişki de benim gibi: Direkt, yalın ve samimi.
Peki çekindiğiniz, yıldığınız, korktuğunuz anlar olmadı mı
hiç?
- Oldu, oluyor. İşimi istediğim gibi yapmama engel
olan herkesten nefret ediyorum! Beni yıldıran o. Onları
öldürebilirim. Çünkü o anda o işten, o haberden, o
röportajdan daha önemli hiçbir şey yok benim için.
Röportajını yaptığım işin bir prodüksiyon bütçesi varsa, onu
vermemek için zorluk çıkarandan, iyi fotoğraf çekemeyenden, sayfayı
istediğim kadar yaratıcı yapamayandan, bana istediğim ölçüde yer
vermeyenden, haberimi adam gibi gösteremeyenden ve o haberi, o
röportajı hayal ettiğim kadar iyi toparlayamadığım için kendimden
nefret ediyorum.
O kadar tutkulusunuz…
- Hem de nasıl! Ben de
şaşırıyorum her hafta bıkmadan nasıl yapıyorum diye. Ama yapıyorum.
Yoksa diğer meslektaşlarım, hatta yöneticilerim bile umurumda
değil. Bir gün de “tak” diye bırakmayı hayal ediyorum. Büyük aşklar
öyle biter. Sürünmez.
Seveniniz de var, söveniniz de... Peki, sizi taciz edenlere
karşı korumanız var mı?
- Yok canım ne koruması! Taciz
eden filan da yok! İşimi yaparken “taciz”ci benim. Bütün sayfa
sekreterleri benden nefret ediyor, sayfayı otuz kere görmek
istiyorum, kopamıyorum, resmen onları taciz ediyorum! Benimle
çalışmak zor: Yazıları geç veriyorum. İşe yapışıyorum. Ama bir de
başka bir kadın var, gazeteci olmayan Ayşe. Bakın, o kadın tatlı
bir kadın. Gayet sıradan, biraz deli ama iyi kalpli.
Kendi kendinizi korumak için aldığınız özel bir önlem
bulunuyor mu?
- Kimden koruyacağım ki? Bana daha
fazla iş yükleyenlerden korumam lazım! Çünkü “hayır” deme huyum
yok, her şeye “tamam” diyorum. Bir gün “Buraya kadarmış!”
diyeceğim. Ama daha ona çok var.
‘Kalem gücü’ çok başka bir güçtür. Bunun ne denli sihirli
ve büyülü bir güç olduğunu meslektaşlarımız daha iyi bilir.
Meslekte herkes güzel yazmak ister ama sadece ‘ister’ ve bazıları
gibi asla yazamaz. Siz, o mutlu azınlık içindesiniz…
-
Yine estağfurullah! Kalem gücüm filan olduğunu düşünmüyorum.
Konuşur gibi yazıyorum. Derin bir Türkçe bilgim de yok. Ama
duygularımı ifade etmekten çekinmiyorum. Bir de sürekli soru
soruyorum. Yazarken ya da sorarken utanma duygum yok, bana normal
geliyor. Ama ben gazetecilik yapmadığım zamanlarda da soruyorum.
Çünkü merak ediyorum. Benimle tatile gitmek de fena, canım
sıkıldıkça daha fazla soruyorum, deştikçe, deşiyorum. Son
tatilimizde, teknede ağlayanlar oldu. Merak her zaman iyi bir şey
değil, bazen farkında olmadan derinlerdeki bir acıyı, bir duyguyu
çıkartıyorsunuz. Ama bu meslekte de şart.
Yazı yazma hikayenizi, yazılarınızla ilgili sizi ilk
yönlendirenleri, yüreklendirenleri, örnek aldıklarınızı merak
ediyorum doğrusu...
- Ben şanslıydım, şahane
gazetecilerle çalışma fırsat buldum. Çıplak yazı yazmayı, kendim
gibi olmayı Muhittin Sirer’den öğrendim. İlk editörlerimden biri,
onun gibisini de görmedim zaten. Galiba beni bir şablona oturtmanın
zor olduğunu çok erken fark etti “İçinden geldiği gibi yaz” dedi.
Durdurmadı. Önerdiğim konuları da saçma demedi. Bir kalıba sokmaya
çalışmadı. Mehmet Yılmaz da benim için önemlidir, o da bana
inandığını hep hissettirdi. Aynı şekilde Ertuğrul Özkök. Ondan da
tonla şey öğrendim. Neyyire Özkan’ın ekibinde yer almak da müthiş
bir deneyimdi. Özlüyorum o günleri. Çünkü sonsuza kadar çalışır,
hep yeni fikirlerin peşindedir. Bütün bu insanların ortak özelliği
de bu meslekten çok ama çok heyecan duyuyor olmaları.
Genelde ‘ilk’lerde yaşanan hüsranlar da vardır. Mesela
Sezen Aksu’nun ilk 45’lik plağının 17 adet satması gibi. Başarısız
olan ilk yazılarınızdan hatırladıklarınız var
mı?
- Mutlaka tonla vardır da, şu anda
hatırlamıyorum. Zaten hiçbir zaman geçmişle ilgilenmedim, hep önüme
baktım. Hatalarımdan ders almaya çalıştım. Becerdim mi
bilemiyorum.
Ayşe Hanım, Türk basınında kadın olmak avantaj mıdır,
dezavantaj mı?
- Erkek egemen bir meslek olduğu için,
medyada kadın olarak daha çok dikkat çekiyorsunuz. “Az”lar arasında
kendini gösterebilmek. Bu açıdan bir avantaj. Ama yine de “iyi
iş”in cinsiyeti yok, “iyi iş getirenin” de.
Basın okullarında size özenen, sizi örnek alan gençlere ne
tavsiye edersiniz?
- İyi bir temel eğitim almak şart.
Basın Yayın, benim zamanımda çok parlak bir eğitim vermiyordu. Bu
mesleği, hep tutkuyla, aşkla ve bitmez tükenmez bir öğrenme
arzusuyla yaptığım için ayakta kalabildim. Bence bir sır varsa bu:
Tutkuyla yaptığın işi bulacaksın, seni heyecanlandıran şeylerin
peşinde koşacaksın. Aşk duyduğun işe, adama sarılacaksın. Gerisi
palavra. Fasa fiso. Gelip geçiyor, sadece kalbimizi hızlı attıran
şeylere bağlı kalıyoruz. Bir de sabırlı olmak gerekiyor, küt diye
hiçbir şey olmuyor. Ben “Üç günde oldum” diyeni gördüm. Oysa kimse,
üç günde, üç yılda, hatta otuz yılda olmuyor. Ya da ben salağım
böyle düşünüyorum.
Bugüne kadar yazılarınıza müdahale edildi mi?
-
Edilmedi. Bazı röportaj önerilerim için, “Yapmasan iyi olur şu
dönemde” dendi. En fazla o olmuştur.
Yazıya küstüğünüz, “Vazgeçtim, artık yazmayacağım”
dediğiniz bir olay oldu mu hiç?
- Asla.
Türk basını size göre de en zor döneminden mi geçiyor?
Bildiğiniz gibi pek çok gazeteci ve yazar Silivri’de cezaevinde...
“Beni de sabaha karşı evime gelip alırlar mı acaba?” endişesine
kapıldığınız oldu mu hiç?
- Valla, “Böyle bir endişem
var” desem gülerler! Ama özgürlüklerin kısıtlandığı,
insanların kendilerini diledikleri gibi ifade edemedikleri bir
dönemden geçtiğimiz su götürmez. Ben çok siyasi yazılar yazmıyorum.
Yine de hepimiz, ülkenin siyasi ikliminden etkileniyoruz. Ve
giderek artan muhafazakarlaşmadan. Türkiye’nin üzerinde korku
bulutları dolaşıyor, bu durumu değiştirebilmenin tek yolu da,
susmamak, sinmemek, hep devam etmek.
Oda TV davasında Silivri Cezaevi’nde yatan Müyesser
Yıldız’la konuşmuştunuz. Cezaevinde bir kedisi olsun istemişti. Ne
yapıyor şimdi Müyesser Hanım, haber alıyor musunuz?
-
Tabii, tabii. Geçen gün Silivri’deki Balyoz duruşmasında
birlikteydik. Yanyana izledik. Hatta elleri, kolları kedisinin
tırmıklarıyla doluydu, kedisiyle büyük aşk yaşıyor. Biraz kilo
almış. İçeride olanlara destek veriyor. Çok saygı ve hayranlık
duyduğum biri Müyesser Yıldız.
Siz, yalnız kalemi değil, kendisi de güzel bir kadınsınız.
Okur hayranlarınızdan kim bilir ne mesajlar, mektuplar, teklifler
alıyorsunuz... Aralarında bizimle paylaşacağınız ilginçlikte
olanları var mı?
- Arada benimle ilgili değerli
fantezilerini paylaşanlar çıkıyor ama genel olarak sevgilime
duyduğum aşk, onları pes ettirdi! Üzgünüm, çok ilginç şeyler
yok.
Evlisiniz ama size hala evlilik tekliflerinin geldiğini
duyuyorum, doğru mu?
- Yok canım. “Sevgilim” diye
yazdığım için Ömer’in kocam olduğunu bilmeyenler var, görüşmek,
buluşmak filan istiyorlar. Ama gazetelerde yazan bütün kadınların
vardır öyle platonik hayranları.
Ayşe Arman bedeniyle barışık, kendiyle barışık bir kadın...
Mesela, kürtaj konusunda yine yazılarınızla kadınlara önder
oldunuz, yetmedi, “Benim bedenim, benim kararım” kampanyası için
soyundunuz…
- Ona pek “soyunmak” denmez. Üzerimde, spor
yaptığım zaman giydiğim tayt ve atlet vardı, atleti göğsümün
üzerine kadar sıyırdım. Hani straplez elbise giyersin ya öyle.
Fotoğrafçı arkadaşım Emre Yunusoğlu da, evdeki beyaz store perdenin
önünde fotoğraflarımı çekti. Bu kadar abartılacağını asla tahmin
etmedim. Bianet’in kampanyasında daha ne fotoğraflar vardı
tartışılabilecek, insanlar nasıl yaratıcı fotoğraflar çekmişler,
benimkinin lafı bile edilmez! 15 dakikada çektik, çünkü başka bir
röportajdan gelmiştik, vakit yoktu, o cümleleri de göz kalemiyle
yazdım. Ama işte “Ayşe soyundu” oldu. Çok da umurumda değil. Burada
önemli olan verilen mesajdı, anlayan anladı zaten…
Bir kadının “soyunması” o konuya daha mı dikkat çekilmesini
sağlıyor?
- Katılmıyorum şart olan asla soyunmak değil,
şart olan fotoğrafın ilginç olması, insanların ilgisini
yakalayabilmesi. Üstelik kadın-erkek fark etmiyor. “Benim
bedenim, benim kararım” önemli bir kampanya, binlerce kadının
katıldığı bir kampanya. Onların peşinden, “Karımın bedeni, karımın
kararı”, “Sevgilimin bedeni, sevgilimin kararı” diye pek çok
erkeğin de dahil olduğu bir kampanya. Bu insanlar bir şey söylüyor.
“Benim bedenim üzerinde kimsenin tasarruf hakkı olamaz” diyor.
Direnmek böyle olur, susmamak böyle olur. Bianet’i tekrar böyle bir
kampanya başlattığı için kutluyorum.
Sizin fotoğrafınızdan sonra Cüneyt Özdemir, twitterdan şu
açıklamayı yaptı: “Bedenim benimdir bahanesiyle her fırsatta
soyunup bizlere teşhir etmelere doyamıyorsan, o beden pek de senin
olmuyor artık. Yahu ciddi bir kürtaj tartışması var, hemen işi
soyunmaya getirip fırsat bu fırsat çıplak poz verip ‘bedenim
benimdir’ demek, ne demek?”
- O adama söylenecek bir
şey yok. Ne söylesen nemalanmaya çalışacak, bırakın kendi çukurunda
boğulsun. Zaten birileri ilgi göstersin diye ölüyor. Boş verin.
Gerekirse kürtaj olma kararını verebilir
misiniz?
- Doğum kontrolü uyguluyorum, normal
şartlarda hamile kalmam. Ama ola ki kaldım, bilmiyorum ne
yapacağımı. Tek istediğim, bunun kararının bana bırakılması.
Devletin müdahale etmemesi. Ama zaten kürtaj olacak bir hastane
bile bulamayabilirim. O hale geldik!
Geçmişte kürtaj oldunuz mu?
- Evet çok gençken
oldum. Bir kadının kürtaj olurken neler hissettiğini de gazeteye
yazdım. İnanılmaz bir suçluluk duygusu ve yalnızlık ve acı.
Ayşe Arman’a göre ‘seks’ hala Türkiye’nin tabusu mudur,
yoksa geçmişe göre alınan bir yol var mıdır?
- Tabii ki
seks hala tabu. Olmasaydı, bu soruyu sormaya gerek bile
duymazdınız! Geçmişe göre yol kat eden de bizler değiliz, inşallah
gelecek nesil olacak! İlk cinsel deneyimini genelevde yaşayan
erkeklerin ülkesi burası, flört etmeden evlenen, bin bir korkuyla
sevişen kızların ülkesi burası. “O ayıp, bu yasak!” diye büyütülen
bir nesiliz, seksin bizim için tabu olmaması mümkün mü? İşin
kötüsü, günden güne daha da muhafazakarlaşıyoruz.
Bir kadının en seksi yeri sizce neresidir?
-
Siz bir erkek olarak daha kolay yanıt verebilirsiniz buna! Ama sizi
mi kıracağım: Ensesi, göğsü, gülüşü, gözleri, bacakları, poposu,
bakışları… Tüm bunlar bir erkek için de geçerli…
Ya sizin?
- Ben galiba çenemle baştan
çıkarıyorum insanları!!!
Türk kadınının seks konusunda yüzde kaçının bilinçli
olduğunu söyleyebiliriz?
- Cinsel eğitimimiz yok ki
cinsel bilincimiz olsun. Her şeyi, el yordamıyla öğreniyoruz ve her
şeyin ayıp olduğu fikriyle büyütülüyoruz.
Okurlarınızdan cinselliği fazla kullandığınız yönünde
eleştiriler alıyor musunuz?
- Hayır okurlarımdan
değil, düşmanlarımdan alıyorum. Ama en çok da onlar okuyor o tür
yazıları!
Aldatılan, aşağılanan, hunharca öldürülen, sokağa atılan,
saçlarından sürüklenen kadınlarımızın içler acısı halleri çoğu kez
gazete sayfalarına, televizyon ekranlarına yansıyor...
Bu katliama, bu inanılmaz yıkım taarruzuna nasıl bir çözüm
bulunacak bu ülkede?
- Oooo! Yüksel Bey, zor bir soru
oldu. Yarın bu konuyla ilgili bir röportaja gidiyorum. Ben de bu
soruyu, bir aile hakimine ve avukata soracağım. Aldığım cevabı da
yazacağım. Bu şiddete kolay bir şey olmadığı kesin.
Yardım için sizin kapınızı çalan kadınlar oldu mu, bu
konuda bizimle paylaşabileceğiniz bir anınız var mı?
-
“Yarım Kalan Hayatlar” benim üzerine titrediğim çok önem verdiğim
bir proje. Şu ana kadar 30 küsur kişiye yardım yapılmasına vesile
oldum. Belki okyanus içinde bir su damlası ama hiç yoktan iyidir.
Bütün o ibret verici öyküleri de yazdım gazeteye,
hurriyet.com.tr’ye. Sistem şöyle işliyor, ben bir değer
yaratıyorum, biriyle sahnede röportaj yapıyorum, ya da
moderatörlük, oradan elde edilen gelir -onu da 20 bin lira olarak
belirledik- yardıma ihtiyacı olan birine gidiyor. Gözlerini
kaybetmiş bir yüzbaşı, kocası tarafından bıçaklanmış, işkence
görmüş sığınma evindeki bir kadın, doktor hatası yüzünden nefes
borusundan beslenerek yaşamını sürdüren bir çocuğun annesi,
İstiklal’de mendil satarak geçimini sağlayan Zehra Teyze… Bunun
gibi pek çok yarım hayat. Ne mutlu ki yaşamlarına biraz olsun
değebiliyorum, hayatlarında minik de olsa bir fark
yaratabiliyorum.
Ayşe Hanım, geçen yıl ‘Aşk Tesadüfleri Sever’ filminde
konuk oyuncu olarak kamera önüne geçtiniz. İzlenimlerinizi,
duygularınızı öğrenebilir miyim?
- Aradılar, “Yapar
mısınız?” dediler. “Ne yapacağım? Ben anlamam o işten” dedim, “Çok
özel bir şey değil, her zaman yaptığınızı” dediler, ben de gittim,
bir gazeteciyi canlandırdım Mehmet Günsur’a soru sordum. Bu kadar.
Eğlenceliydi. Ama özel olarak bir şey hissetmedim. Bazen oyunculuk
teklifleri geliyor, beni açmıyor, heyecanlandırmıyor. Zamanında
Uğur Yücel teklif etmişti, eğer içimde biraz olsun bir istek
olsaydı o zaman yapardım.
Şimdi bir film ya da dizide oynamanız için rol teklifi
alsanız, ne dersiniz?
- “Eyvah” derim! Benim işim
değil. Umurumda da değil.
Yine de oyunculuk yapsanız, nasıl bir role, nasıl bir
karaktere bürünmek isterdiniz?
- O kadar hiç
umurumda değil ki, nasıl bir karakter olmak istediğimi bile
bilmiyorum. Roman kahramanı olmayı tercih ederdim, bak o güzel.
Gizli bir aşığı canlandırmak isterdim. Ya da bir şizofreni. Seri
katil de olabilir.
Belki Cüneyt Özdemir yine kızacak ama izninizle soyunma
konusunda bir soru soracağım şimdi ben... Diyelim ki, bir
filmde başrol oynamaya karar verdiniz ve “Hadi bakalım Ayşe Hanım,
partnerinizle öpüşüp koklaşıp yatağa gireceksiniz” denilse, “Benim
de Şoray Kanunlarım var” mı dersiniz, yoksa yönetmenin isteklerine
teslim olup sanat uğruna fedakarlık mı yaparsınız?
-
Gerçekten ilgilendirmiyor beni oyunculuk. Ahkam kesmem saçmalık
olur, ama madem istiyorsunuz, rol gereği öpüşüp koklaşmayı ya da
sevişmeyi “fedakarlık” olarak algılamıyorum. Oyuncuysan
gerektiğinde katil de olursun, fahişe de. Ne katilken adam
öldürüyorsun, ne de fahişeyken gerçekten sevişiyorsun. Adı üstünde
rol bu…
Oyunculuk bir yana siyasilerden “Bizim partimize katılır
mısınız?” teklifi aldınız mı hiç?
- Hayır. Sadece
CHP’den Güney Afrika’ya sosyalist enternasyonalin toplantısı için
davet aldım. Gideceğim galiba.
Sizin Meclis’e girdiğinizi düşünüyorum da, kim bilir neler
yaparsınız? Sahi neler yaparsınız?
- Benim karakterime
uymayan bir şey. Politik bir tip değilim. Son söylenecek şeyi ilk
başta söyleyen biriyim, bırakın meclisi bazen gazete toplantılarına
girmem bile uygun olmuyor!
Sizin için bu röportajda mutlaka sorulması gereken soru
hangisi?
- Hep eksik sorular vardır. Ne sizin suçunuz
ne benim suçum. Röportajlar hep eksik kalır. Biz insanız,
eksiğiz!
Gazetedeki köşenizde yazdıklarınız özellikle son zamanlarda
gündemi bile belirliyor. Bu kadar güce sahip olmak kendinizi nasıl
hissettiriyor?
- Üçüncü kez estağfurullah diyeceğim!
Kendime böyle bir güç atfetmiyorum.
Ekranlarda bir erkek egemenliği var, peki köşe yazarlığı
kulvarında kadınlar yarışın neresinde duruyor?
- Çok
etkili değiliz. Esamemiz pek okunmuyor, esas olarak bu bir “erkek
oyunu.”
Çalışma hayatında kadınların çok sık tacize uğradığı
konuşulur. Hatta medyada bile bazı kadınlar tacize uğradıklarını
itiraf etmişlerdi. Siz böyle bir durumla karşılaştınız mı
hiç?
- Hayır, Allah’a şükür ciddi bir taciz olayı
yaşamadım. Bu ülkede bütün kadınların başına gelen ufak tefek
şeyler olmuştur. Şanslıydım. Sözlü tacize tabii ki uğradım, sürekli
uğruyorum. Haber değeri bile yok, bu ülkede kadınların kaderi.
Sizi takip eden kitlede erkek ve kadın oranı ne
durumda?
- Kadınlar daha fazla diye düşünüyorum.
“Mutlaka röportaj yapmalıyım” dediğiniz bir kadın var
mı?
- Emine Erdoğan’yla yapmayı isterdim. Ama benim
istemem yetmiyor.
Peki “Asla röportaj yapmak istemem” dediğiniz bir isim var
mı?
- Evet. Röportaj vermeye çok gönüllü olanlar,
kendilerini sürekli pazarlayanlar hoşuma gitmiyor. Kaçıyorum
onlardan.
Ayşe Arman’ı en çok terletecek soru ne
olabilir?
- Sorulmayacak soru yok. Terlemem, sadece
istemediğime cevap vermem.
Hamile kalmak, Alya’ya bir kardeş vermek ister
misiniz?
- Yüksel Bey, beni ikinci kez anne olmaya mı
teşvik ediyorsunuz? Ne yazık ki eşim istemiyor, “Seni artık kendim
için istiyorum” diyor. Romantik de buluyorum bu talebini. Biz o
dosyayı kapattık.
Siz köşenizde serpilip gelişince ve popüler bir isim olarak
basında gözde olunca, sizin yolunuzdan yürüyenler, sizi taklit
edenler çıktı. Bazıları da yazılarında size sataşarak pirim yapmaya
çalıştı. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
- Yolları
açık olsun! Ama aslolan çalışmak ve iş üretmektir, gerisi palavra.
Ölene kadar çalışmaktan başka çaremiz yok.
Bir tatil gününde kızınız Alya, eşiniz Ömer Bey’le birlikte
neler yaparsınız?
- Evimizde oluruz. Ormanda. Hamakta
sallanıp kitap okumak çok güzel. Sonra Alya ile trambolinde
zıplamak, sonra da sevgilimle mangalda balık yapmak. Bir de şarap
açınca, oh…
Bu arada çok merak ettiğim bir konu var. Türkiye’de büyük
saygınlığı olan Dormen soyadını neden
kullanmıyorsunuz?
- Kullanıyorum, pasaportumda
ikisi de yazıyor. Evlenince otomatik olarak öyle oluyor. Yeni nüfus
cüzdanımda da ikisi var. Ama gazetede Ayşe Arman olarak tanıdı
insanlar beni, Dormen olsam komik değil mi? Birlikte olduğum insan
bu tür şeylere aldırmıyor. Ne mutlu bana. Bir kere bile aramızda
konuşmadık.
Medyaradar okurlarına iletmemizi istediğiniz bir mesajınız
varsa, almak isterim...
- Hepimiz için huzur diliyorum.
Mutluluk diliyorum. Gazetelerde kötü manşetler görmeyelim, haber
izlerken de iç çekmeyelim. Birbirimizle itişip kakışmaktan da
vazgeçelim. Keşke temenni etmek yeterli olsaydı…
FOTOĞRAFLAR: EMRE YUNUSOĞLU