02 Mayıs 2010 12:24
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 11:16
AYŞE ARMAN 1200 DERECE ATEŞTE NASIL YÜRÜDÜ?
İşte Hürriyet yazarı Ayşe Arman'ın kendi kaleminde Hindistan'ın Mumbai kentindeki ateşte yürüme denemesi...
Mumbai’deyiz.
Nasıl bir nem, sıcak üzerimize yapışıyor.
Senih, Tuba ve ben otelden çıktık ateş üzerinde yürümeye gidiyoruz.
“Kurban” benim.
Çaktırmıyorum ama korkudan üç buçuk atıyorum.
Yanmaktan korkuyorum.
Priya Kumar’a gidiyoruz. Dünyaca ünlü bir motivasyon konuşmacısı. Aynı zamanda köşe yazarı ve televizyon programcısı. Hindistan’ın meşhurlarından. Aslında insanları korkularından arındırıyor. Ama yöntemi ilginç , ateşte yürüterek .
Acaba pişman mıyım?
Galiba biraz.
Neden sazan gibi atladım diye düşünüyorum.
Senih yapsa ben fotoğraf çeksem?
Ya da bu Tuba Yapıcı atletik birine benziyor, onu mu kurban etsek...
Önce o yapsın, yanmazsa ben de yaparım.
Şimdi bir Hint pazarına gitsem, alacalı bulacalı kumaşlar filan alsam daha iyi olmaz mıydı? Paşa paşa evime gitmek istiyorum ama utanıyorum. Tuhaf, insan korkularından da utanıyor. Bir de uçak korkum var Alya’dan sonra depreşti, kadına anlatsam bir faydası olur mu acaba?
Çaktırmıyorum ama kalbim güm güm güm.
İşte Priya karşımda, ufacık tefecik bir kadın, ama zehir gibi, İngilizceyi de Hint aksanıyla konuşmuyor. Evlenmesine bir ay kala, Hindistan gibi geleneklerine aşırı bağlı bir ülkede kendi düğününden kaçan bir gelin o. Gidiyor şamanlarla yaşıyor. O deneyiminden de bir kitap çıkarıyor. Hindistan’da bir asi o. 37 yaşında köpeğiyle yaşıyor. Doğru tahmin ettiniz, hâlâ bekâr. Master’ını yaparken yarıda bırakıp bu işlere bulaşıyor. O gün bugün artık motivasyon eğitmenliği onun mesleği, dünyanın dört bir yanında seminerler veriyor.
Röportaj bitiyor, işte şimdi ateşin önündeyiz...
Yerdeki korlar yanıyor, Senih fotoğraflara konsantre, manyak mı ne “Alevi yükseltin” diye bağırıyor. Priya, “Bana güvenin” diyor, “Mesele o ilk adımı atabilmekte...”
Yaptım valla.
Yürüdüm.
Hiçbir şey olmadı.
Hatta hoşuma bile gitti.
“Firewalker” havalı bir sıfat.
Utanmasam sertifa isteyecektim, veriyor çünkü.
Bir çentik daha...
Priya Kumar, Asemble Danışmanlık tarafından 2. Wake Up seminerleri için Türkiye’ye davet edildi. 12 Haziran’da. 800 kişi benim tecrübe ettiğim bu ateş yürüyüşünü yapacak. Eğlenceli ve öğretici...
Bunca yolu teptik, Hindistan’a geldik. Nedir bu ateşte yürüme hikâyesi...
- Ateş deyip geçmeyin. Ateş büyülü bir şey. Biz Hintliler için değişimin, transformasyonun, iyileşmenin, arınmanın ve yeniden doğuşun simgesi. Bizim ülkemizde ateşte yürümek, spiritüel ve dinsel bir tören. Yüzyıllardır Hint fakirleri ateşte yürürler, yogiler alevlerin ortasında yanmadan dururlar. Gizemlidir de. Ama ateş, aynı zamanda korktuğumuz bir şeydir. İşte ben o ateşi aldım, bir kişisel gelişim eğitiminin parçası haline getirdim. 12 yıldır dünyanın her yerinde seminerler veriyorum. Bir Türkiye kalmıştı, mayıs sonunda sizin ülkenize de geliyorum. Yüzlerce insanı ateşte yürüteceğim. ..
Biliyoruz ki ateş yakar. Bizi yakan bir şeyin üzerinde nasıl yürürüz ki?
- Zaten benim seminerlerim de böyle başlıyor. Herkese, “Çıplak ayakla 1200 derece ateşte yürüyeceksiniz” diyorum, sonra da ekliyorum, “İnsan eti 100 derecede yanar!” İnsanlar sizin şu anda gösterdiğiniz tepkiyi gösteriyorlar. Şok oluyorlar. “Kendimi mi yakacağım?” diyorlar, kafadan reddediyorlar. Ya da “Acaba bir bit yeniği mi var?” diye şüpheyle bakıyorlar.
Peki o zaman siz n’apıyorsunuz?
- O insanlara anlatıyorum. Burada amaç, korkuları yenmek diyorum. Ateş, bir araç. Tabii ki itiraz edecekler. Çünkü ateşten korkuyorlar. Peki neden korkuyorlar? Çünkü ateşle daha önceki talihsiz deneyimleri geliyor akıllarına. Herkes, hayatının bir döneminde ateşten yanmıştır. Hatırlayınca, korkuları depreşiyor. Kendilerini “kapatıyorlar”, anlattıklarıma inanmakta zorlanıyorlar. Onlar için tek “doğru” var: Daha evvel yaşadıkları ve hissettikleri o acı. Oysa bilmiyorlar ki, bu bir “gerçek” değil, sadece bir görüş, düşünce, his. Diyelim ki, bir önceki sevgiliniz sizi aldattı. Eğer siz, o yaşadıklarınızdan yola çıkarak, adamların güvenilmez olduğuna kanaat getirirseniz, bütün erkeklerden korkar hale gelirsiniz. Onlara hayat boyu güvenemezsiniz. Bu da en çok bir sonraki sevgili adayına haksızlık!
İyi de hayatta “tecrübe” diye de bir şey var. Bazen, bilinen köy kılavuz istemiyor. Bütün erkekler aldatır mı bilemem ama ateş yakar!
- Nereden biliyorsunuz? Daha önce hiç ateş yürüyüşü (firewalk) gerçekleştirdiniz mi?
Hayır. Ama bir sürü kez yandım, bakın kolumda hâlâ yanık izi var...
- Nasıl olduğunu anlatır mısınız?
Ocak yanıyormuş, farkında değildim, telefon geldi, konuşurken kolum sıcak tencereye yapıştı!...
- Tam da bu işte. Herkesin anlattığı aynı. Bu, bir kaza. Dikkatsizlik sonucu kaza. Sebebi, yoğunlaşma ve konsantrasyon eksikliği. Çağdanlığa yapıştı, ütüye değdi, tencereden yandı. Bu tedirginliğin sebebi o yanma duygusu. Oysa ben insanlara şunu anlatamaya çalışıyorum, geçmişteki başarısızlıklarınız, gelecekteki başarılarınızı engellemesin!
İyi ama ateş hâlâ yakıyor!
- Tabii hem de çok. Şimdi üzerinde yürüyeceğiniz ateş, 1200 derece ve iki saattir cayır cayır yanıyor.
İyi de bu Hindistan’a yanmaya gelmedim...
- Merak etmeyin, ben sizi yakmayacağım. Amacım, Türkiye’ye gelip yüzlerce insanı yakmak da değil. Siz çocukken hiç ateşle oynamadınız mı? Hani büyüklerimiz kızar ama çakmağı, kibriti yakar, alevin ortasından parmağımızı geçiririz. Bazıları da ateşi ağzına sokar, yüzüne sürer, ateşi ağzında söndürür, hâlâ berberler müşterilerin kulak kıllarını ateşle yakar. İnsanlar, ateşle hep oynuyorlar aslında. Hep yapıyoruz. Ama dikkatle. Üzerinde durarak, yoğunlaşarak, bilinçle. O yüzden de yanmıyoruz. Biz Hindistan’da ekmeği sacda yaparız...
O bizde de var...
- Ve ben kendimi bildim bileli annem, o sacın ısınıp ısınmadığını parmağıyla kontrol eder. Kor halindeki mangal kömürünü bir yerden alır, başka bir yere koyar. Ve yanmaz. Parmağı su falan toplamaz. Neden? Çünkü bilerek yapıyor. O anda kulağında telefon melefon yok. Kendini o eyleme hazırlıyor, dikkati topluyor ve yapıyor. Çünkü dikkatini topladığında, bedenini de hazırlamış oluyorsun. Ama o sırada başka bir şeyle uğraşırsan, beden hazır olmadığı için yanıyor. Bizde ona kaza oldu diyoruz. Ateş yürüyüşünün birinci aşaması hazırlık, ikincisi ise zaman faktörü. O daha da önemli. Ben buna “zaman penceresi” diyorum. Parmağını, alevin içinde geçirebilirsin ama sonsuza kadar o alevin ortasında tutamazsın. Yogiler hariç. Onlar, zaman penceresinin dışında ateşin ortasında durabiliyorlar, o başka bir şey. Biz normal insanlarız. Ama belli bir saniyenin altında ateş yakmaz. Bu da şu anlama geliyor: Ateşin önüne gel, korkunu beyninin yarattığını fark et, o korkuyu yen, ateşin seni yakmayacağına inan, zamanı aşmamaya dikkat ederek gir içine ateşin üzerinde yürü...
Koşsam?...
- İsterseniz koşun ama... Daha evvel yandığınızda da acele etmiştiniz öyle değil mi? Benim tavsiyem koşmamanız. Koşarken tabanlarınız daha fazla yere değiyor, yanma ihtimaliniz daha fazla. Ne ağır ol, ateşin ortasında öylece kalakal, ne de koşmaya kalkış, sakin ve kararlı adımlarla yürü. Mesele budur. Hayatta da yapmamız gereken budur. Tabii şu da var: Ben size günlerce ne yapmanız ve ne yapmamanız gerektiğini anlatırım ama siz ateşin karşısına geldiğinizde, benim söylediklerimin hepsini unutursunuz.
Peki ateşin önüne gelip vazgeçen yok mu?
- Her 100 kişiden 5’i. Ama bunu açıklamıyorlar. Ben de onları bozmuyorum. Bu bir sır olarak aramızda kalıyor. Yapamayanlar da ilham veriyor diğerlerine. Bazen başkalarının yaptıklarından, bazen de yapamadıklarından ilham alırız. Belki de henüz o kişinin korkularıyla yüzleşmesinin zamanı değildir.
“Yürü, yürü, yürü” diye zorlamıyorsunuz yani...
- Asla. Öyle eğitmenler var ama benim tarzım değil. Kimsenin “Ben istemiyordum, sen beni zorladın hazır değildim, yandım...” demesini istemem.
Hani yananlar yoktu?
- Amma şüphecisiniz! Vazgeçen var, yanan yok...
Kaç kişi geliyor bu workshop’lara?
- Bazen 25, bazen 5000. Gelenlere, hayatta bizi durduran ve yavaşlatan şeylerin korkularımız olduğunu anlatıyorum. Korkularını alıp önlerine koyuyorum, “İşte sizin korktuğunuz şey bu!” diyorum, yüzleşmelerini sağlıyorum. Sonra gülüyorlar, rahatlıyorlar “Bu muymuş” diyorlar. “İnandığınız şey, sizin gerçeğiniz olur” diyorum. Isı kaç derecede olursa olsun, sizi yakacağına inanırsanız yanarsınız...
E peki mesela erken öleceğimize inanırsak ne olur...
- Ölürsünüz...
Yok ya! O kadar vahim mi?
- Vahim. Başımıza gelen şeyleri inanarak biz yaratıyoruz, inandığımız şeyler de başımıza geliyor. Hayatta büyük değişimlere imza atanlar, bunu yapabileceklerine inanan insanlar, diğerleri “mediokr” daha ortalama yani, onlar korkularını yenemeyenler. Ben insanlara korkmadan, yanmadan ateşte yürüyebileceklerini göstermek istiyorum. Kısaca, düşünme biçimlerini değiştirmek istiyorum.
Ne kadar sürüyor bu workshop?
- Sadece ateş yürüyüşü 2.5 saat. Cam kırıkları üzerinde yürümek ve demir çubuk bükmek de var, onlarla birlikte toplam yarım gün. Hadi gel ateş yürüyüşünü yapalım, diğerlerini daha sonra konuşuruz...
Amacım insanların kafasını karıştırmak
Bir de cam kırıklarının üzerinde yürümek var değil mi?
- Evet. Meşhur cam yatağımız var. Diyorum ki, “Bunun içinde yürüyeceksiniz ama ayağınız kesilmeyecek!” Yine tuhaf tuhaf suratıma bakıyorlar ve hiç ikna olmuş görünmüyorlar. Camların üzerinde yürümek de en az ateşin içinden geçmek kadar tehlikeli geliyor. Sonra, “En kötü ne olabilir ki? Bir yeriniz kesilir, hastaneye gidip diktirirsiniz!” diyorum, “Ölmeyeceksiniz yani!” Sonra başlıyoruz. Aman Allah’ım nasıl bir konsantrasyon! Resmen bedenlerini hafifletmeye çalışıyorlar ve ayaklarını pür dikkat camın üzerine koyuyorlar, sonra kaldırıyorlar, bir adım daha atıyorlar, inanılmaz bir yoğunlaşma, cam yatağın içinde fazla kıpırdamıyorlar, e tabii müthiş bir iş çıkarıyorlar. Ben o sırada soruyorum, “Nerelisiniz?” O kadar konsantreler ki, cevap filan vermiyorlar, duymuyorlar bile. Ben de mahsus, “Burcunuz ne?” diyorum, “Sevgiliniz var mı?” Yine yanıt yok. Hani sanatçılar nasıl kendilerini yaptıkları işe kaptırırlar, gözleri dünyayı görmez, camın üzerinde yürüyen insanlara da aynı şey oluyor. E tabii ayağı mayağı kesilmiyor. Sonradan “Sizi yürürken sizi rahatsız etmek istedim, bir sürü soru sordum” diyorum, “Haaa farkında bile değildik” diyorlar, “Güzel olan da bu” diyorum, “Bundan bir ders almak gerekir. Eğer hepimiz, işlerimize bu kadar konsantre olsak, böyle bir bağlılıkla çalışsak olağanüstü şeyler yaratırız!”
İyi de ayakları nasıl kesilmiyor...
- Altındaki fikir şu: En son ayakları kesildiğinde, cama bastıklarının farkında değillerdi, şimdi farkındalar. Bazen kocaman tehlikeli cam kırıkları oluyor önlerinde, ayak parmaklarıyla hafifçe itiyorlar, sonra nazikçe üzerine basıyorlar. “Hayatta da bu yöntem geçerli” diyorum, “Önünüze size pürüz yaratacak bir sürü insan çıkacak; kavga etmek yerine, ciddiye almayıp çekip gitmeniz gerekir.”
Peki demir çubuğu bükmek...
- Onlara doğru olmayan bir hikâye anlatıyorum. “Şu demir çubuğu boynunuzdaki şu noktaya uzun süre bastırırsanız, konuşamazsanız, nefes alamazsınız ve ölürsünüz!” Çok saçma bir hikâye ama inanıyorlar. Gerçek hayatta da çoğunluk, saçma sapan şeylere inanıyor. Sonra diyorum ki, “Benim öylesine aklıma gelip yumurtladığım bir şeyi nasıl gerçek olarak kabul edersiniz? Siz herkesin söylediğine itibar mı edersiniz?” O zaman kafaları karışıyor. Sonra iki kişi seçiyorum, “Yüzünüz birbirinize dönük olacak, boynunuzun arasına bu çubuğu alacaksınız ve bükeceksiniz.” “Deli misiniz?” diyorlar. “En kötü ne olabilir? Risk ne?” diyorum. “Ölürüm” diyor, “Yok” diyorum, “Risk, engellenebilen bir şey. Ölüm bir risk değil, çünkü engellenemez. Hepimizin başına gelecek.” Benim amacım insanların kafalarını karıştırmak, düşünce biçimlerini değiştirmek. Bugüne kadar hiç akıllarına gelmemiş şeyleri düşünsünler. “Bu çubuğu boynunuzla iterseniz, tabii ki boynunuz ağrır, çünkü boynunuz sizin zayıf noktanız. Yeryüzündeki her şeyin bir zayıf noktası var, insanların, ürünlerin, ailelerin, ilişkilerin. Mesele, zayıf olduğunuz noktada tekrar pozisyon alabilmek. Hadi yeniden pozisyon alın” diyorum. Alıyorlar ve o iki kişi, sonunda, boyunlarının arasındaki o demir çubuğu büküyorlar. Ama boyunlarıyla değil, neredeyse bedenlerindeki bütün kasları kullanarak...
(Anlatması zor, görmek gerekiyor. Ben de ancak öyle anlayabildim, bir adım önde, bacak, kol ve omuz kaslarının yardımıyla oluyor...)
Nasıl bir nem, sıcak üzerimize yapışıyor.
Senih, Tuba ve ben otelden çıktık ateş üzerinde yürümeye gidiyoruz.
“Kurban” benim.
Çaktırmıyorum ama korkudan üç buçuk atıyorum.
Yanmaktan korkuyorum.
Priya Kumar’a gidiyoruz. Dünyaca ünlü bir motivasyon konuşmacısı. Aynı zamanda köşe yazarı ve televizyon programcısı. Hindistan’ın meşhurlarından. Aslında insanları korkularından arındırıyor. Ama yöntemi ilginç , ateşte yürüterek .
Acaba pişman mıyım?
Galiba biraz.
Neden sazan gibi atladım diye düşünüyorum.
Senih yapsa ben fotoğraf çeksem?
Ya da bu Tuba Yapıcı atletik birine benziyor, onu mu kurban etsek...
Önce o yapsın, yanmazsa ben de yaparım.
Şimdi bir Hint pazarına gitsem, alacalı bulacalı kumaşlar filan alsam daha iyi olmaz mıydı? Paşa paşa evime gitmek istiyorum ama utanıyorum. Tuhaf, insan korkularından da utanıyor. Bir de uçak korkum var Alya’dan sonra depreşti, kadına anlatsam bir faydası olur mu acaba?
Çaktırmıyorum ama kalbim güm güm güm.
İşte Priya karşımda, ufacık tefecik bir kadın, ama zehir gibi, İngilizceyi de Hint aksanıyla konuşmuyor. Evlenmesine bir ay kala, Hindistan gibi geleneklerine aşırı bağlı bir ülkede kendi düğününden kaçan bir gelin o. Gidiyor şamanlarla yaşıyor. O deneyiminden de bir kitap çıkarıyor. Hindistan’da bir asi o. 37 yaşında köpeğiyle yaşıyor. Doğru tahmin ettiniz, hâlâ bekâr. Master’ını yaparken yarıda bırakıp bu işlere bulaşıyor. O gün bugün artık motivasyon eğitmenliği onun mesleği, dünyanın dört bir yanında seminerler veriyor.
Röportaj bitiyor, işte şimdi ateşin önündeyiz...
Yerdeki korlar yanıyor, Senih fotoğraflara konsantre, manyak mı ne “Alevi yükseltin” diye bağırıyor. Priya, “Bana güvenin” diyor, “Mesele o ilk adımı atabilmekte...”
Yaptım valla.
Yürüdüm.
Hiçbir şey olmadı.
Hatta hoşuma bile gitti.
“Firewalker” havalı bir sıfat.
Utanmasam sertifa isteyecektim, veriyor çünkü.
Bir çentik daha...
Priya Kumar, Asemble Danışmanlık tarafından 2. Wake Up seminerleri için Türkiye’ye davet edildi. 12 Haziran’da. 800 kişi benim tecrübe ettiğim bu ateş yürüyüşünü yapacak. Eğlenceli ve öğretici...
Bunca yolu teptik, Hindistan’a geldik. Nedir bu ateşte yürüme hikâyesi...
- Ateş deyip geçmeyin. Ateş büyülü bir şey. Biz Hintliler için değişimin, transformasyonun, iyileşmenin, arınmanın ve yeniden doğuşun simgesi. Bizim ülkemizde ateşte yürümek, spiritüel ve dinsel bir tören. Yüzyıllardır Hint fakirleri ateşte yürürler, yogiler alevlerin ortasında yanmadan dururlar. Gizemlidir de. Ama ateş, aynı zamanda korktuğumuz bir şeydir. İşte ben o ateşi aldım, bir kişisel gelişim eğitiminin parçası haline getirdim. 12 yıldır dünyanın her yerinde seminerler veriyorum. Bir Türkiye kalmıştı, mayıs sonunda sizin ülkenize de geliyorum. Yüzlerce insanı ateşte yürüteceğim. ..
Biliyoruz ki ateş yakar. Bizi yakan bir şeyin üzerinde nasıl yürürüz ki?
- Zaten benim seminerlerim de böyle başlıyor. Herkese, “Çıplak ayakla 1200 derece ateşte yürüyeceksiniz” diyorum, sonra da ekliyorum, “İnsan eti 100 derecede yanar!” İnsanlar sizin şu anda gösterdiğiniz tepkiyi gösteriyorlar. Şok oluyorlar. “Kendimi mi yakacağım?” diyorlar, kafadan reddediyorlar. Ya da “Acaba bir bit yeniği mi var?” diye şüpheyle bakıyorlar.
Peki o zaman siz n’apıyorsunuz?
- O insanlara anlatıyorum. Burada amaç, korkuları yenmek diyorum. Ateş, bir araç. Tabii ki itiraz edecekler. Çünkü ateşten korkuyorlar. Peki neden korkuyorlar? Çünkü ateşle daha önceki talihsiz deneyimleri geliyor akıllarına. Herkes, hayatının bir döneminde ateşten yanmıştır. Hatırlayınca, korkuları depreşiyor. Kendilerini “kapatıyorlar”, anlattıklarıma inanmakta zorlanıyorlar. Onlar için tek “doğru” var: Daha evvel yaşadıkları ve hissettikleri o acı. Oysa bilmiyorlar ki, bu bir “gerçek” değil, sadece bir görüş, düşünce, his. Diyelim ki, bir önceki sevgiliniz sizi aldattı. Eğer siz, o yaşadıklarınızdan yola çıkarak, adamların güvenilmez olduğuna kanaat getirirseniz, bütün erkeklerden korkar hale gelirsiniz. Onlara hayat boyu güvenemezsiniz. Bu da en çok bir sonraki sevgili adayına haksızlık!
İyi de hayatta “tecrübe” diye de bir şey var. Bazen, bilinen köy kılavuz istemiyor. Bütün erkekler aldatır mı bilemem ama ateş yakar!
- Nereden biliyorsunuz? Daha önce hiç ateş yürüyüşü (firewalk) gerçekleştirdiniz mi?
Hayır. Ama bir sürü kez yandım, bakın kolumda hâlâ yanık izi var...
- Nasıl olduğunu anlatır mısınız?
Ocak yanıyormuş, farkında değildim, telefon geldi, konuşurken kolum sıcak tencereye yapıştı!...
- Tam da bu işte. Herkesin anlattığı aynı. Bu, bir kaza. Dikkatsizlik sonucu kaza. Sebebi, yoğunlaşma ve konsantrasyon eksikliği. Çağdanlığa yapıştı, ütüye değdi, tencereden yandı. Bu tedirginliğin sebebi o yanma duygusu. Oysa ben insanlara şunu anlatamaya çalışıyorum, geçmişteki başarısızlıklarınız, gelecekteki başarılarınızı engellemesin!
İyi ama ateş hâlâ yakıyor!
- Tabii hem de çok. Şimdi üzerinde yürüyeceğiniz ateş, 1200 derece ve iki saattir cayır cayır yanıyor.
İyi de bu Hindistan’a yanmaya gelmedim...
- Merak etmeyin, ben sizi yakmayacağım. Amacım, Türkiye’ye gelip yüzlerce insanı yakmak da değil. Siz çocukken hiç ateşle oynamadınız mı? Hani büyüklerimiz kızar ama çakmağı, kibriti yakar, alevin ortasından parmağımızı geçiririz. Bazıları da ateşi ağzına sokar, yüzüne sürer, ateşi ağzında söndürür, hâlâ berberler müşterilerin kulak kıllarını ateşle yakar. İnsanlar, ateşle hep oynuyorlar aslında. Hep yapıyoruz. Ama dikkatle. Üzerinde durarak, yoğunlaşarak, bilinçle. O yüzden de yanmıyoruz. Biz Hindistan’da ekmeği sacda yaparız...
O bizde de var...
- Ve ben kendimi bildim bileli annem, o sacın ısınıp ısınmadığını parmağıyla kontrol eder. Kor halindeki mangal kömürünü bir yerden alır, başka bir yere koyar. Ve yanmaz. Parmağı su falan toplamaz. Neden? Çünkü bilerek yapıyor. O anda kulağında telefon melefon yok. Kendini o eyleme hazırlıyor, dikkati topluyor ve yapıyor. Çünkü dikkatini topladığında, bedenini de hazırlamış oluyorsun. Ama o sırada başka bir şeyle uğraşırsan, beden hazır olmadığı için yanıyor. Bizde ona kaza oldu diyoruz. Ateş yürüyüşünün birinci aşaması hazırlık, ikincisi ise zaman faktörü. O daha da önemli. Ben buna “zaman penceresi” diyorum. Parmağını, alevin içinde geçirebilirsin ama sonsuza kadar o alevin ortasında tutamazsın. Yogiler hariç. Onlar, zaman penceresinin dışında ateşin ortasında durabiliyorlar, o başka bir şey. Biz normal insanlarız. Ama belli bir saniyenin altında ateş yakmaz. Bu da şu anlama geliyor: Ateşin önüne gel, korkunu beyninin yarattığını fark et, o korkuyu yen, ateşin seni yakmayacağına inan, zamanı aşmamaya dikkat ederek gir içine ateşin üzerinde yürü...
Koşsam?...
- İsterseniz koşun ama... Daha evvel yandığınızda da acele etmiştiniz öyle değil mi? Benim tavsiyem koşmamanız. Koşarken tabanlarınız daha fazla yere değiyor, yanma ihtimaliniz daha fazla. Ne ağır ol, ateşin ortasında öylece kalakal, ne de koşmaya kalkış, sakin ve kararlı adımlarla yürü. Mesele budur. Hayatta da yapmamız gereken budur. Tabii şu da var: Ben size günlerce ne yapmanız ve ne yapmamanız gerektiğini anlatırım ama siz ateşin karşısına geldiğinizde, benim söylediklerimin hepsini unutursunuz.
Peki ateşin önüne gelip vazgeçen yok mu?
- Her 100 kişiden 5’i. Ama bunu açıklamıyorlar. Ben de onları bozmuyorum. Bu bir sır olarak aramızda kalıyor. Yapamayanlar da ilham veriyor diğerlerine. Bazen başkalarının yaptıklarından, bazen de yapamadıklarından ilham alırız. Belki de henüz o kişinin korkularıyla yüzleşmesinin zamanı değildir.
“Yürü, yürü, yürü” diye zorlamıyorsunuz yani...
- Asla. Öyle eğitmenler var ama benim tarzım değil. Kimsenin “Ben istemiyordum, sen beni zorladın hazır değildim, yandım...” demesini istemem.
Hani yananlar yoktu?
- Amma şüphecisiniz! Vazgeçen var, yanan yok...
Kaç kişi geliyor bu workshop’lara?
- Bazen 25, bazen 5000. Gelenlere, hayatta bizi durduran ve yavaşlatan şeylerin korkularımız olduğunu anlatıyorum. Korkularını alıp önlerine koyuyorum, “İşte sizin korktuğunuz şey bu!” diyorum, yüzleşmelerini sağlıyorum. Sonra gülüyorlar, rahatlıyorlar “Bu muymuş” diyorlar. “İnandığınız şey, sizin gerçeğiniz olur” diyorum. Isı kaç derecede olursa olsun, sizi yakacağına inanırsanız yanarsınız...
E peki mesela erken öleceğimize inanırsak ne olur...
- Ölürsünüz...
Yok ya! O kadar vahim mi?
- Vahim. Başımıza gelen şeyleri inanarak biz yaratıyoruz, inandığımız şeyler de başımıza geliyor. Hayatta büyük değişimlere imza atanlar, bunu yapabileceklerine inanan insanlar, diğerleri “mediokr” daha ortalama yani, onlar korkularını yenemeyenler. Ben insanlara korkmadan, yanmadan ateşte yürüyebileceklerini göstermek istiyorum. Kısaca, düşünme biçimlerini değiştirmek istiyorum.
Ne kadar sürüyor bu workshop?
- Sadece ateş yürüyüşü 2.5 saat. Cam kırıkları üzerinde yürümek ve demir çubuk bükmek de var, onlarla birlikte toplam yarım gün. Hadi gel ateş yürüyüşünü yapalım, diğerlerini daha sonra konuşuruz...
Amacım insanların kafasını karıştırmak
Bir de cam kırıklarının üzerinde yürümek var değil mi?
- Evet. Meşhur cam yatağımız var. Diyorum ki, “Bunun içinde yürüyeceksiniz ama ayağınız kesilmeyecek!” Yine tuhaf tuhaf suratıma bakıyorlar ve hiç ikna olmuş görünmüyorlar. Camların üzerinde yürümek de en az ateşin içinden geçmek kadar tehlikeli geliyor. Sonra, “En kötü ne olabilir ki? Bir yeriniz kesilir, hastaneye gidip diktirirsiniz!” diyorum, “Ölmeyeceksiniz yani!” Sonra başlıyoruz. Aman Allah’ım nasıl bir konsantrasyon! Resmen bedenlerini hafifletmeye çalışıyorlar ve ayaklarını pür dikkat camın üzerine koyuyorlar, sonra kaldırıyorlar, bir adım daha atıyorlar, inanılmaz bir yoğunlaşma, cam yatağın içinde fazla kıpırdamıyorlar, e tabii müthiş bir iş çıkarıyorlar. Ben o sırada soruyorum, “Nerelisiniz?” O kadar konsantreler ki, cevap filan vermiyorlar, duymuyorlar bile. Ben de mahsus, “Burcunuz ne?” diyorum, “Sevgiliniz var mı?” Yine yanıt yok. Hani sanatçılar nasıl kendilerini yaptıkları işe kaptırırlar, gözleri dünyayı görmez, camın üzerinde yürüyen insanlara da aynı şey oluyor. E tabii ayağı mayağı kesilmiyor. Sonradan “Sizi yürürken sizi rahatsız etmek istedim, bir sürü soru sordum” diyorum, “Haaa farkında bile değildik” diyorlar, “Güzel olan da bu” diyorum, “Bundan bir ders almak gerekir. Eğer hepimiz, işlerimize bu kadar konsantre olsak, böyle bir bağlılıkla çalışsak olağanüstü şeyler yaratırız!”
İyi de ayakları nasıl kesilmiyor...
- Altındaki fikir şu: En son ayakları kesildiğinde, cama bastıklarının farkında değillerdi, şimdi farkındalar. Bazen kocaman tehlikeli cam kırıkları oluyor önlerinde, ayak parmaklarıyla hafifçe itiyorlar, sonra nazikçe üzerine basıyorlar. “Hayatta da bu yöntem geçerli” diyorum, “Önünüze size pürüz yaratacak bir sürü insan çıkacak; kavga etmek yerine, ciddiye almayıp çekip gitmeniz gerekir.”
Peki demir çubuğu bükmek...
- Onlara doğru olmayan bir hikâye anlatıyorum. “Şu demir çubuğu boynunuzdaki şu noktaya uzun süre bastırırsanız, konuşamazsanız, nefes alamazsınız ve ölürsünüz!” Çok saçma bir hikâye ama inanıyorlar. Gerçek hayatta da çoğunluk, saçma sapan şeylere inanıyor. Sonra diyorum ki, “Benim öylesine aklıma gelip yumurtladığım bir şeyi nasıl gerçek olarak kabul edersiniz? Siz herkesin söylediğine itibar mı edersiniz?” O zaman kafaları karışıyor. Sonra iki kişi seçiyorum, “Yüzünüz birbirinize dönük olacak, boynunuzun arasına bu çubuğu alacaksınız ve bükeceksiniz.” “Deli misiniz?” diyorlar. “En kötü ne olabilir? Risk ne?” diyorum. “Ölürüm” diyor, “Yok” diyorum, “Risk, engellenebilen bir şey. Ölüm bir risk değil, çünkü engellenemez. Hepimizin başına gelecek.” Benim amacım insanların kafalarını karıştırmak, düşünce biçimlerini değiştirmek. Bugüne kadar hiç akıllarına gelmemiş şeyleri düşünsünler. “Bu çubuğu boynunuzla iterseniz, tabii ki boynunuz ağrır, çünkü boynunuz sizin zayıf noktanız. Yeryüzündeki her şeyin bir zayıf noktası var, insanların, ürünlerin, ailelerin, ilişkilerin. Mesele, zayıf olduğunuz noktada tekrar pozisyon alabilmek. Hadi yeniden pozisyon alın” diyorum. Alıyorlar ve o iki kişi, sonunda, boyunlarının arasındaki o demir çubuğu büküyorlar. Ama boyunlarıyla değil, neredeyse bedenlerindeki bütün kasları kullanarak...
(Anlatması zor, görmek gerekiyor. Ben de ancak öyle anlayabildim, bir adım önde, bacak, kol ve omuz kaslarının yardımıyla oluyor...)