28 Haz 2011 11:08
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:30
AYRILAMAYIZ ÇÜNKÜ ONUNLA BİRLİKTE ''ANDIÇLANDIK''! BÜYÜK SAVAŞÇI BİRAND!
Radikal yazarı Cengiz Çandar bugünkü köşe yazısında birlikte "andıçlandığı" Mehmet Ali Birand'ı yazdı.
İşte Radikal yazarı Cengiz Çandar’ın bugünkü köşe yazısı...
Büyük savaşçı Birand
Kısa biyografileri-mizdeki ’Katolik nikâhı’ esastır. M. Ali’yle ayrılamayız, çünkü onunla birlikte ’andıçlandık’ ikimiz.
Onu çok sevdiğimi biliyordum zaten, ama o ‘çok’un ne kadar çok olduğunu, yattığı hastanenin en üst katının en ucundaki odada gördüğüm anda anladım.
Benim için her vakit olduğundan ve olabildiğinden daha yoğun günlerdeydim. Dokuz ay üzerinde çalıştığım 100 sayfalık TESEV’in ‘Dağdan İniş – PKK Nasıl Silah Bırakır?’ adlı raporun köşeyazarlarıyla paylaşıldığı yemekli toplantıdan gece eve döndüğümde, televizyonda izledim veda mesajını ve ertesi sabah ameliyat olacağı haberini.
Raporun kamuoyuna açıklandığı TESEV Demokratikleşme Programı panelinde aklım ondaydı. O, 9 saat sürecek ameliyat masasında. Raporun tanıtım çalışmalarıyla uğraşırken yoğun bakımdan çıkmasını bekliyordum.
Çıktığını öğrendiğimde, onu görmek için hastaneye, odasına koştum. Onu bu kadar iyi ve sağlıklı göreceğimi ve öyle bulacağımı beklemiyordum doğrusu. O da kendisinin öyle olacağını beklemiyormuş. Müthiş bir sevinç kapladı içimi M. Ali’yi öyle görünce.
M. Ali Birand...
Derhal raporu istedi benden; halini görünce, “Bu” dedim, “dayanamaz, birkaç gün sonra bu odaya kameraları kurdurup ekran karşısına çıkar yine”.
Ertesi gün Tuba ile birlikte gittik. Daha da iyiydi. Hastalığı yenmeye nasıl kararlı olduğunu hiç susmadan anlatacak kadar iyi. Daha da çok sevindim onu öyle görünce. İşin kötüsü, yurtdışında olacağım, onu görmeye birkaç gün ara vereceğim için yanından ayrıldığımda onu özlemeye başladığımı hissettim.
M. Ali Birand’ın nasıl bir yılların alışkanlığı olduğu, dolayısıyla o alışkanlığı yitirme ihtimalinin ortaya çıkmış olmasının yol açtığı bir panik hali olmalı bendeki.
Yıllar, yıllar...
Bir izleyici, bir okuyucu alışkanlığı değil, tabii ki. M. Ali’nin, bizim meslekteki birçoğunun üzerinde olduğu gibi, benim üzerimde de kalıcı izleri vardır. Televizyona beni bulaştıran odur örneğin. Ta 1983 yılında, Cezayir’deyken, “yapamam” diye karşı koymama rağmen, uzaktan kumanda ile beni 32. Gün ile buluşturmuştu ilk kez. Daha sonraları kendimi 32. Gün için oraya buraya koştururken bulmuştum.
1987’nin o dondurucu Moskova gecesinde, ben işsiz bir gazeteci konumuna düşürülmüşken, bana içtenlikle yol gösteren yine oydu. En güvendiğim arkadaşımdı M. Ali Birand. Aşağılık iftiraların hedefi olduğum, can güvenliğimin tehlikeye girdiği ve medya duyarsızlığıyla karşılaştığım o 1991 yılında “Çetin Emeç’i koruyamadık, Cengiz Çandar’ı koruyalım” diye yazma yürekliliğini M. Ali’nin gösterdiğini nasıl unutabilirim. Brüksel’den yetişmişti o zaman. Uzun Brüksel yıllarında, ayağını oraya basıp ona değmeden geçen bir basın mensubu olamazdı. Ben de olmadım. Meslektaş ilişkisinin dostluğa dönüşü o yıllarda başladı.
Dostluk ile meslektaşlığın birbirinin içine girdiği, karıştığı durumlarda bizim meslek ortamında sürtüşme de eksik olmuyor. Çok kızdığım zamanlar oldu M. Ali’ye. Onu çok kırdığım da. Kırdığım için çok üzüldüğüm de.
“Ona çok değer vermesem, onu çok seviyor olmasaydım; kırmazdım. İnsan, ilgisiz olduğu birisini kırar mı!” gibisinden düşüncelerde teselli aradım. Onun içine belalı bir hastalığın girdiğini öğrendiğimde, zihnimde geriye ilişkin her şey canlandı. Geriye ait olumsuzluk namına ne varsa siliniverdi.
Elbette ki ‘kısa biyografileri-miz’deki ‘Katolik nikâhı’ esastır. M. Ali’yle ayrılamayız, çünkü onunla birlikte ‘andıçlandık’ ikimiz. 1998 yılında yakın tarihimizin en yüz kızartıcı komplolarından biri, ikimizin adıyla birlikte anılıyor.
Onu yitirme korkusu içimi sardığı için, aylardır, ona bağlılığım, sevgim, ilgim arttı. Aylardır onu, ona ilişkin daha önce sahip olmadığım bir hayranlıkla izliyorum. ‘Savaşçı M. Ali’yi. Çalışkanlığı, yazılı basında, televizyonda ‘ilk’lere attığı sayısız imzayı biliyordum, herkes biliyor. Mesleki olarak hayranlık duyulacak çok yanı vardır M. Ali’nin. Hayranlık duyulacak çok önemli insani özellikleri de vardır. Medya alanında inanılmaz bir hırs, enerji ve çalışkanlıkla ve aslında sadece kendisiyle rekabet ederek ilerlerken zarafeti ve alçakgönüllülüğü hiç eksilmedi.
Bütün bunları hep biliyordum. Ama böylesine bir ‘yaşam savaşçısı’ olduğunu bilmiyordum. ‘Ölüm’e başkaldırdı M. Ali, hepimizi bekleyen o kaçınılmaz sona teslim olmak yerine, onunla savaşmayı seçti. Ve bunu her akşam ekrandan gözlerimizin içine bakarak yaptı.
‘Challenge’ adamı. ‘Challenge’ olmazsa yaşayamaz o. Büyük yarışçı. Rakipsiz koşularında kendisiyle yarışmaktan helak olan adam. O hastane odasında, en büyük ‘challenge’a kafa tutup, bu kez girdiği yaşam-ölüm koşusunun ilk turunu mükemmel bir zaferle taçlandırdığını gördüm.
Odanın kapısından içeri girdiğim anda temas eden gözbebeklerimizdeki sevinç pırıltısı, büyük savaşçının, M. Ali Birand’ın zaferinin kutlamasıydı.
Hastaneden çıktığımdaki gözyaşlarım ise sevinç gözyaşları...
Büyük savaşçı Birand
Kısa biyografileri-mizdeki ’Katolik nikâhı’ esastır. M. Ali’yle ayrılamayız, çünkü onunla birlikte ’andıçlandık’ ikimiz.
Onu çok sevdiğimi biliyordum zaten, ama o ‘çok’un ne kadar çok olduğunu, yattığı hastanenin en üst katının en ucundaki odada gördüğüm anda anladım.
Benim için her vakit olduğundan ve olabildiğinden daha yoğun günlerdeydim. Dokuz ay üzerinde çalıştığım 100 sayfalık TESEV’in ‘Dağdan İniş – PKK Nasıl Silah Bırakır?’ adlı raporun köşeyazarlarıyla paylaşıldığı yemekli toplantıdan gece eve döndüğümde, televizyonda izledim veda mesajını ve ertesi sabah ameliyat olacağı haberini.
Raporun kamuoyuna açıklandığı TESEV Demokratikleşme Programı panelinde aklım ondaydı. O, 9 saat sürecek ameliyat masasında. Raporun tanıtım çalışmalarıyla uğraşırken yoğun bakımdan çıkmasını bekliyordum.
Çıktığını öğrendiğimde, onu görmek için hastaneye, odasına koştum. Onu bu kadar iyi ve sağlıklı göreceğimi ve öyle bulacağımı beklemiyordum doğrusu. O da kendisinin öyle olacağını beklemiyormuş. Müthiş bir sevinç kapladı içimi M. Ali’yi öyle görünce.
M. Ali Birand...
Derhal raporu istedi benden; halini görünce, “Bu” dedim, “dayanamaz, birkaç gün sonra bu odaya kameraları kurdurup ekran karşısına çıkar yine”.
Ertesi gün Tuba ile birlikte gittik. Daha da iyiydi. Hastalığı yenmeye nasıl kararlı olduğunu hiç susmadan anlatacak kadar iyi. Daha da çok sevindim onu öyle görünce. İşin kötüsü, yurtdışında olacağım, onu görmeye birkaç gün ara vereceğim için yanından ayrıldığımda onu özlemeye başladığımı hissettim.
M. Ali Birand’ın nasıl bir yılların alışkanlığı olduğu, dolayısıyla o alışkanlığı yitirme ihtimalinin ortaya çıkmış olmasının yol açtığı bir panik hali olmalı bendeki.
Yıllar, yıllar...
Bir izleyici, bir okuyucu alışkanlığı değil, tabii ki. M. Ali’nin, bizim meslekteki birçoğunun üzerinde olduğu gibi, benim üzerimde de kalıcı izleri vardır. Televizyona beni bulaştıran odur örneğin. Ta 1983 yılında, Cezayir’deyken, “yapamam” diye karşı koymama rağmen, uzaktan kumanda ile beni 32. Gün ile buluşturmuştu ilk kez. Daha sonraları kendimi 32. Gün için oraya buraya koştururken bulmuştum.
1987’nin o dondurucu Moskova gecesinde, ben işsiz bir gazeteci konumuna düşürülmüşken, bana içtenlikle yol gösteren yine oydu. En güvendiğim arkadaşımdı M. Ali Birand. Aşağılık iftiraların hedefi olduğum, can güvenliğimin tehlikeye girdiği ve medya duyarsızlığıyla karşılaştığım o 1991 yılında “Çetin Emeç’i koruyamadık, Cengiz Çandar’ı koruyalım” diye yazma yürekliliğini M. Ali’nin gösterdiğini nasıl unutabilirim. Brüksel’den yetişmişti o zaman. Uzun Brüksel yıllarında, ayağını oraya basıp ona değmeden geçen bir basın mensubu olamazdı. Ben de olmadım. Meslektaş ilişkisinin dostluğa dönüşü o yıllarda başladı.
Dostluk ile meslektaşlığın birbirinin içine girdiği, karıştığı durumlarda bizim meslek ortamında sürtüşme de eksik olmuyor. Çok kızdığım zamanlar oldu M. Ali’ye. Onu çok kırdığım da. Kırdığım için çok üzüldüğüm de.
“Ona çok değer vermesem, onu çok seviyor olmasaydım; kırmazdım. İnsan, ilgisiz olduğu birisini kırar mı!” gibisinden düşüncelerde teselli aradım. Onun içine belalı bir hastalığın girdiğini öğrendiğimde, zihnimde geriye ilişkin her şey canlandı. Geriye ait olumsuzluk namına ne varsa siliniverdi.
Elbette ki ‘kısa biyografileri-miz’deki ‘Katolik nikâhı’ esastır. M. Ali’yle ayrılamayız, çünkü onunla birlikte ‘andıçlandık’ ikimiz. 1998 yılında yakın tarihimizin en yüz kızartıcı komplolarından biri, ikimizin adıyla birlikte anılıyor.
Onu yitirme korkusu içimi sardığı için, aylardır, ona bağlılığım, sevgim, ilgim arttı. Aylardır onu, ona ilişkin daha önce sahip olmadığım bir hayranlıkla izliyorum. ‘Savaşçı M. Ali’yi. Çalışkanlığı, yazılı basında, televizyonda ‘ilk’lere attığı sayısız imzayı biliyordum, herkes biliyor. Mesleki olarak hayranlık duyulacak çok yanı vardır M. Ali’nin. Hayranlık duyulacak çok önemli insani özellikleri de vardır. Medya alanında inanılmaz bir hırs, enerji ve çalışkanlıkla ve aslında sadece kendisiyle rekabet ederek ilerlerken zarafeti ve alçakgönüllülüğü hiç eksilmedi.
Bütün bunları hep biliyordum. Ama böylesine bir ‘yaşam savaşçısı’ olduğunu bilmiyordum. ‘Ölüm’e başkaldırdı M. Ali, hepimizi bekleyen o kaçınılmaz sona teslim olmak yerine, onunla savaşmayı seçti. Ve bunu her akşam ekrandan gözlerimizin içine bakarak yaptı.
‘Challenge’ adamı. ‘Challenge’ olmazsa yaşayamaz o. Büyük yarışçı. Rakipsiz koşularında kendisiyle yarışmaktan helak olan adam. O hastane odasında, en büyük ‘challenge’a kafa tutup, bu kez girdiği yaşam-ölüm koşusunun ilk turunu mükemmel bir zaferle taçlandırdığını gördüm.
Odanın kapısından içeri girdiğim anda temas eden gözbebeklerimizdeki sevinç pırıltısı, büyük savaşçının, M. Ali Birand’ın zaferinin kutlamasıydı.
Hastaneden çıktığımdaki gözyaşlarım ise sevinç gözyaşları...