02 Şub 2013 17:06
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 15:00
ATATÜRK'E HAKARET EDENE, DİKTATÖR DİYENE KAFA ATARIM!
Vatan Gazetesi yazarı Mustafa Mutlu Silivri Cezaevindeki tutuklu gazeteciler hakkında çarpıcı açıklamalar yaptı..
İşte Mustafa Mutlu’nun Kemalist Gençlik Gazetesi’nden Şafak İnan’a verdiği röportaj;
Usta bir gazeteci ve Türkiye’nin en sivri yazarlarından birisi… Zaman zaman sorduğum sorulara bir hayli sert cevaplar verdi ama verdiği cevaplarda son derece samimiydi. Röportaja ‘’Maratonda Sona Doğru’’ isimli kitabıyla başlayıp, Türkiye’de basının üzerindeki baskıyla, tutuklu gazeteciler ve diğer tutuklu aydınlarımız ile devam ettik. Ama bence röportajın en can alıcı noktası Silivri ile ilgili olan sorularıma verdiği cevaplardı. Özellikle Silivri’yi, tutuklu meslektaşlarımızı ve aydınlarımızı anlatırken sert ama bir o kadar da duygusaldı… Röportaj sırasında bir başka usta gazetecinin odaya girmesi beni şaşırttı ve çok da sevindirdi. Çünkü o isim, gazetecilik hayatımın ilk röportajını yaptığım usta gazeteci Can ATAKLI’ydı… Röportaja gittiğim gün hava bir hayli soğuktu. Çağlayan’da bulunan Vatan Gazetesi binasının ikinci katındaki odasına çıktığımda bir hayli üşümüştüm, ikram ettiği çay sayesinde ısındım ve röportaja başladık.
Kemalist Gençlik Gazetesi: “Maratonda Sona Doğru!” adını taşıyan ve sizin köşe yazılarınızdan oluşan kitabınız bir hayli ilginç bir kitap oldu. Biraz kitabınızı anlatır mısınız?
Mustafa Mutlu: Bu kitap dünyada ilk defa denenen bir tarz. Ben bu kitapta ilk kez çok önemsediğim ve yankı yaratmış bazı yazılarımı seçtim ama 6-7 sene önce yazılmış yazılarımın bugün nereye geldiklerini sorguladım. Yani 6-7 sene önce gazetede yayınlanan yazımı olduğu gibi koydum ama 2012 yılının son günlerinden bakınca neler değişmiş ve ben 6-7 sene önceki öngörümde ne kadar isabet sağlamışım ya da insanlar o zamanlar yaptığım basit uyarıları dikkate alsalardı neleri düzeltebileceklerdi… Gazetecilikte fikr-i takip(yazılan bir haberin veya köşe yazısının sonrasında o konuyla ilgili tüm gelişmeleri takip etmek) denen şey unutuluyor çünkü gündem çok yoğun. İşte ben bu kitapta fikr-i takibi sağladım.
Bir örnek verebilir misiniz?
Mesela bir davadan söz ediyorum. 6 sene önce yazmışım ve orada bırakmışız o konuyu, bir daha hiç ele almamışız. 6 sene önce bıraktığım o mahkemenin, 6 sene sonra bugün tekrar peşine düştüm ve sorguladım. Tabi bu ciddi bir ülke eleştirisi. Bir yandan ‘’Gerçekler yıllar önce yazılmış, bakın be kardeşim!’’ sonucunu getiriyor, bir yandan da ‘’ne kadar hayal görmüşüm, bu ülkeden bunları yapmasını beklemişim’’ gibi bir özeleştiriye gitmeyi de sağlıyor…
Buna bir nevi hesaplaşma diyebilir miyiz?
Hem kendimle hesaplaşma, hem yazılarımla hesaplaşma, hem de ülkeyle hesaplaşma, dünyayla hesaplaşma…
Siz bundan önceki iktidarları da eleştiriyordunuz, Şimdiki iktidarı da eleştiriyorsunuz. Sizce gazetecilik muhalif olmak mıdır?
Gazeteciliğin ruhunda muhaliflik vardır. Muhalif olmak durumundasınızdır. Bize en çok sorulan soru şu; ‘’Bu adamlar hiç iyi bir şey yapmıyor mu?’’
Zaten yaptıkları iyi şeyleri kendileri yeterince anlatıyorlar. Ama çok iyi yaptıklarını söyledikleri bir şeyde bile aslında var olan kusurları gündeme getirip onların düzelmesini sağlamak da gazetecilerin işidir.
İktidarı eleştirmek, taraflı olmak mıdır?
Gazetecilik iki şekilde yapılır. 1) Olayın objektif şekilde fotoğrafını çekersiniz ve insanlara dersiniz ki; “bakın durum bu, bu fotoğraftaki yanlışları bulun ve düzeltin.” Bunun adı haberciliktir. Habercilik muhabirin işidir ve habercilikte tarafsız olmak zorundasınızdır. 2) Bir de işin yorumcu tarafı var. Yorumculukta taraf olabilirsiniz. Ama olmamanız gereken tek şey bağımlılıktır. Yani herhangi bir siyasi partinin veya baskı grubunun sözcüsü olmamaktır. Kendi öznel düşüncelerinizle bazı uygulamaları yorumlayabilmek, eleştirebilmektir. Bu da köşe yazarlarının yaptığı iştir.
Taraflı olmak ile bağımlı olmak arasında ki ince çizgiyi nasıl çizmek gerekiyor?
Ben tarafım. Çünkü gazeteciliğin yorumculuk tarafındayım. Yorumcunun belli bir dünya görüşü, belli kriterleri olmalı. Belli bir tarafınız olmalı ki gündemdeki uygulamaları ona göre eleştirebilmelisiniz. Taraflıyım ama bağımlı değilim. Bana kimse CHP’nin veya MHP’nin sözcüsüsün diyemez. Çünkü iktidarı eleştirdiğim kadar CHP ve MHP’yi de eleştiriyorum. Dünya görüşüme ters gelen her şeyi eleştirmek durumundayım. Ama bunun karşılığı mahkemelere verilmek susturulmaya çalışılmak olmamalı.
SİYASİLERDEN BANA 70’e YAKIN DAVA AÇILDI
Konu köşe yazarlarına açılan davalara gelmişken sorayım; Size yazılarınızdan dolayı kaç tane dava açıldı?
70’e yakın dava açıldı. Neredeyse tamamı siyasilerden…
Bu davalar en çok hangi parti tarafından açıldı?. Ve kaçını kazandınız?
Davalar en çok şu partiden açıldı diyemem çünkü neredeyse eşit sayılarda dava açtılar. Açılan davalardan 3 tanesi devam ediyor. Geri kalanlar sonuçlandı. 1 Tanesi hariç hepsini ben kazandım.
Hangi davayı siz kaybettiniz?
Siyasilerin açtığı hiçbir davayı kaybetmedim. Bir Başsavcının açtığı davayı kaybettim. 3 davam ise devam ediyor.
GAZETE PATRONLARINA FİİLİ BASKI YAPILIYOR!
Muhalif yazarların söylediği ortak bir söylem var: ‘’Özgürce yazamıyoruz, üzerimize baskı yapılıyor’’ diyorlar. Sizin de üzerinizde baskı oluşturuluyor mu? Yazılarınız sansürleniyor mu?
Hayır. Yazılarım hiç sansürlenmedi. Zaten sansürlenmesine de izin vermem. Ama bugün bizim esas sorunumuz; baskıdan daha çok ‘’Oto-sansür…’’ Öyle bir ortamdan geçiyoruz ki, çalıştığınız kuruma zarar vermemek için kaleminizi kısıtlamak zorunda hissediyorsunuz kendinizi… Ben şunu yazarsam, benim yüzümden insanlar zarar görür diyorsunuz… Ki bu sansürden çok daha büyük bir tehlikedir!
Niye çalıştığınız gazetenin zarar göreceğini düşünüyorsunuz? Bunu size düşündüren şey nedir?
Gazetecilere haklarında dava açılarak, hatta hapse atılarak, gazete patronlarına birileri tarafından telefon açıp ‘’sen hâlâ o adamı çalıştırıyor musun?’’ denilerek fiili bir baskı yapılıyor. Bu fiili baskının sonucunda işsiz kalıyorsunuz… Öyle dışarıdan göründüğü gibi çok yüksek gelir düzeyimiz yok, bizler aybaşında aldığımız maaşlarla evlerini geçindiren insanlarız. Bir ay maaş almadığımız takdirde herkes gibi bizde çok ciddi sıkıntılar yaşarız.
Yani muhalif gazeteci olmak cesaret gerektiriyor diyebilir miyiz?
Elbette ki öyle, çünkü muhalif gazeteci olmak cezaevini göze almayı, özgürlüğünüzü kaybetmeyi göze almayı, mahkeme koridorlarında dolaşmayı göze almayı, tazminat ödemeyi göze almayı ve işinizi kaybetmeyi göze almayı gerektiriyor. Bütün bunları göze alabilmek için ise cesaret gerekiyor… Bu cesareti göstererek gazetecilik yapan kaç kişi kaldık? Bu sorunun cevabını da sizlerin takdirine bırakıyorum.
BANA TASMA VURACAK ADAMIN ALNINI KARIŞLARIM!
Recep Tayyip Erdoğan kendisini ve iktidarını eleştiren gazeteciler için ‘’Kaleminden pislik akıyor’’ gibi aşağılayıcı açıklamalarda bulunuyor. Mesela bir de Erdoğan’ın ‘’tasmalı gazeteci’’ lafı vardı… Bu çirkin açıklamalar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çok çirkin bir açıklama tabi… Sadece şunu söylemek istiyorum; ‘’Gazeteci olarak zaten mümkün değil ama insan olarak bana tasma vuracak adamın ben alnını karışlarım!’’(Burada çok sinirleniyor)
Bir insanı köpek yerine koymak ne kadar alçaltıcı bir şey. Çevresinde kendisine bağlı gazeteciler var mı bilmiyorum, yanıtını kendisi versin. Ama ben bir gazetecinin tasmayı kabul edebileceğini sanmıyorum. Eğer ki kabul ederse zaten o kişiye gazeteci denmemesi gerektiğini çok iyi biliyorum!
Yazdığınız yazılardan sonra iktidardan ya da muhalefetten sizi telefonla arayanlar oluyor mu?
Kimse bana hesap sormak anlamında telefon açamaz. Ama iktidar aleyhine bir yazı yazdığımız zaman, muhalefetteki siyasetçiler bu yazıdan coşkulanabiliyor. ‘’Helal olsun sana, bizim anlatmak istediğimiz şeyleri yazmışsın’’ diyorlar. Ama ertesi gün muhalefeti eleştirdiğim zaman bu sefer iktidara yakın insanlar telefon edemeseler de haber gönderiyorlar ‘’Bugünkü yazısı çok iyiydi’’ diye. Çünkü ben yazılarımı bu röportajı yaptığımız 3 metreye 4 metre olan yani 12 metre karelik odada, sadece kendi vicdanım için yazıyorum. Şu kapı kapanır ve ben yazımı yazmaya başlarım. Kim o yazıdan ne anlayacak, nasıl alınacak, nasıl sevinecek beni hiç mi hiç ilgilendirmez. Yarın bu yazımı başbakan okuyacak, cumhurbaşkanı okuyacak, ana muhalefet ya da diğer muhalefet partilerinin genel başkanları okuyacak, Yargıtay okuyacak, meclis başkanı okuyacak ya da bilmem kim okuyacak diye düşünürsem, ben yazılarımı yazamam. Ve o yazıyı ben onurla, namusla, vicdanla yazdıysam eğer, o yazının bileğini hiç kimse bükemez…
ATATÜRK’E HAKARET EDENE, DİKTATÖR DİYENE KAFA ATARIM!
Televizyonda birçok tartışma programları var ama sizi pek göremiyoruz o programlarda. Programlara katılmamak sizin tercihiniz mi yoksa birileri sizi o programlara çıkarmak istemiyor mu?
O programlara katılmamak benim kendi tercihim. Şu an ulusal medyada enteresan bir anlayış gelişti. Çok seslilik vurgulaması yapılmak adına sizi davet ettikleri bir televizyon programına, sizin hiç ama hiç tahammül edemeyeceğiniz kişileri de davet ediyorlar. Demokrasilerinde bir tahammül sınırı vardır. Bazı değerler vardır ve o değerlerin aşağılanmasına tahammül edemezsiniz.
Nedir bu değerler? Bir örnek verebilir misiniz?
Mesela, Atatürk’ün ilke ve devrimlerine küfür eden, Atatürk’ü diktatör olarak ilan eden kişileri benim karşıma çıkarırlarsa, ben bu durumda demokrat olarak kalmayı beceremeyeceğimi düşünüyorum. Yani birisi Atatürk’e küfür ederken ya da diktatör derken ben onu gülümseyerek dinleyemem. Peki, bu gibi durumlarda ne yaparım? Kafamla mücadele ederim, direk kafa atarım! Televizyonlarda şiddeti körükleyen bir kişi olmamak için o programlara katılmıyorum…
Televizyondaki bütün siyaset programları böyle mi oluyor?
Tabiî ki hayır. Muhalif olarak adlandırılan, iktidar emrine girmemiş bazı kanallar var ama oralara çıkıp bir şeyler anlatmak bir anlamda motivasyon sağlamak dışında bir işe yaradığını düşünmüyorum. Çünkü o kanalların izleyici kitlesi zaten belli. Ve o izleyici kitlesi benim anlatacağım şeyleri benden daha iyi biliyor…
MEHMET ALİ BİRAND İLE DÜNYA GÖRÜŞÜMÜZ ve GAZETECİLİK TAVRIMIZ UYUŞMAZDI
Geçtiğimiz günlerde Mehmet Ali Birand vefat etti. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Mehmet Ali Birand, dünya görüşü olarak kesinlikle uyuşmadığım, hatta gazetecilik tavrı olarak da uyuşmadığım bir gazeteciydi… Çünkü ben gazeteciliğin gerçekten itina ile yapılması gerektiğini düşünüyorum. Evet, yetiştirdiği çok sayıda gazeteci vardı ama yetiştirdiği gazetecilerin duruşuna bakarsan %90’ı yeni birer Mehmet Ali Birand’dır. Gazetecilik etiği konusundaki anlayışları da, yaklaşımları da Mehmet Ali Birand’a benziyor. Mesela; Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’ni hiç birisinin okuduğunu düşünmüyorum. Hepsi daha liberal kanattan arkadaşlar Mehmet Ali Birand gibi… Liberalizm, demokrasi anlamında gayet iyidir ama ezilenlerin yanında değil de, haksızlıkların karşısında değil de, güçlüye övgü düzmek anlamında ele alırsak tartışılması gereken bir ideolojidir. Bu söylediklerimi çok rahatlıkla söyleyebiliyorum çünkü; bu söylediklerimi sağlığında Mehmet Ali Birand’ın yüzüne karşı söyledim. Evet, Mehmet Ali Birand çok ciddi ses getiren işler yapmış bir gazetecidir ama dediğim gibi gazetecilik anlayışımız çok farklıdır. Kendisine rahmet diliyorum, ışıklar içinde yatsın…
Siz de Silivri’deki davaları yakından takip eden gazetecilerdensiniz… Sizin de bir kaygınız var mı?
Kendime dair hiçbir kaygım yok. Ama Silivri’deki yargılamalar konusunda çok ciddi kaygılarım var! Silivri Cezaevinde yapılanlar, yaşananlar, oradaki muhakeme biçimi, yargılama biçimi gerçekten çağdaş hukuka aykırı…
Eski spor salonunu mahkeme salonu yaptılar ve Ergenekon davası o salonda görülüyor. Siz de duruşmaları izlemeye gittiniz. Salondaki izlenimlerinizi anlatır mısınız?
Tavanlardan beşer onar metrelik kabloların sarktığı, uçlarında mikrofon olduğu, tavanlardan demir boruların geçtiği acayip bir yer. Sanıkla avukatın konuşmasına bile izin verilmeyen, yüzlerce avukatın bulunduğu bir ortamda, sadece bir avukat konuştu diye diğer avukatları ‘’Temsilciniz konuştu ya, daha ne istiyorsunuz!’’ diye azarlayan bir hâkimin olduğu bir salon!
Yargılamanın, cezaevi kampüsü içinde bulunan bir salonda yapılması sizce doğru mu?
Sanıkla avukatın birbiriyle konuşturulmaması, bir avukat konuştu diye diğer avukatlara söz verilmemesi ve yargılamanın cezaevi kampüsü içinde yapılıyor olması Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi(AİHM) nezdinde birer bozma nedenidir! Yargılamanın cezaevi kampüsü içinde yapılıyor olması AİHM nezdinde başlı başına bir bozma nedenidir! O yüzden ben oradaki yargılamaları asla ciddiye almıyorum…
SİLİVRİ DAVALARININ SONUÇLANMASI İÇİN 7-8 SENE DAHA GEREKİYOR!
Sizce bu davalar nasıl sonuçlanır?
Karar zaten belli. Karar önceden verilmiş vaziyette! Hiç olmazsa yargılama süreci hızlansın ki o insanlar daha fazla içeride kalmasınlar… Çünkü; oradaki yargılamanın arkasından Yargıtay süreci var, temyiz süreci ve benzeri süreçleri hesaba kattığımız zaman bir bakıyorsunuz ki davanın sonuçlanması için en az 7-8 sene daha geçmesi gerektiğini görüyorsunuz!
Zaten bu davalardan dolayı yıllardır içerideler, 7-8 sene daha içeride kalabilirler diyorsunuz, bu çok uzun bir tutukluluk süresi değil mi?
Evet bu süre çok uzun. Buna rağmen mahkeme ısrarla tutuklu yargılamaya devam ediyor!(Buradan sonrasında oldukça sert ve sinirli konuşuyor) Yani bir Mustafa Balbay’ın, bir Tuncay Özkan’ın, adam öldürmeyen, silaha dokunmayan ve kaosa yönelik bir eylemin, bir örgütün içinde yer almayan meslektaşlarımın 7-8 sene daha içeride kalabilecek olmalarına dayanamıyorum! Aynı şekilde yıllarca terörle savaşmış komutanların, gizli tanık yapılan teröristlerin ifadeleriyle 7-8 sene daha içeride kalabilecek olmalarına da dayanamıyorum…
SÖZLÜKTE BUNDAN BÖYLE ‘’SİLİVRİ’NİN’’ ANLAMI ‘’HÜZÜN’’ OLMALI…
Silivri’de tutsak olan bazı meslaktaşlarınızı ziyarete gittiniz. Giderken neler hissettiniz?
(Bu soruya sinirli ama bir o kadarda duygulanarak cevap veriyor)
Daha Silivri cezaevine giderken Mahmutbey gişelerden geçtiğim andan itibaren korkunç hüzünlü bir insan oluyorum… Silivri kelimesi artık benim için hüzün kelimesiyle eşleşti. Sözlükte bundan böyle Silivri’nin anlamı ‘’hüzün’’ olmalı… Orada yapılan yargılama, insanların cezaevinde ömür çürütmesi falan, ya da bizim açık görüşlere gidip Balbay’la, Özkan’la ve diğer gazeteci arkadaşlarımızla sarmaş dolaş olmamız, o anda ki o mutlu hava, o anda ki o coşku, bunların hepsi hüznün birer parçası…
ONLARIN BİLEKLERİNİ KESSENİZ, KAN YERİNE GAZETECİLİK AKAR!
Açık görüşteki izlenimleriniz ve hissettikleriniz nelerdi?
Onların hepsi orada güçlü görünmeye çalışıyorlar. Çünkü bu insanların bileklerini kesseniz kan yerine gazetecilik akacak olan insanlar… Kendini seven kitlelere moralsizlik aşılamak istemiyorlar, yılgınlıklarını göstermek istemiyorlar… 39,5 derece ateşteyken bile eğer açık görüş varsa bizim karşımıza hiç bir şey yokmuş gibi çıkıyorlar ama biz biliyoruz ki o kapı kapanıp hücresine girdiği zaman gözünü açamayacak kadar hasta… Bu bir psikolojik işkencedir. Silivri ne yazık ki, psikolojik işkencenin hüzünselleştirildiği bir tutukevi, bir toplama kampıdır! Ve ben bu çağda böyle bir toplama kampını hazmedemiyorum!
Açık görüşte Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay dışında hangi gazetecilerle görüştünüz?
Soner Yalçın o zaman daha içerideydi, Soner’i görmüştüm. Turan Özlü’yle görüştüm. Hikmet Çiçek’i gördüm. Aydınlık Gazetesi davasından, Ulusal Kanal davasından yargılanan diğer meslektaşlarımla görüştüm.
Peki, suçları ne?
Aralarında gencecik insanlar ve çok yaşlı insanlar var. Kimisi daha hayatını tam olarak yaşayamamış, kimisi ise son günlerini zindanda geçiriyor… Mesela içeride 5-6 senedir yatan meslektaşıma ‘’Suçun nedir?’’ diye soruyorum; ‘’Bir görüşme kaydını yayınladım. Suçum bu!’’ diyor. ‘’Sen mi yaptın bu ses kaydını?’’ diyorum; ‘’Hayır’’ diyor. ‘’Yayınladığın o kayıt yalanlanıyor mu?’’ diyorum; ‘’Hayır’’ diyor!
Muhalefetten bazı siyasetçilerinde ortaya zaman zaman ses kayıtları çıkıyor ve yayınlanıyor ama yayınlayanlar yargılanmıyor. Bu çifte standart değil mi? (Bu soruya oldukça sert bir üslupla cevap veriyor)
Bakıyorsunuz Deniz Baykal, CHP’nin Eski Genel Başkanı iken ve Türkiye’nin en güçlü ikinci siyasetçisi iken hakkında bir kaset yayınlanıyor. O kaseti yayınlayan gazetelerin, gazetecilerin, televizyonların ve internet sitelerinin başına hiç bir şey gelmedi! Ama başbakan’ın, bir yakınıyla, kızına para verilmesi için yaptığı görüşmeyi yayınlayan çocuk yargılanıyor. Bakın çocuk diyorum çocuk! Yani yirmili yaşlarda bir çocuk bu ses kaydını yayınladığı için 5 senedir cezaevinde! Ana Muhalefet partisi lideri için serbest olan şey, neden Başbakan için serbest değil? Bunun adı tabiî ki ‘’çifte standarttır!’’
ONLARIN EN BÜYÜK ŞİKÂYETİ UĞRADIKLARI HAKSIZLIK!
Tutuklu yurtseverlerimiz yazdıkları kitaplarda ve yazılarda yemeklerden, soğuklardan ve benzeri bazı konulardan şikâyet ediyorlar. Açık görüşte size şikâyet ettikleri bir konu oldu mu?
Onlar ödedikleri bedelin o kadar farkındalar ki, onların en çok şikâyet ettikleri konu uğradıkları haksızlık… Çünkü en büyük haksızlığı başta yapıyorlar, onları terörist ilan ediyorlar! Ortada böylesine büyük bir haksızlık varken, yaşama koşullarına ilişkin uğradıkları küçük haksızlıklar umurlarında bile değil… Onlar öylesine yaratıcı, öylesine becerikli arkadaşlar ki her türlü koşula uyum sağlamaya yetenekli arkadaşlar…
SİLİVRİ, HASDAL, MAMAK CEZAEVLERİ DÜNYANIN EN BÜYÜK YAYIN EVİ!
Tutuklu olan gazeteciler, yazarlar tutuklu olmalarına rağmen yazmaya devam ediyorlar…
Silivri cezaevi, Hasdal cezaevi ve Mamak cezaevi dünyanın en büyük yayınevine dönüştü! Düşünceye, aydınlığa kelepçe vurulmayacağı gibi, aydınlara da kelepçe vurulamıyor… Aydınların yazmalarını kısıtlayamazlar. O insanları 3 metre karelik odalara kapattıkları zaman bile, eğer o beyin, o vücudun içinde ise yazmaya devam ederler ve gördüğümüz gibi yazıyorlar da zaten… Yazıyorlar, Çünkü; haklılar! Haksız olan kişi susar… O beyin o vücutların içinde olduğu sürece de susacaklarını zannetmiyorum!
SİYASETE GİRMEYECEĞİME NAMUS SÖZÜ VERİYORUM!
Neredeyse her gün köşenizde siyasi olayları yazıyorsunuz. Siyasete girmeyi düşünüyor musunuz?
Bu konuda çok samimi olacağım. Siyasete girmeyeceğime namus sözü veriyorum! Çünkü; siyasete girmeyi düşünürsem eğer, yazılarımı bu kadar rahat yazamam. Bu kadar rahat eleştiremem. Ben gazeteciyim. Yazılarımı özgürce yazabilmem için asla siyasete girmeyi düşünmüyorum. Namus sözü!
Mustafa Bey, bazı sorularımıza sinirlenerek cevap verdiniz, bazı sorularımıza ise duygulandınız… Ama sizinle sohbet edince anladım ki çok temiz bir kalbiniz var ve verdiğiniz cevaplarda son derece samimisiniz… Televizyonlara çıkmayan ve pek röportaj vermeyen bir isim olarak, bizi kırmayıp sorularımıza samimi cevaplar verdiğiniz için çok teşekkür ederim.
Usta bir gazeteci ve Türkiye’nin en sivri yazarlarından birisi… Zaman zaman sorduğum sorulara bir hayli sert cevaplar verdi ama verdiği cevaplarda son derece samimiydi. Röportaja ‘’Maratonda Sona Doğru’’ isimli kitabıyla başlayıp, Türkiye’de basının üzerindeki baskıyla, tutuklu gazeteciler ve diğer tutuklu aydınlarımız ile devam ettik. Ama bence röportajın en can alıcı noktası Silivri ile ilgili olan sorularıma verdiği cevaplardı. Özellikle Silivri’yi, tutuklu meslektaşlarımızı ve aydınlarımızı anlatırken sert ama bir o kadar da duygusaldı… Röportaj sırasında bir başka usta gazetecinin odaya girmesi beni şaşırttı ve çok da sevindirdi. Çünkü o isim, gazetecilik hayatımın ilk röportajını yaptığım usta gazeteci Can ATAKLI’ydı… Röportaja gittiğim gün hava bir hayli soğuktu. Çağlayan’da bulunan Vatan Gazetesi binasının ikinci katındaki odasına çıktığımda bir hayli üşümüştüm, ikram ettiği çay sayesinde ısındım ve röportaja başladık.
Kemalist Gençlik Gazetesi: “Maratonda Sona Doğru!” adını taşıyan ve sizin köşe yazılarınızdan oluşan kitabınız bir hayli ilginç bir kitap oldu. Biraz kitabınızı anlatır mısınız?
Mustafa Mutlu: Bu kitap dünyada ilk defa denenen bir tarz. Ben bu kitapta ilk kez çok önemsediğim ve yankı yaratmış bazı yazılarımı seçtim ama 6-7 sene önce yazılmış yazılarımın bugün nereye geldiklerini sorguladım. Yani 6-7 sene önce gazetede yayınlanan yazımı olduğu gibi koydum ama 2012 yılının son günlerinden bakınca neler değişmiş ve ben 6-7 sene önceki öngörümde ne kadar isabet sağlamışım ya da insanlar o zamanlar yaptığım basit uyarıları dikkate alsalardı neleri düzeltebileceklerdi… Gazetecilikte fikr-i takip(yazılan bir haberin veya köşe yazısının sonrasında o konuyla ilgili tüm gelişmeleri takip etmek) denen şey unutuluyor çünkü gündem çok yoğun. İşte ben bu kitapta fikr-i takibi sağladım.
Bir örnek verebilir misiniz?
Mesela bir davadan söz ediyorum. 6 sene önce yazmışım ve orada bırakmışız o konuyu, bir daha hiç ele almamışız. 6 sene önce bıraktığım o mahkemenin, 6 sene sonra bugün tekrar peşine düştüm ve sorguladım. Tabi bu ciddi bir ülke eleştirisi. Bir yandan ‘’Gerçekler yıllar önce yazılmış, bakın be kardeşim!’’ sonucunu getiriyor, bir yandan da ‘’ne kadar hayal görmüşüm, bu ülkeden bunları yapmasını beklemişim’’ gibi bir özeleştiriye gitmeyi de sağlıyor…
Buna bir nevi hesaplaşma diyebilir miyiz?
Hem kendimle hesaplaşma, hem yazılarımla hesaplaşma, hem de ülkeyle hesaplaşma, dünyayla hesaplaşma…
Siz bundan önceki iktidarları da eleştiriyordunuz, Şimdiki iktidarı da eleştiriyorsunuz. Sizce gazetecilik muhalif olmak mıdır?
Gazeteciliğin ruhunda muhaliflik vardır. Muhalif olmak durumundasınızdır. Bize en çok sorulan soru şu; ‘’Bu adamlar hiç iyi bir şey yapmıyor mu?’’
Zaten yaptıkları iyi şeyleri kendileri yeterince anlatıyorlar. Ama çok iyi yaptıklarını söyledikleri bir şeyde bile aslında var olan kusurları gündeme getirip onların düzelmesini sağlamak da gazetecilerin işidir.
İktidarı eleştirmek, taraflı olmak mıdır?
Gazetecilik iki şekilde yapılır. 1) Olayın objektif şekilde fotoğrafını çekersiniz ve insanlara dersiniz ki; “bakın durum bu, bu fotoğraftaki yanlışları bulun ve düzeltin.” Bunun adı haberciliktir. Habercilik muhabirin işidir ve habercilikte tarafsız olmak zorundasınızdır. 2) Bir de işin yorumcu tarafı var. Yorumculukta taraf olabilirsiniz. Ama olmamanız gereken tek şey bağımlılıktır. Yani herhangi bir siyasi partinin veya baskı grubunun sözcüsü olmamaktır. Kendi öznel düşüncelerinizle bazı uygulamaları yorumlayabilmek, eleştirebilmektir. Bu da köşe yazarlarının yaptığı iştir.
Taraflı olmak ile bağımlı olmak arasında ki ince çizgiyi nasıl çizmek gerekiyor?
Ben tarafım. Çünkü gazeteciliğin yorumculuk tarafındayım. Yorumcunun belli bir dünya görüşü, belli kriterleri olmalı. Belli bir tarafınız olmalı ki gündemdeki uygulamaları ona göre eleştirebilmelisiniz. Taraflıyım ama bağımlı değilim. Bana kimse CHP’nin veya MHP’nin sözcüsüsün diyemez. Çünkü iktidarı eleştirdiğim kadar CHP ve MHP’yi de eleştiriyorum. Dünya görüşüme ters gelen her şeyi eleştirmek durumundayım. Ama bunun karşılığı mahkemelere verilmek susturulmaya çalışılmak olmamalı.
SİYASİLERDEN BANA 70’e YAKIN DAVA AÇILDI
Konu köşe yazarlarına açılan davalara gelmişken sorayım; Size yazılarınızdan dolayı kaç tane dava açıldı?
70’e yakın dava açıldı. Neredeyse tamamı siyasilerden…
Bu davalar en çok hangi parti tarafından açıldı?. Ve kaçını kazandınız?
Davalar en çok şu partiden açıldı diyemem çünkü neredeyse eşit sayılarda dava açtılar. Açılan davalardan 3 tanesi devam ediyor. Geri kalanlar sonuçlandı. 1 Tanesi hariç hepsini ben kazandım.
Hangi davayı siz kaybettiniz?
Siyasilerin açtığı hiçbir davayı kaybetmedim. Bir Başsavcının açtığı davayı kaybettim. 3 davam ise devam ediyor.
GAZETE PATRONLARINA FİİLİ BASKI YAPILIYOR!
Muhalif yazarların söylediği ortak bir söylem var: ‘’Özgürce yazamıyoruz, üzerimize baskı yapılıyor’’ diyorlar. Sizin de üzerinizde baskı oluşturuluyor mu? Yazılarınız sansürleniyor mu?
Hayır. Yazılarım hiç sansürlenmedi. Zaten sansürlenmesine de izin vermem. Ama bugün bizim esas sorunumuz; baskıdan daha çok ‘’Oto-sansür…’’ Öyle bir ortamdan geçiyoruz ki, çalıştığınız kuruma zarar vermemek için kaleminizi kısıtlamak zorunda hissediyorsunuz kendinizi… Ben şunu yazarsam, benim yüzümden insanlar zarar görür diyorsunuz… Ki bu sansürden çok daha büyük bir tehlikedir!
Niye çalıştığınız gazetenin zarar göreceğini düşünüyorsunuz? Bunu size düşündüren şey nedir?
Gazetecilere haklarında dava açılarak, hatta hapse atılarak, gazete patronlarına birileri tarafından telefon açıp ‘’sen hâlâ o adamı çalıştırıyor musun?’’ denilerek fiili bir baskı yapılıyor. Bu fiili baskının sonucunda işsiz kalıyorsunuz… Öyle dışarıdan göründüğü gibi çok yüksek gelir düzeyimiz yok, bizler aybaşında aldığımız maaşlarla evlerini geçindiren insanlarız. Bir ay maaş almadığımız takdirde herkes gibi bizde çok ciddi sıkıntılar yaşarız.
Yani muhalif gazeteci olmak cesaret gerektiriyor diyebilir miyiz?
Elbette ki öyle, çünkü muhalif gazeteci olmak cezaevini göze almayı, özgürlüğünüzü kaybetmeyi göze almayı, mahkeme koridorlarında dolaşmayı göze almayı, tazminat ödemeyi göze almayı ve işinizi kaybetmeyi göze almayı gerektiriyor. Bütün bunları göze alabilmek için ise cesaret gerekiyor… Bu cesareti göstererek gazetecilik yapan kaç kişi kaldık? Bu sorunun cevabını da sizlerin takdirine bırakıyorum.
BANA TASMA VURACAK ADAMIN ALNINI KARIŞLARIM!
Recep Tayyip Erdoğan kendisini ve iktidarını eleştiren gazeteciler için ‘’Kaleminden pislik akıyor’’ gibi aşağılayıcı açıklamalarda bulunuyor. Mesela bir de Erdoğan’ın ‘’tasmalı gazeteci’’ lafı vardı… Bu çirkin açıklamalar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çok çirkin bir açıklama tabi… Sadece şunu söylemek istiyorum; ‘’Gazeteci olarak zaten mümkün değil ama insan olarak bana tasma vuracak adamın ben alnını karışlarım!’’(Burada çok sinirleniyor)
Bir insanı köpek yerine koymak ne kadar alçaltıcı bir şey. Çevresinde kendisine bağlı gazeteciler var mı bilmiyorum, yanıtını kendisi versin. Ama ben bir gazetecinin tasmayı kabul edebileceğini sanmıyorum. Eğer ki kabul ederse zaten o kişiye gazeteci denmemesi gerektiğini çok iyi biliyorum!
Yazdığınız yazılardan sonra iktidardan ya da muhalefetten sizi telefonla arayanlar oluyor mu?
Kimse bana hesap sormak anlamında telefon açamaz. Ama iktidar aleyhine bir yazı yazdığımız zaman, muhalefetteki siyasetçiler bu yazıdan coşkulanabiliyor. ‘’Helal olsun sana, bizim anlatmak istediğimiz şeyleri yazmışsın’’ diyorlar. Ama ertesi gün muhalefeti eleştirdiğim zaman bu sefer iktidara yakın insanlar telefon edemeseler de haber gönderiyorlar ‘’Bugünkü yazısı çok iyiydi’’ diye. Çünkü ben yazılarımı bu röportajı yaptığımız 3 metreye 4 metre olan yani 12 metre karelik odada, sadece kendi vicdanım için yazıyorum. Şu kapı kapanır ve ben yazımı yazmaya başlarım. Kim o yazıdan ne anlayacak, nasıl alınacak, nasıl sevinecek beni hiç mi hiç ilgilendirmez. Yarın bu yazımı başbakan okuyacak, cumhurbaşkanı okuyacak, ana muhalefet ya da diğer muhalefet partilerinin genel başkanları okuyacak, Yargıtay okuyacak, meclis başkanı okuyacak ya da bilmem kim okuyacak diye düşünürsem, ben yazılarımı yazamam. Ve o yazıyı ben onurla, namusla, vicdanla yazdıysam eğer, o yazının bileğini hiç kimse bükemez…
ATATÜRK’E HAKARET EDENE, DİKTATÖR DİYENE KAFA ATARIM!
Televizyonda birçok tartışma programları var ama sizi pek göremiyoruz o programlarda. Programlara katılmamak sizin tercihiniz mi yoksa birileri sizi o programlara çıkarmak istemiyor mu?
O programlara katılmamak benim kendi tercihim. Şu an ulusal medyada enteresan bir anlayış gelişti. Çok seslilik vurgulaması yapılmak adına sizi davet ettikleri bir televizyon programına, sizin hiç ama hiç tahammül edemeyeceğiniz kişileri de davet ediyorlar. Demokrasilerinde bir tahammül sınırı vardır. Bazı değerler vardır ve o değerlerin aşağılanmasına tahammül edemezsiniz.
Nedir bu değerler? Bir örnek verebilir misiniz?
Mesela, Atatürk’ün ilke ve devrimlerine küfür eden, Atatürk’ü diktatör olarak ilan eden kişileri benim karşıma çıkarırlarsa, ben bu durumda demokrat olarak kalmayı beceremeyeceğimi düşünüyorum. Yani birisi Atatürk’e küfür ederken ya da diktatör derken ben onu gülümseyerek dinleyemem. Peki, bu gibi durumlarda ne yaparım? Kafamla mücadele ederim, direk kafa atarım! Televizyonlarda şiddeti körükleyen bir kişi olmamak için o programlara katılmıyorum…
Televizyondaki bütün siyaset programları böyle mi oluyor?
Tabiî ki hayır. Muhalif olarak adlandırılan, iktidar emrine girmemiş bazı kanallar var ama oralara çıkıp bir şeyler anlatmak bir anlamda motivasyon sağlamak dışında bir işe yaradığını düşünmüyorum. Çünkü o kanalların izleyici kitlesi zaten belli. Ve o izleyici kitlesi benim anlatacağım şeyleri benden daha iyi biliyor…
MEHMET ALİ BİRAND İLE DÜNYA GÖRÜŞÜMÜZ ve GAZETECİLİK TAVRIMIZ UYUŞMAZDI
Geçtiğimiz günlerde Mehmet Ali Birand vefat etti. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Mehmet Ali Birand, dünya görüşü olarak kesinlikle uyuşmadığım, hatta gazetecilik tavrı olarak da uyuşmadığım bir gazeteciydi… Çünkü ben gazeteciliğin gerçekten itina ile yapılması gerektiğini düşünüyorum. Evet, yetiştirdiği çok sayıda gazeteci vardı ama yetiştirdiği gazetecilerin duruşuna bakarsan %90’ı yeni birer Mehmet Ali Birand’dır. Gazetecilik etiği konusundaki anlayışları da, yaklaşımları da Mehmet Ali Birand’a benziyor. Mesela; Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’ni hiç birisinin okuduğunu düşünmüyorum. Hepsi daha liberal kanattan arkadaşlar Mehmet Ali Birand gibi… Liberalizm, demokrasi anlamında gayet iyidir ama ezilenlerin yanında değil de, haksızlıkların karşısında değil de, güçlüye övgü düzmek anlamında ele alırsak tartışılması gereken bir ideolojidir. Bu söylediklerimi çok rahatlıkla söyleyebiliyorum çünkü; bu söylediklerimi sağlığında Mehmet Ali Birand’ın yüzüne karşı söyledim. Evet, Mehmet Ali Birand çok ciddi ses getiren işler yapmış bir gazetecidir ama dediğim gibi gazetecilik anlayışımız çok farklıdır. Kendisine rahmet diliyorum, ışıklar içinde yatsın…
Siz de Silivri’deki davaları yakından takip eden gazetecilerdensiniz… Sizin de bir kaygınız var mı?
Kendime dair hiçbir kaygım yok. Ama Silivri’deki yargılamalar konusunda çok ciddi kaygılarım var! Silivri Cezaevinde yapılanlar, yaşananlar, oradaki muhakeme biçimi, yargılama biçimi gerçekten çağdaş hukuka aykırı…
Eski spor salonunu mahkeme salonu yaptılar ve Ergenekon davası o salonda görülüyor. Siz de duruşmaları izlemeye gittiniz. Salondaki izlenimlerinizi anlatır mısınız?
Tavanlardan beşer onar metrelik kabloların sarktığı, uçlarında mikrofon olduğu, tavanlardan demir boruların geçtiği acayip bir yer. Sanıkla avukatın konuşmasına bile izin verilmeyen, yüzlerce avukatın bulunduğu bir ortamda, sadece bir avukat konuştu diye diğer avukatları ‘’Temsilciniz konuştu ya, daha ne istiyorsunuz!’’ diye azarlayan bir hâkimin olduğu bir salon!
Yargılamanın, cezaevi kampüsü içinde bulunan bir salonda yapılması sizce doğru mu?
Sanıkla avukatın birbiriyle konuşturulmaması, bir avukat konuştu diye diğer avukatlara söz verilmemesi ve yargılamanın cezaevi kampüsü içinde yapılıyor olması Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi(AİHM) nezdinde birer bozma nedenidir! Yargılamanın cezaevi kampüsü içinde yapılıyor olması AİHM nezdinde başlı başına bir bozma nedenidir! O yüzden ben oradaki yargılamaları asla ciddiye almıyorum…
SİLİVRİ DAVALARININ SONUÇLANMASI İÇİN 7-8 SENE DAHA GEREKİYOR!
Sizce bu davalar nasıl sonuçlanır?
Karar zaten belli. Karar önceden verilmiş vaziyette! Hiç olmazsa yargılama süreci hızlansın ki o insanlar daha fazla içeride kalmasınlar… Çünkü; oradaki yargılamanın arkasından Yargıtay süreci var, temyiz süreci ve benzeri süreçleri hesaba kattığımız zaman bir bakıyorsunuz ki davanın sonuçlanması için en az 7-8 sene daha geçmesi gerektiğini görüyorsunuz!
Zaten bu davalardan dolayı yıllardır içerideler, 7-8 sene daha içeride kalabilirler diyorsunuz, bu çok uzun bir tutukluluk süresi değil mi?
Evet bu süre çok uzun. Buna rağmen mahkeme ısrarla tutuklu yargılamaya devam ediyor!(Buradan sonrasında oldukça sert ve sinirli konuşuyor) Yani bir Mustafa Balbay’ın, bir Tuncay Özkan’ın, adam öldürmeyen, silaha dokunmayan ve kaosa yönelik bir eylemin, bir örgütün içinde yer almayan meslektaşlarımın 7-8 sene daha içeride kalabilecek olmalarına dayanamıyorum! Aynı şekilde yıllarca terörle savaşmış komutanların, gizli tanık yapılan teröristlerin ifadeleriyle 7-8 sene daha içeride kalabilecek olmalarına da dayanamıyorum…
SÖZLÜKTE BUNDAN BÖYLE ‘’SİLİVRİ’NİN’’ ANLAMI ‘’HÜZÜN’’ OLMALI…
Silivri’de tutsak olan bazı meslaktaşlarınızı ziyarete gittiniz. Giderken neler hissettiniz?
(Bu soruya sinirli ama bir o kadarda duygulanarak cevap veriyor)
Daha Silivri cezaevine giderken Mahmutbey gişelerden geçtiğim andan itibaren korkunç hüzünlü bir insan oluyorum… Silivri kelimesi artık benim için hüzün kelimesiyle eşleşti. Sözlükte bundan böyle Silivri’nin anlamı ‘’hüzün’’ olmalı… Orada yapılan yargılama, insanların cezaevinde ömür çürütmesi falan, ya da bizim açık görüşlere gidip Balbay’la, Özkan’la ve diğer gazeteci arkadaşlarımızla sarmaş dolaş olmamız, o anda ki o mutlu hava, o anda ki o coşku, bunların hepsi hüznün birer parçası…
ONLARIN BİLEKLERİNİ KESSENİZ, KAN YERİNE GAZETECİLİK AKAR!
Açık görüşteki izlenimleriniz ve hissettikleriniz nelerdi?
Onların hepsi orada güçlü görünmeye çalışıyorlar. Çünkü bu insanların bileklerini kesseniz kan yerine gazetecilik akacak olan insanlar… Kendini seven kitlelere moralsizlik aşılamak istemiyorlar, yılgınlıklarını göstermek istemiyorlar… 39,5 derece ateşteyken bile eğer açık görüş varsa bizim karşımıza hiç bir şey yokmuş gibi çıkıyorlar ama biz biliyoruz ki o kapı kapanıp hücresine girdiği zaman gözünü açamayacak kadar hasta… Bu bir psikolojik işkencedir. Silivri ne yazık ki, psikolojik işkencenin hüzünselleştirildiği bir tutukevi, bir toplama kampıdır! Ve ben bu çağda böyle bir toplama kampını hazmedemiyorum!
Açık görüşte Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay dışında hangi gazetecilerle görüştünüz?
Soner Yalçın o zaman daha içerideydi, Soner’i görmüştüm. Turan Özlü’yle görüştüm. Hikmet Çiçek’i gördüm. Aydınlık Gazetesi davasından, Ulusal Kanal davasından yargılanan diğer meslektaşlarımla görüştüm.
Peki, suçları ne?
Aralarında gencecik insanlar ve çok yaşlı insanlar var. Kimisi daha hayatını tam olarak yaşayamamış, kimisi ise son günlerini zindanda geçiriyor… Mesela içeride 5-6 senedir yatan meslektaşıma ‘’Suçun nedir?’’ diye soruyorum; ‘’Bir görüşme kaydını yayınladım. Suçum bu!’’ diyor. ‘’Sen mi yaptın bu ses kaydını?’’ diyorum; ‘’Hayır’’ diyor. ‘’Yayınladığın o kayıt yalanlanıyor mu?’’ diyorum; ‘’Hayır’’ diyor!
Muhalefetten bazı siyasetçilerinde ortaya zaman zaman ses kayıtları çıkıyor ve yayınlanıyor ama yayınlayanlar yargılanmıyor. Bu çifte standart değil mi? (Bu soruya oldukça sert bir üslupla cevap veriyor)
Bakıyorsunuz Deniz Baykal, CHP’nin Eski Genel Başkanı iken ve Türkiye’nin en güçlü ikinci siyasetçisi iken hakkında bir kaset yayınlanıyor. O kaseti yayınlayan gazetelerin, gazetecilerin, televizyonların ve internet sitelerinin başına hiç bir şey gelmedi! Ama başbakan’ın, bir yakınıyla, kızına para verilmesi için yaptığı görüşmeyi yayınlayan çocuk yargılanıyor. Bakın çocuk diyorum çocuk! Yani yirmili yaşlarda bir çocuk bu ses kaydını yayınladığı için 5 senedir cezaevinde! Ana Muhalefet partisi lideri için serbest olan şey, neden Başbakan için serbest değil? Bunun adı tabiî ki ‘’çifte standarttır!’’
ONLARIN EN BÜYÜK ŞİKÂYETİ UĞRADIKLARI HAKSIZLIK!
Tutuklu yurtseverlerimiz yazdıkları kitaplarda ve yazılarda yemeklerden, soğuklardan ve benzeri bazı konulardan şikâyet ediyorlar. Açık görüşte size şikâyet ettikleri bir konu oldu mu?
Onlar ödedikleri bedelin o kadar farkındalar ki, onların en çok şikâyet ettikleri konu uğradıkları haksızlık… Çünkü en büyük haksızlığı başta yapıyorlar, onları terörist ilan ediyorlar! Ortada böylesine büyük bir haksızlık varken, yaşama koşullarına ilişkin uğradıkları küçük haksızlıklar umurlarında bile değil… Onlar öylesine yaratıcı, öylesine becerikli arkadaşlar ki her türlü koşula uyum sağlamaya yetenekli arkadaşlar…
SİLİVRİ, HASDAL, MAMAK CEZAEVLERİ DÜNYANIN EN BÜYÜK YAYIN EVİ!
Tutuklu olan gazeteciler, yazarlar tutuklu olmalarına rağmen yazmaya devam ediyorlar…
Silivri cezaevi, Hasdal cezaevi ve Mamak cezaevi dünyanın en büyük yayınevine dönüştü! Düşünceye, aydınlığa kelepçe vurulmayacağı gibi, aydınlara da kelepçe vurulamıyor… Aydınların yazmalarını kısıtlayamazlar. O insanları 3 metre karelik odalara kapattıkları zaman bile, eğer o beyin, o vücudun içinde ise yazmaya devam ederler ve gördüğümüz gibi yazıyorlar da zaten… Yazıyorlar, Çünkü; haklılar! Haksız olan kişi susar… O beyin o vücutların içinde olduğu sürece de susacaklarını zannetmiyorum!
SİYASETE GİRMEYECEĞİME NAMUS SÖZÜ VERİYORUM!
Neredeyse her gün köşenizde siyasi olayları yazıyorsunuz. Siyasete girmeyi düşünüyor musunuz?
Bu konuda çok samimi olacağım. Siyasete girmeyeceğime namus sözü veriyorum! Çünkü; siyasete girmeyi düşünürsem eğer, yazılarımı bu kadar rahat yazamam. Bu kadar rahat eleştiremem. Ben gazeteciyim. Yazılarımı özgürce yazabilmem için asla siyasete girmeyi düşünmüyorum. Namus sözü!
Mustafa Bey, bazı sorularımıza sinirlenerek cevap verdiniz, bazı sorularımıza ise duygulandınız… Ama sizinle sohbet edince anladım ki çok temiz bir kalbiniz var ve verdiğiniz cevaplarda son derece samimisiniz… Televizyonlara çıkmayan ve pek röportaj vermeyen bir isim olarak, bizi kırmayıp sorularımıza samimi cevaplar verdiğiniz için çok teşekkür ederim.