05 Kas 2011 10:38
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:58
ATATÜRK BİRDENBİRE ''DEMOKRASİ'' GETİREMEZDİ! GETİRİRDİ DİYENİN ALNINI KARIŞLARIM!
Medyaradar analisti Atilla Akar son dönemde medyada yoğunlaşan Atatürk'e yönelik “Diktatör” suçlamalarına “tarihsel persfektif” dahilinde bir bakış getirdi&...
Şu liberallere bayılıyorum!...Oturdukları yerden çok güzel ahkâm kesiyorlar. Hele tarih söz konusu oldu mu yaratıcılıkta üstlerine yok doğrusu. Ellerinde tüm koşullardan soyutlanmış bir “doğru yanlış cetveli” var ve herkesi onun içine sığdırmaya çalışıyorlar. Olaylar, olgular ve özelliklede liderler adeta bütün şartlardan bağımsız “iyi” veya “kötü” kişiler haline gelebiliyor. Böylelikle tüm süreç onların “kişisel tercihi”ne bağlı bir “akış” olarak okunabiliyor. Bu sayede her şey o kişilerin iradesine bağlı ama “istenmediği” için “kötü niyetle” yapılmayan tuhaf “tercihler” haline geliveriyor. Böylelikle olur olmadık her tür “yakıştırma” imkânına kavuşuyorlar. Günümüzden bakarak “şu niye yoktu”, “bu niye yoktu”, “şunu niye yapmadı”, "bunu niye yapmadı” (ya da yaptı) demeye bayılıyorlar. Bugünden geriye dönük olarak çok kolay “toptancı yargılar”da bulunabiliyorlar.
Aslında onlar tamda karşı çıktıklarını söyledikleri şeyi yapıyorlar. “Putlaştırma”ya karşı çıkayım derken bir başka açıdan “putlaştırma” yapıyorlar. “İnsan üstü” vasıflar yüklenmesini sorgulayayım derken bir diğer yandan bir başka tür “insan üstülük” yüklüyorlar. Böylelikle o kişiyi –gücü ne olursa olsun- bütün şartlardan bağımsız “istediği gibi” davranabilecek kişi statüsüne eriştiriyorlar. O kişiyi içinde bulunduğu tüm tarihsel/sosyal koşullardan kopuk ele almak bir yana iradesini “her şeye yeter” ve “mutlak” bir şekilde algılıyorlar. Geriye sadece “istememesi” kalıyor ki bu da onun üzerinden her tür “kanaat inşası” nı mümkün kılıyor; Diktatör, zorba, zalim, vb…
Bu nokta özellikle Atatürk’le ilgili tartışma ve değerlendirmelerde belirgin şekilde ortaya çıkıyor. Olur olmadık her fırsat ve mecrada Atatürk’e “diktatör”, “zorba”, hatta kimi kez “faşist” demenin hazzını yaşıyorlar. Bunu kimi alay, kimi hakaret, kimi “eleştiriri”, kimi de ciddi “tarihçi” edalarında yapıyor. Olabilir. Herkes Mustafa Kemal’i sevmek, benimsemek, övmek, yüceltmek zorunda değil. Fakat bunun alternatifi her fırsatta yermek, sövmek, çarpıtmak, karalamak anlamına da gelmiyor elbette. Hele de ortada bir “ulusal kurtuluş savaşı önderi” söz konusu ise. Bu açıdan yapılan sözüm ona “Atatürk eleştirileri”ni çok kaba, çiğ, olgunluktan yoksun ve oldukça “avami” bulduğumu belirtmeliyim. Ne var ki bunlar çok kolay “prim” elde ediyor. Çok yakışıksız, ucuz, popülist yönlendirmeler yapılıyor.
“JAKOBEN LİBERALLER”İN “JAKOBEN DEMOKRASİ” HAYALİ!
Mustafa Kemal Atatürk’e –özellikle bugün anladığımız manada- “demokrat” diyemem. (Arada kısa süreli Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası ekseninde “Demokrasi denemeleri” olsa dahi!) Bu hayli “zorlama” bir yorum olur. Ancak belli “çağrışım”lar ve kasıtlı “yükleme”lerde olduğu gibi yakın çağdaşları benzeri –Hitler, Mussolini, Franko,vb- tipik bir “diktatör”lük atfetmekte bir o kadar “haksızlık” olur. Lakin sonuçta ortada bir “tek parti rejimi” vardır ve bunun çok demokratik imajlar yaydığı söylenemez. Fakat “batıcı/modernist” ve “milli egemenlikçi” karakteriyle buna tümüyle “kapalı” olduğu da söylenemez. Nitekim -her ne kadar dış dinamiklerin zorlamasıyla görünse de- 1946’dan itibaren ibresini sorun çıkartmadan “demokrasi”ye dönmesi bunun bir neticesi sayılabilir.
Tam bu noktada söz konusu esen üfüren “liberaller”in anlamadıkları veya anlamak istemedikleri nokta şudur; Onlar demokrasiyi de tüm tarihsel koşullarından kopuk bir “hazır elbise” gibi düşünmektedirler. Bir toplum eğer portmantoda duran bu hazır elbiseyi alıp giymiyorsa çoğu zaman bir “engelleyicisi” vardır. O toplumun “o andaki dinamikleri, potansiyelleri buna hazır ve uygun muydu?” diye asla sormazlar. O günün şartlarında –eksiğiyle gediğiyle- mümkün olan yapılmıştır…
Bu itiraz özellikle “Kemalist Dönem” söz konusu olduğunda daha bir öne çıkmaktadır. Ne tarihten, ne siyasetin dinamiklerinden, ne demokrasinin asgari koşullarından fazla bir şey anlamayan bu “mızmızlanmacı” liberalizm türüne göre eğer o dönem demokrasi uygulanmamışsa bunun tek sorumlusu Mustafa Kemal ve Kemalist elitlerdir. İlk bakışta sanki “doğru” gibi gelen bu yaklaşım başka faktörlerle birlikte düşünüldüğünde tamamıyla bir “fantezi” hatta “saçmalık” olarak da tanımlanabilir. Çünkü hiçbir demokrasi kendisini doğuran koşullardan bağımsız olarak doğmamış ve gelişmemiştir. Ancak onlara kalırsa demokrasi adeta bütün bu şartlardan bağımsız hatta “ona rağmen” birdenbire zuhur eden “ilahi bir nur” gibidir adeta!
DEMOKRASİ HAVADA ASILI DURAN BİR REJİM SANKİ…
Bu anlamda size bir toplumda demokrasinin oluşabilmesi ve gelişebilmesi için en az 50 şart sayabilirim. Bunların bir kısmı “temel” bir kısmı “tali” şartlar olabilir ama sonuçta demokrasi tüm bunların “bileşkesi”nde oluşur veya oluşamaz. Dolayısıyla sizin “demokrat”lığınız hatta “anti-demokrat”lığınızda bunlarla sınırlıdır. Tarihte öyle “ben yaptım oldu” türünden bir “Jakoben Demokratlık” bekliyorlar herhalde. (Jakoben cumhuriyete hayır, Jakoben demokrasiye evet!) Boşuna beklerler!
Örneğin 1923’lerin dünyasına baktığımızda dünyada neredeyse “bir avuç” diyebileceğimiz ülke dışında demokrasi ile yönetilen ülke yoktur. (Üstelik onları da bugünün gelişmiş demokrasi kriterleri ile yargılamaya kalktığımızda çoğu sınıfta kalırlar!) Dünya ve özellikle Avrupa –ve tabii Osmanlı- 1. Dünya savaşının yıkımlarını yaşamıştır. Ayrıca gidişat 2.’sine ve faşizmlere doğrudur. Çevremiz kurulmuş/kurdurulmuş krallıklarla, monarşilerle doludur. Ortadoğu coğrafyasında değil “demokrasi” doğru düzgün, ilaçlık bir “cumhuriyet” bile yoktur. Demokrasi ayrıca esas olarak “batılı toplumsal formasyonlar”a ait bir özellik gibi durmakta ve algılanmaktadır. Benimsenmesi süreç almıştır.
Ayrıca büyük radikal değişim ve dönüşüm dönemlerinde (Bunlar 1789 Fransız İhtilali’nin hemen ertesi günü demokrasi geldi sanıyorlar galiba. Giyotinlerin bırakın “eski rejim” yanlılarını ihtilâlin liderlerinin bile kellelerini nasıl koparttığından habersizler sanırım. Bonapartist diktatörlük’ten bile bihaberler herhalde!) her rejimin öncelikli sorunu kendisini “teminat” altına almaktır. Bu ise –hiç hoş olmasa da- “aşırılıklar”a yol açar. Bir “karşı-devrim” beklentisi rejimi kapanmaya ya da “temkinli” olmaya zorlar. (Bu süreçte daha ziyade bir “İttihatçı darbe” beklentisi ve fobisi hakimdir yeni Kemalist elitlere.) Tarihte bunu “istisna”sının yaşandığı tek devrim hareketi yoktur.
Ayrıca her demokrasi bir ekonomik altyapı gerektirir. Dünyanın ilk demokrasilerinin (İngiltere gibi) sanayi devrimi üzerine, gelişkin bir burjuva sınıfı üzerine yükseldiğini siyasal bilim okuyan herkes bilir. (Ki o dönemin işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşulları baz alınırsa –özellikle kadın ve çocuk emeği üzerinden- bugünün yasalarıyla her sanayicinin “ağır suç” işlemekten yargılanması gerekirdi. Vahşi kapitalizm “demokrasi” ile elele gelişmiştir! Şimdi bütün bunlar batıda sanki bir günde olmuş gibi söz ediyorlar. 1923’ler Türkiye’si ise bu açıdan neredeyse “az gelişmişlik” statüsündedir. Ayrıca toplumun büyük çoğunluğunun okuma yazma bilmediği, eğitimli genç kuşağının harpte kırıldığı, nüfusunun çok büyük bölümünün -50’lere kadar- halen kırlarda, köyde yaşadığı, feodal/ağalık ilişkilerinin baskın olduğu, demokrasi kültürünün ancak kentli süreçlerde gelişebileceği bir yerde “havadan” demokrasi beklemek en azından “safça”dır. Siz cumhuriyet devriminin yaptığı bütün “ileri atılımları” unutup, görmezden gelip “şekle” taktığınızda işin “özünü” göremezsiniz. Dolayısıyla bugünden geçmişe dönük olarak “demokrasi” diye atıp tutmak, bir tür “siyasal hokus pokus" oluyor…
Tamam liberallerin “kutsalları” yok anladık! (Siz hiç ellerinde Adam Smith, David Ricardo ve başka liberal düşünürlerin resimleriyle yürüyen, “Yaşasın Liberalizm” diye bağıran, miting tertipleyen “liberaller” gördünüz ya da duydunuz mu?) Ancak diğer ideolojilerin “kutsallaştırdığı” liderleri, önderleri vardır ve her fırsatta dışa vururlar. Fakat bu böyledir diye “kutsalları” olan diğer akımlara sürekli saldırmak, onların –doğru veya yanlış- liderlerini sürekli aşağılamak, küçümseyici ve suçlayıcı bir dil kullanmak ne kadar geçerlidir? Burada amaçlanan nedir? Bir “fikir tartışması” ise böyle olmayacağı aşikârdır. Yok eğer bir akıma karşı “düşmanca” tutum almak, bir tür “psikolojik harekât” yürütmek ise bu ülkenin acilen ihtiyaç hissettiği “normalleşme”ye ne kadar katkı sağlar? Kesimler arası zaten var olan “diş bileme”yi azaltır mı, arttırır mı? Cumhuriyetin köklerine dair süren tartışmayı zenginleştirir mi, daha mı kısırlaştırır?
Elbette ki ne Mustafa Kemal’in kendisi ne de 1923 süreci “tartışılmaz” değildir. Bu döneme dair “şöyle olsaydı” yahut “böyle olmasaydı” diyebileceğimiz birçok nokta vardır. Ancak bütün bunlar döneminin Türkiye ve dünya koşullarından kopuk ele alınabilecek olgular değildir. Bunları es geçen bir “demokrasi” veya “diktatörlük” tartışması yapılamaz. Yapılıyorsa kasıtlıdır…
Dolayısıyla bence Atatürk isteseydi bile o günkü koşullarda birdenbire “Demokrasi” getiremezdi! (Yahut başka açılardan “sorunlu” bir demokrasi olurdu o zaman.) Getirirdi diyenin alnını karışlarım!...
Not: bütün bunlara rağmen bazı kişilerin Atatürk’e “diktatör” dedikleri için yargılanmalarına, suçlanmalarına karşıyım. Çünkü bu da sonuçta bir “değerlendirme”dir. “Düşünce ve kanaat özgürlüğü” dahilindedir.
İlave Not: Sevgili Nihat Genç’in dün Odatv’de yayınlanan “Nagehan Alçı Nereye Koşuyor?” başlıklı yazısını okudum. Orada Alçı için “Taze gelinim’ senin evin yok mudur diye sormaz mı kayınvaliden cicibaban. Milletin ağzı torba değil ki büzesin, her Allah’ın akşamı TV’lerdesin, bak buradan söylüyorum yarın bir gün hamile kaldığında, konu komşuyu kesinlikle inandıramazsın bebeğin kocandan olduğunu…” demiş. Bence ayıp olmuş ve hiç yakışık almamış.
Atilla AKAR
[email protected]
Aslında onlar tamda karşı çıktıklarını söyledikleri şeyi yapıyorlar. “Putlaştırma”ya karşı çıkayım derken bir başka açıdan “putlaştırma” yapıyorlar. “İnsan üstü” vasıflar yüklenmesini sorgulayayım derken bir diğer yandan bir başka tür “insan üstülük” yüklüyorlar. Böylelikle o kişiyi –gücü ne olursa olsun- bütün şartlardan bağımsız “istediği gibi” davranabilecek kişi statüsüne eriştiriyorlar. O kişiyi içinde bulunduğu tüm tarihsel/sosyal koşullardan kopuk ele almak bir yana iradesini “her şeye yeter” ve “mutlak” bir şekilde algılıyorlar. Geriye sadece “istememesi” kalıyor ki bu da onun üzerinden her tür “kanaat inşası” nı mümkün kılıyor; Diktatör, zorba, zalim, vb…
Bu nokta özellikle Atatürk’le ilgili tartışma ve değerlendirmelerde belirgin şekilde ortaya çıkıyor. Olur olmadık her fırsat ve mecrada Atatürk’e “diktatör”, “zorba”, hatta kimi kez “faşist” demenin hazzını yaşıyorlar. Bunu kimi alay, kimi hakaret, kimi “eleştiriri”, kimi de ciddi “tarihçi” edalarında yapıyor. Olabilir. Herkes Mustafa Kemal’i sevmek, benimsemek, övmek, yüceltmek zorunda değil. Fakat bunun alternatifi her fırsatta yermek, sövmek, çarpıtmak, karalamak anlamına da gelmiyor elbette. Hele de ortada bir “ulusal kurtuluş savaşı önderi” söz konusu ise. Bu açıdan yapılan sözüm ona “Atatürk eleştirileri”ni çok kaba, çiğ, olgunluktan yoksun ve oldukça “avami” bulduğumu belirtmeliyim. Ne var ki bunlar çok kolay “prim” elde ediyor. Çok yakışıksız, ucuz, popülist yönlendirmeler yapılıyor.
“JAKOBEN LİBERALLER”İN “JAKOBEN DEMOKRASİ” HAYALİ!
Mustafa Kemal Atatürk’e –özellikle bugün anladığımız manada- “demokrat” diyemem. (Arada kısa süreli Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası ekseninde “Demokrasi denemeleri” olsa dahi!) Bu hayli “zorlama” bir yorum olur. Ancak belli “çağrışım”lar ve kasıtlı “yükleme”lerde olduğu gibi yakın çağdaşları benzeri –Hitler, Mussolini, Franko,vb- tipik bir “diktatör”lük atfetmekte bir o kadar “haksızlık” olur. Lakin sonuçta ortada bir “tek parti rejimi” vardır ve bunun çok demokratik imajlar yaydığı söylenemez. Fakat “batıcı/modernist” ve “milli egemenlikçi” karakteriyle buna tümüyle “kapalı” olduğu da söylenemez. Nitekim -her ne kadar dış dinamiklerin zorlamasıyla görünse de- 1946’dan itibaren ibresini sorun çıkartmadan “demokrasi”ye dönmesi bunun bir neticesi sayılabilir.
Tam bu noktada söz konusu esen üfüren “liberaller”in anlamadıkları veya anlamak istemedikleri nokta şudur; Onlar demokrasiyi de tüm tarihsel koşullarından kopuk bir “hazır elbise” gibi düşünmektedirler. Bir toplum eğer portmantoda duran bu hazır elbiseyi alıp giymiyorsa çoğu zaman bir “engelleyicisi” vardır. O toplumun “o andaki dinamikleri, potansiyelleri buna hazır ve uygun muydu?” diye asla sormazlar. O günün şartlarında –eksiğiyle gediğiyle- mümkün olan yapılmıştır…
Bu itiraz özellikle “Kemalist Dönem” söz konusu olduğunda daha bir öne çıkmaktadır. Ne tarihten, ne siyasetin dinamiklerinden, ne demokrasinin asgari koşullarından fazla bir şey anlamayan bu “mızmızlanmacı” liberalizm türüne göre eğer o dönem demokrasi uygulanmamışsa bunun tek sorumlusu Mustafa Kemal ve Kemalist elitlerdir. İlk bakışta sanki “doğru” gibi gelen bu yaklaşım başka faktörlerle birlikte düşünüldüğünde tamamıyla bir “fantezi” hatta “saçmalık” olarak da tanımlanabilir. Çünkü hiçbir demokrasi kendisini doğuran koşullardan bağımsız olarak doğmamış ve gelişmemiştir. Ancak onlara kalırsa demokrasi adeta bütün bu şartlardan bağımsız hatta “ona rağmen” birdenbire zuhur eden “ilahi bir nur” gibidir adeta!
DEMOKRASİ HAVADA ASILI DURAN BİR REJİM SANKİ…
Bu anlamda size bir toplumda demokrasinin oluşabilmesi ve gelişebilmesi için en az 50 şart sayabilirim. Bunların bir kısmı “temel” bir kısmı “tali” şartlar olabilir ama sonuçta demokrasi tüm bunların “bileşkesi”nde oluşur veya oluşamaz. Dolayısıyla sizin “demokrat”lığınız hatta “anti-demokrat”lığınızda bunlarla sınırlıdır. Tarihte öyle “ben yaptım oldu” türünden bir “Jakoben Demokratlık” bekliyorlar herhalde. (Jakoben cumhuriyete hayır, Jakoben demokrasiye evet!) Boşuna beklerler!
Örneğin 1923’lerin dünyasına baktığımızda dünyada neredeyse “bir avuç” diyebileceğimiz ülke dışında demokrasi ile yönetilen ülke yoktur. (Üstelik onları da bugünün gelişmiş demokrasi kriterleri ile yargılamaya kalktığımızda çoğu sınıfta kalırlar!) Dünya ve özellikle Avrupa –ve tabii Osmanlı- 1. Dünya savaşının yıkımlarını yaşamıştır. Ayrıca gidişat 2.’sine ve faşizmlere doğrudur. Çevremiz kurulmuş/kurdurulmuş krallıklarla, monarşilerle doludur. Ortadoğu coğrafyasında değil “demokrasi” doğru düzgün, ilaçlık bir “cumhuriyet” bile yoktur. Demokrasi ayrıca esas olarak “batılı toplumsal formasyonlar”a ait bir özellik gibi durmakta ve algılanmaktadır. Benimsenmesi süreç almıştır.
Ayrıca büyük radikal değişim ve dönüşüm dönemlerinde (Bunlar 1789 Fransız İhtilali’nin hemen ertesi günü demokrasi geldi sanıyorlar galiba. Giyotinlerin bırakın “eski rejim” yanlılarını ihtilâlin liderlerinin bile kellelerini nasıl koparttığından habersizler sanırım. Bonapartist diktatörlük’ten bile bihaberler herhalde!) her rejimin öncelikli sorunu kendisini “teminat” altına almaktır. Bu ise –hiç hoş olmasa da- “aşırılıklar”a yol açar. Bir “karşı-devrim” beklentisi rejimi kapanmaya ya da “temkinli” olmaya zorlar. (Bu süreçte daha ziyade bir “İttihatçı darbe” beklentisi ve fobisi hakimdir yeni Kemalist elitlere.) Tarihte bunu “istisna”sının yaşandığı tek devrim hareketi yoktur.
Ayrıca her demokrasi bir ekonomik altyapı gerektirir. Dünyanın ilk demokrasilerinin (İngiltere gibi) sanayi devrimi üzerine, gelişkin bir burjuva sınıfı üzerine yükseldiğini siyasal bilim okuyan herkes bilir. (Ki o dönemin işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşulları baz alınırsa –özellikle kadın ve çocuk emeği üzerinden- bugünün yasalarıyla her sanayicinin “ağır suç” işlemekten yargılanması gerekirdi. Vahşi kapitalizm “demokrasi” ile elele gelişmiştir! Şimdi bütün bunlar batıda sanki bir günde olmuş gibi söz ediyorlar. 1923’ler Türkiye’si ise bu açıdan neredeyse “az gelişmişlik” statüsündedir. Ayrıca toplumun büyük çoğunluğunun okuma yazma bilmediği, eğitimli genç kuşağının harpte kırıldığı, nüfusunun çok büyük bölümünün -50’lere kadar- halen kırlarda, köyde yaşadığı, feodal/ağalık ilişkilerinin baskın olduğu, demokrasi kültürünün ancak kentli süreçlerde gelişebileceği bir yerde “havadan” demokrasi beklemek en azından “safça”dır. Siz cumhuriyet devriminin yaptığı bütün “ileri atılımları” unutup, görmezden gelip “şekle” taktığınızda işin “özünü” göremezsiniz. Dolayısıyla bugünden geçmişe dönük olarak “demokrasi” diye atıp tutmak, bir tür “siyasal hokus pokus" oluyor…
Tamam liberallerin “kutsalları” yok anladık! (Siz hiç ellerinde Adam Smith, David Ricardo ve başka liberal düşünürlerin resimleriyle yürüyen, “Yaşasın Liberalizm” diye bağıran, miting tertipleyen “liberaller” gördünüz ya da duydunuz mu?) Ancak diğer ideolojilerin “kutsallaştırdığı” liderleri, önderleri vardır ve her fırsatta dışa vururlar. Fakat bu böyledir diye “kutsalları” olan diğer akımlara sürekli saldırmak, onların –doğru veya yanlış- liderlerini sürekli aşağılamak, küçümseyici ve suçlayıcı bir dil kullanmak ne kadar geçerlidir? Burada amaçlanan nedir? Bir “fikir tartışması” ise böyle olmayacağı aşikârdır. Yok eğer bir akıma karşı “düşmanca” tutum almak, bir tür “psikolojik harekât” yürütmek ise bu ülkenin acilen ihtiyaç hissettiği “normalleşme”ye ne kadar katkı sağlar? Kesimler arası zaten var olan “diş bileme”yi azaltır mı, arttırır mı? Cumhuriyetin köklerine dair süren tartışmayı zenginleştirir mi, daha mı kısırlaştırır?
Elbette ki ne Mustafa Kemal’in kendisi ne de 1923 süreci “tartışılmaz” değildir. Bu döneme dair “şöyle olsaydı” yahut “böyle olmasaydı” diyebileceğimiz birçok nokta vardır. Ancak bütün bunlar döneminin Türkiye ve dünya koşullarından kopuk ele alınabilecek olgular değildir. Bunları es geçen bir “demokrasi” veya “diktatörlük” tartışması yapılamaz. Yapılıyorsa kasıtlıdır…
Dolayısıyla bence Atatürk isteseydi bile o günkü koşullarda birdenbire “Demokrasi” getiremezdi! (Yahut başka açılardan “sorunlu” bir demokrasi olurdu o zaman.) Getirirdi diyenin alnını karışlarım!...
Not: bütün bunlara rağmen bazı kişilerin Atatürk’e “diktatör” dedikleri için yargılanmalarına, suçlanmalarına karşıyım. Çünkü bu da sonuçta bir “değerlendirme”dir. “Düşünce ve kanaat özgürlüğü” dahilindedir.
İlave Not: Sevgili Nihat Genç’in dün Odatv’de yayınlanan “Nagehan Alçı Nereye Koşuyor?” başlıklı yazısını okudum. Orada Alçı için “Taze gelinim’ senin evin yok mudur diye sormaz mı kayınvaliden cicibaban. Milletin ağzı torba değil ki büzesin, her Allah’ın akşamı TV’lerdesin, bak buradan söylüyorum yarın bir gün hamile kaldığında, konu komşuyu kesinlikle inandıramazsın bebeğin kocandan olduğunu…” demiş. Bence ayıp olmuş ve hiç yakışık almamış.
Atilla AKAR
[email protected]