YILDIRAY OĞUR'DAN AYSEL TUĞLUK'A CEVAP; "ORTADA KONUŞULMAYAN TEK BÜYÜK ŞEY VAR"

Yıldıray Oğur, "Ortada konuşulmayan büyük bir şey varsa, başka önemli bir şey söylenemez" diyen BDP'li Aysel Tuğluk'a cevap verdi.

Ortada konuşulmayan tek büyük şey var Aysel Hanım...
Duygudaşlık bitti dediğiniz için en anlaşabildiğimiz yerden başlayalım. Üç Miroğlu yazısı büyüklüğündeki mektubunuzda en fazla katıldığım yerden. Epigraftan: Ortada konuşulmayan büyük bir şey varsa, başka önemli bir şey söylenemez.

Epigraf Irvin Yalom’un Spinoza Problemi kitabından. En baştan söyleyeyim: Spinozaseviyorsanız bize verecek bir pasaportu olmasa da hâlâ aynı ülkenin insanlarıyız ve aynı anadili konuşuyoruz demektir.

Romanda Nazilerin ideologlarından Alfred Rosenberg’in 17. yüzyılda Hollanda’da yaşamış ünlü Yahudi filozof Spinoza’nın kütüphanesini neden Nazi Almanya’sına getirdiğinin izini sürüyor Yalom.

Aslında problem Spinoza’da değil tabii. 16 yaşında okulda antisemitik laflar edince hocası tarafındanGoethe’nin hayranı olduğu Spinoza’yla ilgili pasajlarını ezberleme cezası verilen Rosenberg’de. Rosenberg’in problemi basit: Nasıl olur da bir Alman dehası olan Goethe bir Yahudi’ye hayran olabilir?

Bu sorunun peşinde Rijnsburg işgal edilince oradaki Spinoza Müzesi’nde ne var ne yoksa Berlin’e getirmiş Rosenberg. Ama denemelerine rağmen bir türlü Spinoza okumaya başlayamamış. Ama yazdığı20. Yüzyılın Miti kitabı milyonlarca satan ve Yahudi soykırımının popüler gerekçesi olan bir Nazi’nin ırkçılığından şüpheye düşmesi bile yeterince mühim.

Uzun yıllar kaçtıktan sonra yakalanıp getirildiği Kudüs’teki sorguda dahi yaptıklarının yanlışlığından şüpheye düşmemiş Nazi subayı Adolf Eichmann’ı düşünsenize bir de. O, hâlâ insanları gereksiz yere acı çektirerek öldürmeyle, gaz odasında huzur içinde ölmesini sağlamak arasında ahlaki bir fark olduğunu düşünüyordu.

Yazınızda ezilenle, ezenin şiddeti arasındaki farktan bahsettiğiniz paragraf bana Eichmann’ın sıradanlaşmış, görev bilinmiş, ezberlenmiş kötülüğünü hatırlattı.

PKK’nın şiddetiyle, devletin şiddetini eşdeğer tutmaya burjuva ideolojisine teşne yazar-çizer takımının safsatası demişsiniz. O savaşılan “ezen devletin” Meclis’inde koltuğu, medyasında istediği anda her şeyi söyleyebileceği, yazabileceği bir tam sayfası olan bir milletvekili 2012 yılı dünyasında bu cümleyi Türkiye solundaki çılgın fanlarından başka kime anlatabilir?

İzmir’de yola bomba döşerken fark ettikleri PKK’lılarca başlarından vurulup, su kanalına atılan üç çiftçinin yoksul evlatlarını, yaşlı babalarının ensesindekinin ezenlerin değil, ezilenlerin kurşunu olduğu söyleyerek teskin edebilir misiniz Aysel Hanım?

Peki, her akşam evimizde cenazelerdeki çığlıkları yankılanan yoksul askerlerin annelerinden birine taziyeye gitseniz onu evladının ezilenlerin şiddetiyle öldüğünü söyleyerek teselli edebilir miydiniz?

Spinoza, şiddeti korkuya, korkuyu da hurafeye bağlar. Şiddete bu meyyalin sebebi de hurafeleriniz olmasın?

“Kürtler olmasa Kürt sorunu da olmazdı” dediğimi zannettiğiniz yazılarım işte o hurafeleriniz üzerineydi.

Önce bir düzeltme: 100 yıllık Kürtlerin yüzde yüz haklı olduğu Kürt sorunundan değil, 30 yıllık PKK’nın yöntem olarak yüzde yüz yanlış olduğu şiddetinden bahsetmekteydim.

PKK’nın silahını “Maruz kaldıkları, bırakıldıkları şiddetin bir sonucu olarak silahla da direnme yoluna yönelmişlerdir. Ve devletten kaynaklanana fiziki, siyasi ve kültürel varlığa dönük ‘tehdit’ ortadan kaldırılmadan da bu yoldan vazgeçmeyeceklerdir” diye açıklamışsınız.

O hâlde 30 yıldır sahnede patlayan silahın ilk göründüğü âna dönüp tekrar tekrar sormak gerek. PKK, hangi köy baskını, fail-i meçhul cinayet, olağanüstü hâl, kelepçeli tutuklamaya, hangi devlet şiddetine karşı silaha sarıldı? PKK, silaha sarılırken Kürtlerin bağımsız belediye başkanları, onlarca örgütü, partisi vardı. Türkiye’nin en örgütlü, sağcı olmanın bile ayıp olduğu halkı Kürtlerdi.

Peki, devletin baskılarına karşı silaha sarılan ve bir daha da bırakmayan PKK, neden 1978’de Diyarbakır Temel Kitapevi’nde TKP’li Mehmet Çakmak’ı vurdu, yine 78’de neden Siverek’te en büyük Kürt örgütlerinden Kawa’nın lideri Ferit Uzun’u öldürdü? Neden 1984’e kadar silahını baskılarına karşı kurulduğu devlete değil de onlarca Kürt siyasetçiye, Ramanlara, Bucaklara doğrulttu. Neden 80’ler boyunca Kürt köylerini bastı?

Ve silahıyla övündü? (PKK’nın resmî dergisi Serxwebun’un, Haziran 1987 tarihli 66. sayısında 16 Haziran 1987’de Mardin’in Ömerli Köyü’nde 16’sı çocuk (biri bebek), sekiz kadının öldürüldüğü katliam haberini nasıl verdiğini hatırlayalım: Pınarcık eylemi kimsenin çarpıtamayacağı gerçekleri ortaya sermiştir. 80 Kişiden oluşan donanımlı bir ARGK birliği Ömerli’nin birkaç km. yakınında çetelerin bulunduğu köyü sarmış ve çeteleri imha etmişlerdir.)

PKK, silahı eline devletin baskısına karşı değil de bilinçli bir siyasi tercih olarak almış olmasın? Ve PKK bu yüzden Kürt sorununun hem sonucu hem de silahı yüzünden, köy yakmalardan, köy korucularına, fail-i meçhullerden, olağanüstü hâllere kadar aynı zamanda Kürt sorunun sebebi olmasın?

Ve o silah ilk göründüğü sahnedeki bu bilinçli, ideolojik tercih yüzünden 30 yıldır patlıyor ve susmuyor olmasın? Ezilenin şiddetinde boncuk buldukça da patlamaya devam edecek olmasın? Hâlâ Karayılan’ın bile “Türkiye gerçekleri dikkate alınmalıydı” diyerek eleştirdiği Şemdinli’deki kucaklaşmayı savunuyorsunuz. Yoksa Kürt hareketinde de duygu, yıllardır ovada siyaset yapan siz, akıl ise yıllardır dağlarda dolaşan Karayılan mı?

Sakın Oslo masasından, İmralı’yla barış anlaşmasından sonra, Devrimci Halk Savaşı’nda ölenlerin hepsinin barış ve çözüm için öldüğünü benden başka kimseye söylemeyin. Türkiye Cumhuriyeti devleti, 90’larda Kürtleri öldürerek birlik ve beraberliğe ikna etmeye çalışmıştı, şimdi de PKK Türkleri öldürerek mi birlikte yaşamaya, çözüme, barışa, masaya ikna etmeye çalışıyor?

Bu süreç boyunca kalkmayan kostere, 2009’da ateşkesin hemen ertesi gün gelen KCK tutuklamalarına, YSK yasaklarına, ateşkes sırasındaki askerî operasyonlara karşı yazılar yazmış birine mektup yazarken aklınıza Cemaat’in gelmesi, 2007’de Cumhuriyet mitingleri sırasında Kemalistlere İslamcılara karşı işbirliği öneren, Aydınlık’a AKP’nin devleti ele geçirmesinden dert yanan birinden beklenmeyecek bir belden aşağı vuruş değil. Ama KCK tutuklamalarındaki mesnetsiz ithamlardan, yaftalamalarından şikâyetçi olan birinden beklenmeyecek bir şey. Bu belaltının karşılığı 20 gün önceki bir yazıma cevap vermenizden de şüphelenerek size mektup yazarken aklıma Nihat Oğraş’ın geldiğini söylemek olurdu herhâlde.

Ama bir yıl önceki masadan zaten yeterince çantasından, tatiline kadar belaltına düşmüş durumdayız. Öcalan’a Arendt’in bütün külliyatını siz mi götürdünüz bilmiyorum, keşke o görüşmelerde Devrimci Halk Savaşı hakkında konuştuğunuz kadar Öcalan’ın herkese tavsiye ettiği Arendt hakkında da konuşsaydınız Aysel Hanım.

Konuşsaydınız siyasetle şiddeti birbirinden ayıran Arendt’i dinleyip PKK’nın Devrimci Halk Savaşı operasyonlarına “siyasi karşı şiddet” demezdiniz. “Her bebeğin doğumu dünyada iyi şeyler olması için bir mucizedir” der Arendt. Ama galiba siz “Dağlarda her Kürdün ölümü Kürtlerin 100 yıllık hayallerinin gerçekleşmesine doğru yeni bir adımdır” diyorsunuz.

Kürtler kazanmıyor Aysel Hanım. Kürtler ölüyor. Türkler ölüyor. Herkes kaybediyor.

Türk, Arap, Fars milliyetçilerin 100 yıllık, 1000 yıllık hayaller yüzünden bu coğrafyada herkes kaybetmişti. Şimdi Kürt milliyetçilerin 100 yıllık hayalleri için mi herkes kaybedecek?

Kürtler, 100 yıldır bu coğrafyada Türkler, Araplar ve Farslara karşı en büyük güçlerini silahlarından değil, haklılıklarından alıyor. Mektubunuzda tek anlaştığımız cümle olan epigrafa geri dönelim: Ortada konuşulmayan büyük bir şey varsa, başka önemli bir şey söylenemez.

Ortada konuşulmayan tek büyük bir şey var Aysel Hanım: Genç insanlar birbirini öldürüyor. Hiçbir kutsal dava, hiçbir mağduriyet, hiçbir 100 yıllık hayal bundan daha fazla konuşulmayı hak etmiyor. Bu mektubu size yazdığım için karım bana çok kızgın, çünkü korkuyor. Sizin başlığında adım geçen mektubunuzun yayımlanmasından sonra polis gelip koruma teklif etti.

İşte bu yüzden bundan başka söyleyecek başka önemli bir şeyim yok.

Yıldıray Oğur/Taraf