WHITNEY HOUSTON'UN ARDINDAN İLK YAZI KİMDEN GELDİ?
"Ünlü şarkıcı Whitney Houston'un ölüm haberini okuyunca, elbette yarını bekleyemedim."
Halk çocuklarının ölüm marşını yazan kadın
Whitney Houston’un ölüm haberini okuyunca, elbette yarını bekleyemedim.
Bir otel odasında öldü.
Tıpkı Chet Baker gibi öldü.
Cesare Pavese gibi.
Hüzünlü…Yorgun, umutsuz…
Tek başına.
Arkasında bir şiir bırakarak öldü:
“Herkese bir bakışı var ölümün,
Ölüm gelecek ve senin gözlerine bakacak,
Bir ayıba son verir gibi olacak..”
Yıllarca önce Uzay Heparı öldüğünde “Bütün müzisyenler cennete gitmeli” diye yazan ben; sırf bir kağıdın üzerinde ölümsüzleşeceğim diye, böylesine demode bir egoizmle, artık asırlar kadar tarihe giden bir yarını bekleyebilir miydim?.
Hele hele o kadın, kendi cenaze müziğini yıllar önce yazmış, artık herkesin mezarının başında yakılacak ağıta çeviren kadınsa…
“I will always love you” şarkısıyla Mozart’ın resmi ölüm marşına, halk çocuklarının, sokak çocuklarının gayrı resmi, illegal ağıtını ikame etmişse…
Hangi ben; hangi birimiz; hangi taze bir mezar yarını bekleyebilir ki…
Son yıllarda milyonlarca insan, sevdiklerinin arkasından hep bu şarkıyı söyledi:
“I will always love you…” “Seni hep seveceğim…”
O şarkı, milyonlarca mezarın başına hüzünlü bir çiçek gibi kondu. O şarkıyla, sevdiklerimize ağıt yaktık, onu hep seveceğimize, hiç unutmayacağımıza and içtik.
Bir yatakta , tek başımıza, uykusuz, uykusu kaçırılmış bir gecede; Binlerce kilometre uzakta yatan bir sevdiğimizi o şarkıyla hatırladık.
Kendi cenaze şarkısını söyleyen kadındı o. Hepimize, arkamızdan söylenecek en olağanaüstü şarkıyı bırakan kadındı.
Hepimizi, bir gün mutlaka gelecek olan bir mukadderatın sahnesinde kostümlü provaya davet etmişti. Kendi ölüm şarkımızı, kendi kendimizin ağıtını dinletmişti bize.
O şarkıyı, dünyanın bir ucundan ötekine yayılan en samimi Fatiha’yı çevirmişti.
Mutsuzdu..hüzünlüydü…Bu dünyada ne o aradığını bulabilmiş, ne de bu dünya ona aradığını vermişti. .Gözü sanki öteki dünyadaydı..Hep oradaydı..
Özlüyordu sanki taze bir mezarı..
Sanki birileri bir an önce o harika şarkıyı kendi arkasından söylesin diye acelesi vardı.
O yüzden 48 yaşında öldü.
Oysa bu dünyaya dans etmek için gelmişti.
Bütün hayatı boyunca, “I wanna dance with somebody” diye haykırmıştı.
Ama her defasında arkasına o umutsuz takıyı ekleme ihtiyacı duymuştu:
“Who loves me..”
“Birisiyle dans etmek istiyorum. Ama beni seven birisiyle…”
Bulamadı.. Kabahatlı o değildi. Gerçekten sevecek biri ona rastlayamamıştı..Kabahtlı hep bekleyen değil, hiç gelmeyendi.
Onun karşısına çıkmayan, çıkamayan korkak erkekti.
O erkek randevuya gelmeyince, kokain geldi.
Marihuana geldi.
Issız hüzünlü, tek kişilik otel odaları geldi.
Ve 48 yaşında ölüm geldi…
O bize, sevdiklerimizin arkasından sonsuza kadar söyleyebileceğimiz olağanüstü bir şarkı bıraktı.
Ben de onun mezarına Necip Fazıl’ın şu dizelerini bırakıyorum:
“Ağlayın, aşinasız, sessiz, can verenlere
Otel odalarında, otel odalarında…”
Ertuğrul ÖZKÖK / hurriyet.com.tr
Whitney Houston’un ölüm haberini okuyunca, elbette yarını bekleyemedim.
Bir otel odasında öldü.
Tıpkı Chet Baker gibi öldü.
Cesare Pavese gibi.
Hüzünlü…Yorgun, umutsuz…
Tek başına.
Arkasında bir şiir bırakarak öldü:
“Herkese bir bakışı var ölümün,
Ölüm gelecek ve senin gözlerine bakacak,
Bir ayıba son verir gibi olacak..”
Yıllarca önce Uzay Heparı öldüğünde “Bütün müzisyenler cennete gitmeli” diye yazan ben; sırf bir kağıdın üzerinde ölümsüzleşeceğim diye, böylesine demode bir egoizmle, artık asırlar kadar tarihe giden bir yarını bekleyebilir miydim?.
Hele hele o kadın, kendi cenaze müziğini yıllar önce yazmış, artık herkesin mezarının başında yakılacak ağıta çeviren kadınsa…
“I will always love you” şarkısıyla Mozart’ın resmi ölüm marşına, halk çocuklarının, sokak çocuklarının gayrı resmi, illegal ağıtını ikame etmişse…
Hangi ben; hangi birimiz; hangi taze bir mezar yarını bekleyebilir ki…
Son yıllarda milyonlarca insan, sevdiklerinin arkasından hep bu şarkıyı söyledi:
“I will always love you…” “Seni hep seveceğim…”
O şarkı, milyonlarca mezarın başına hüzünlü bir çiçek gibi kondu. O şarkıyla, sevdiklerimize ağıt yaktık, onu hep seveceğimize, hiç unutmayacağımıza and içtik.
Bir yatakta , tek başımıza, uykusuz, uykusu kaçırılmış bir gecede; Binlerce kilometre uzakta yatan bir sevdiğimizi o şarkıyla hatırladık.
Kendi cenaze şarkısını söyleyen kadındı o. Hepimize, arkamızdan söylenecek en olağanaüstü şarkıyı bırakan kadındı.
Hepimizi, bir gün mutlaka gelecek olan bir mukadderatın sahnesinde kostümlü provaya davet etmişti. Kendi ölüm şarkımızı, kendi kendimizin ağıtını dinletmişti bize.
O şarkıyı, dünyanın bir ucundan ötekine yayılan en samimi Fatiha’yı çevirmişti.
Mutsuzdu..hüzünlüydü…Bu dünyada ne o aradığını bulabilmiş, ne de bu dünya ona aradığını vermişti. .Gözü sanki öteki dünyadaydı..Hep oradaydı..
Özlüyordu sanki taze bir mezarı..
Sanki birileri bir an önce o harika şarkıyı kendi arkasından söylesin diye acelesi vardı.
O yüzden 48 yaşında öldü.
Oysa bu dünyaya dans etmek için gelmişti.
Bütün hayatı boyunca, “I wanna dance with somebody” diye haykırmıştı.
Ama her defasında arkasına o umutsuz takıyı ekleme ihtiyacı duymuştu:
“Who loves me..”
“Birisiyle dans etmek istiyorum. Ama beni seven birisiyle…”
Bulamadı.. Kabahatlı o değildi. Gerçekten sevecek biri ona rastlayamamıştı..Kabahtlı hep bekleyen değil, hiç gelmeyendi.
Onun karşısına çıkmayan, çıkamayan korkak erkekti.
O erkek randevuya gelmeyince, kokain geldi.
Marihuana geldi.
Issız hüzünlü, tek kişilik otel odaları geldi.
Ve 48 yaşında ölüm geldi…
O bize, sevdiklerimizin arkasından sonsuza kadar söyleyebileceğimiz olağanüstü bir şarkı bıraktı.
Ben de onun mezarına Necip Fazıl’ın şu dizelerini bırakıyorum:
“Ağlayın, aşinasız, sessiz, can verenlere
Otel odalarında, otel odalarında…”
Ertuğrul ÖZKÖK / hurriyet.com.tr