VE TAHA KIVANÇ DA ZAMAN'DAKİ YERİNİ ALDI! İLK GÜN NELER YAZDI?
Fehmi Koru'nun ikinci isimle köşe oluşturduğu Taha Kıvanç da Zaman'daki yerini aldı. İlk günkü yazısında neler var?
Yine, yeni, yeniden...
Dışarıdan bakanlara zor gibi görünse de bir başkasının gölgesinde yaşamak bayağı kolay bir iş. Hem var, hem de yok olmak...
Yokmuş muamelesi görürken isminin ortalıkta dolaşması... Gölgenin esas karartıdan daha yaygın tanınırlığa kavuşması... Sözün edilir ve hatta tartışılırken hesabın başkasına çıkartılması...
Kolay bir iş benim burada yaptığım...
Önceleri başkasının gölgesinde yaşamak büyük de bir rahatlık veriyordu, daha en başlardan itibaren kimin gölgesi olduğumu saklama ihtiyacı duymadığım halde... Ayağa basmam gerektiğinde, küçük-büyük ayrımı yapmadan kuvvetlice basıyordum. Bulunduğum yerden izlenim yazdığımda, can acıtmada fazla zorlanmıyordum. Bir filmden mi bahis açacağım, bir kitap mı tanıtacağım, aldığım zevk ve lezzeti mi paylaşacağım; "Ne derler" tereddüdü yaşamıyordum.
Zamanla durum değişti. Yine ayaklara basıyorum, ama bastığım ayakların büyük olmasına dikkat ediyorum artık. Canını acıttıklarımın bunu çoktan ve fazlasıyla hak ettiğine inanmazsam üzerlerine on tonluk güllelerden göndermiyorum; zaten güllelerimin gücü de arttı, hak edenlerin üzerine yüz tonluklardan yağdırıyorum. Film, kitap, lezzet tanıtımlarında artık belli bir düzey gözettiğim de doğru.
Benim Babıâli’deki varlığım önceleri bir zorunluluktu, aynı gazetede aynı gün çıkacak iki farklı yazının tek bir imzaya bağlanması bayağı tuhaf kaçacağı için icat edilmişti ’Taha Kıvanç’; şimdilerde, böyle bir ihtiyaç da kalmadığı halde, kendi ayakları üzerinde duran bir varlığa dönüştü işte görüyorsunuz.
Çok eskilerde benzer bir kaderi yaşamış Server Bedi için "Peyami Safa Bey onun evinde oturur" derlerdi, benim öyle bir övüncüm bile yok. İsmim hâlâ fısıltıyla söyleniyor, en cesur okurum "Ben Taha Kıvanç’ı daha fazla severim" derken, muhatabı karşısında, sanki onu rencide edecekmiş hissine kapıldığını çok belli ediyor.
Her fırsatta hakkımda kullanılan ’komplocu’ sıfatını da unutmayalım tabii...
Prof. Muammer Aksoy’la (31 Ocak 1990) başlayıp Çetin Emeç (7 Mart 1990), Doç. Bahriye Üçok (6 Ekim 1990), Uğur Mumcu (24 Ocak 1993), Prof. Ahmet Taner Kışlalı (21 Ekim 1999), Doç. Necip Hablemitoğlu (19 Aralık 2002) ile devamlılık arzeden siyasi suikastlar döneminden kalma bir sıfat o benim için...
Bir de kitleleri ayağa kaldırıp sokağa döken toplumsal olaylardan...
Suikastlar ve toplumsal olaylardan sonra herkes ’olağan şüpheliler’ sayılan kişiler ve kesimleri suçlarken, tek başıma kalmayı göze alarak, sürekli hep aynı adresi parmağımla işaret ettiğim için kendini ’merkez’ sayan medyada köşeleri tutanlar tarafından ’komplocu’ olmakla suçlanıp durdum.
O tiplerin bazısı ’Ergenekon davası’ adıyla geçmişin yanlış eylemlerinin hesabının görüldüğü şimdilerde, "Gerçek kâtiller bulunsun" türü lâflar etmeye başladı, devlet içinde yuvalanmış çetelerden bahsedebiliyorlar günümüz şartlarında; yine de bana ’komplocu’ demeyi bütünüyle bırakmış değil o tipler...
Tek tesellim şu soruda gizli: "Israrla gerçek suçluyu göstermekten geri durmadığım için acaba kaç muhtemel siyasi cinayet niyet planında kaldı, eylem haline sokulamadı?"
Sanıldığı veya bazılarınca yakıştırıldığı gibi ’bana özel’ kaynaklarım veya devletin birimleriyle içli dışlılığım hiç ama hiç olmadı. Öyle bir arayışa ömrü billâh girmedim. Kendiliğinden masamın üzerine düşen belgelere itibar etmediğim gibi, sizlerle paylaşacağım düşünülerek kulak hizamda ifade edilmiş bilgileri de çoğu kez kendime saklamayı yeğledim. Elbette bütün okuduklarım, dinlediklerim, işittiklerim, gördüklerim, gözlemlediklerim yorumlarımı etkiledi; ayaklarım yere sağlam basıyorsa, bunu, çevremin genişliğine ve dostlarımın gönülleri kadar beyinlerini de bana cömertçe açmalarına borçluyum.
’Dostlarım’ önemli benim. Dostlarım ve okurlarım...
Geriye dönüp bakıyorum da, 2011’in gazeteniz Zaman’ın 25. yaşını idrak ettiği yıl olduğunu görüyorum. Çeyrek yüzyıl. Bu aynı zamanda benim Taha Kıvanç olarak ömrüm anlamına da geliyor. Zaman’ın başından itibaren yoktu Taha Kıvanç, fakat bu kimlikle ortaya çıkana kadar fikir planında ve deneme mahiyetinde en başından beri hep var oldu. İlk günlerin okurları vefasını hiç esirgemedi; Türkiye’nin en kalabalık ve aktif kitlesini oluşturan Zaman’ın şimdiki okurları da Taha Kıvanç’ı sevsin isterim.
Haftada üç gün (salı, cuma ve pazar günleri) burada birlikte olacağız. Günün ve yarının olayları üzerine birlikte zihin cimnastiği yapacak, olayları birlikte değerlendireceğiz. ’Gölge’ gibi olduğum iddialarına bakmayın, cismimi nerede bulacağınızı biliyorsunuz.
Yeniden "Ya Allah, bismillâh" diyorum.
Taha Kıvanç/
Dışarıdan bakanlara zor gibi görünse de bir başkasının gölgesinde yaşamak bayağı kolay bir iş. Hem var, hem de yok olmak...
Yokmuş muamelesi görürken isminin ortalıkta dolaşması... Gölgenin esas karartıdan daha yaygın tanınırlığa kavuşması... Sözün edilir ve hatta tartışılırken hesabın başkasına çıkartılması...
Kolay bir iş benim burada yaptığım...
Önceleri başkasının gölgesinde yaşamak büyük de bir rahatlık veriyordu, daha en başlardan itibaren kimin gölgesi olduğumu saklama ihtiyacı duymadığım halde... Ayağa basmam gerektiğinde, küçük-büyük ayrımı yapmadan kuvvetlice basıyordum. Bulunduğum yerden izlenim yazdığımda, can acıtmada fazla zorlanmıyordum. Bir filmden mi bahis açacağım, bir kitap mı tanıtacağım, aldığım zevk ve lezzeti mi paylaşacağım; "Ne derler" tereddüdü yaşamıyordum.
Zamanla durum değişti. Yine ayaklara basıyorum, ama bastığım ayakların büyük olmasına dikkat ediyorum artık. Canını acıttıklarımın bunu çoktan ve fazlasıyla hak ettiğine inanmazsam üzerlerine on tonluk güllelerden göndermiyorum; zaten güllelerimin gücü de arttı, hak edenlerin üzerine yüz tonluklardan yağdırıyorum. Film, kitap, lezzet tanıtımlarında artık belli bir düzey gözettiğim de doğru.
Benim Babıâli’deki varlığım önceleri bir zorunluluktu, aynı gazetede aynı gün çıkacak iki farklı yazının tek bir imzaya bağlanması bayağı tuhaf kaçacağı için icat edilmişti ’Taha Kıvanç’; şimdilerde, böyle bir ihtiyaç da kalmadığı halde, kendi ayakları üzerinde duran bir varlığa dönüştü işte görüyorsunuz.
Çok eskilerde benzer bir kaderi yaşamış Server Bedi için "Peyami Safa Bey onun evinde oturur" derlerdi, benim öyle bir övüncüm bile yok. İsmim hâlâ fısıltıyla söyleniyor, en cesur okurum "Ben Taha Kıvanç’ı daha fazla severim" derken, muhatabı karşısında, sanki onu rencide edecekmiş hissine kapıldığını çok belli ediyor.
Her fırsatta hakkımda kullanılan ’komplocu’ sıfatını da unutmayalım tabii...
Prof. Muammer Aksoy’la (31 Ocak 1990) başlayıp Çetin Emeç (7 Mart 1990), Doç. Bahriye Üçok (6 Ekim 1990), Uğur Mumcu (24 Ocak 1993), Prof. Ahmet Taner Kışlalı (21 Ekim 1999), Doç. Necip Hablemitoğlu (19 Aralık 2002) ile devamlılık arzeden siyasi suikastlar döneminden kalma bir sıfat o benim için...
Bir de kitleleri ayağa kaldırıp sokağa döken toplumsal olaylardan...
Suikastlar ve toplumsal olaylardan sonra herkes ’olağan şüpheliler’ sayılan kişiler ve kesimleri suçlarken, tek başıma kalmayı göze alarak, sürekli hep aynı adresi parmağımla işaret ettiğim için kendini ’merkez’ sayan medyada köşeleri tutanlar tarafından ’komplocu’ olmakla suçlanıp durdum.
O tiplerin bazısı ’Ergenekon davası’ adıyla geçmişin yanlış eylemlerinin hesabının görüldüğü şimdilerde, "Gerçek kâtiller bulunsun" türü lâflar etmeye başladı, devlet içinde yuvalanmış çetelerden bahsedebiliyorlar günümüz şartlarında; yine de bana ’komplocu’ demeyi bütünüyle bırakmış değil o tipler...
Tek tesellim şu soruda gizli: "Israrla gerçek suçluyu göstermekten geri durmadığım için acaba kaç muhtemel siyasi cinayet niyet planında kaldı, eylem haline sokulamadı?"
Sanıldığı veya bazılarınca yakıştırıldığı gibi ’bana özel’ kaynaklarım veya devletin birimleriyle içli dışlılığım hiç ama hiç olmadı. Öyle bir arayışa ömrü billâh girmedim. Kendiliğinden masamın üzerine düşen belgelere itibar etmediğim gibi, sizlerle paylaşacağım düşünülerek kulak hizamda ifade edilmiş bilgileri de çoğu kez kendime saklamayı yeğledim. Elbette bütün okuduklarım, dinlediklerim, işittiklerim, gördüklerim, gözlemlediklerim yorumlarımı etkiledi; ayaklarım yere sağlam basıyorsa, bunu, çevremin genişliğine ve dostlarımın gönülleri kadar beyinlerini de bana cömertçe açmalarına borçluyum.
’Dostlarım’ önemli benim. Dostlarım ve okurlarım...
Geriye dönüp bakıyorum da, 2011’in gazeteniz Zaman’ın 25. yaşını idrak ettiği yıl olduğunu görüyorum. Çeyrek yüzyıl. Bu aynı zamanda benim Taha Kıvanç olarak ömrüm anlamına da geliyor. Zaman’ın başından itibaren yoktu Taha Kıvanç, fakat bu kimlikle ortaya çıkana kadar fikir planında ve deneme mahiyetinde en başından beri hep var oldu. İlk günlerin okurları vefasını hiç esirgemedi; Türkiye’nin en kalabalık ve aktif kitlesini oluşturan Zaman’ın şimdiki okurları da Taha Kıvanç’ı sevsin isterim.
Haftada üç gün (salı, cuma ve pazar günleri) burada birlikte olacağız. Günün ve yarının olayları üzerine birlikte zihin cimnastiği yapacak, olayları birlikte değerlendireceğiz. ’Gölge’ gibi olduğum iddialarına bakmayın, cismimi nerede bulacağınızı biliyorsunuz.
Yeniden "Ya Allah, bismillâh" diyorum.
Taha Kıvanç/