Türk gazetecilik tarihine damga vurmuştu... İşte Nurettin Kurt'un o fotoğrafının hikayesi

Hürriyet Gazetesi yazarı Sedat Ergin, 11 Nisan’da vefat eden gazeteci Nurettin Kurt’u ve çektiği meşhur “PKK’lı hava korsanı” fotoğrafının hikayesini anlattı.

İşte Sedat Ergin’in Nurettin Kurt’u ve gazetecilik hayatındaki ses getiren başarılarını anlattığı köşe yazısı:

TÜRK BASININDA BİR EFSANE: NURETTİN KURT

Kazılmış olan mezar çukuruna beyaz kefene sarılı bedeni yerleştirildikten sonra betondan yapılmış üç kapağın yerleştirilmesi ile boşluğun üstü örtülmüş oldu. Gökyüzüyle son teması da böylece kayboldu.

Mezarlık çalışanlarıyla birlikte bizler de mezarın üstüne toprak atarak ona son görevimizi yerine getirdik. Dualar okundu, hocanın çağrısıyla herkes bir ağızdan hakkını helal etti. Ve ona Karşıyaka Mezarlığı’nda veda edip oradan ayrıldık geçen salı günü öğle saatlerinde. Birazdan Ankara trafiğinin içindeydik.

Bir süre sonra bir grup meslektaşı, eski çalışma arkadaşları toplanıp onun hatıralarını anlatmaya koyulmuştuk ki, başlangıçta masadaki üzüntülü havanın ardından birden kahkahaların yükseldiğini fark ettim.

İlk bakışta, ortalığı kaplaması gereken yas hali ile orantılı değildi bu görüntü. Ama konu Nurettin Kurt ise muhakkak bir renk, bir mizah unsuru, muhakkak yol açtığı bir takım komik durumlar olacaktı ve bunlar tabii kahkaha atılmayacak gibi şeyler değildi.

O da zaten öyle olmasını isterdi. Eğer geçen salı günü o masaya sürekli ağır bir hava yerleşmiş olsaydı, uzaktan izliyorsa herhalde, “Amma somurttunuz. Beni böyle mi anacaksınız, hadi biraz neşelenin bakalım...” diye muhakkak uyarırdı.

Gözlerinde her zaman muzip bir ifadeyle bakardı, her duruma esprili bir dokunuşla dahil olmakta ustaydı. Ya da muhakkak bir cinlik peşindeydi. Nurettin varsa renk vardı... Keskin zekâsından her zaman çıkartacağı bir sürpriz olurdu.

Tabii şu da var. Onu tanımayan biri o gün orada hazır bulunup da hakkında anlatılan hikâyeleri dinleseydi, masadakilerin abartıyı seven, olayları biraz süsleyerek anlatan bir grup olduğuna kolaylıkla hükmedebilirdi. Oysa onunla ilgili anlatılan her şey anlatıldığıyla vakiydi.

Sonra düşündüm, bütün bu hikâyeler usta bir senariste teslim edilse muhteşem bir dizi çıkabilirdi. Olayların içinden savrulan, gözü pek, kendi hayatı da renk dolu bir muhabirin maceraları. Adliye koridorlarına yansıyan her türlü insan manzarası, siyaset, bürokrasi, yolsuzluklar, skandallar...

Ve dizi boyunca bütün bu hadiselerin hepsinin üstünü kaplayan ana duygu olarak gazetecilik aşkı ve tutkusu...

1993 YILINDA TANIŞTIĞIM GAZETECİ

Bu yazıyı yazmaya oturmadan önce onu farklı kılan neydi diye uzunca bir süre düşündüm.

İlginçtir ki onu nasıl anlatacağım derken, yardımıma yıllar önce kaleme aldığım eski bir yazım yetişti. Nurettin 2005 yılı başında anılarını yayımladığında, ricası üzerine “Olay-Polis-Adliye Gerilim Üçgeninde Kurt Gazeteci” (*) başlıklı bu kitabının önsözünü yazdığımı, itiraf edeyim unutmuştum. Aradan on yedi yıl geçmiş.

1 Ocak 2005 tarihini taşıyan bu yazımı yıllar sonra yeniden okuduğumda aslında Nurettin’i pek de fena anlatmamış olduğumu düşündüm.

1993 yılında yurtdışından dönüp Hürriyet’in Ankara Temsilcisi olduğumda büyük bir bölümünü daha önceden tanımadığım bir ekiple çalışmaya başlamıştım. Büroda beni bekleyen sürprizlerden biri Nurettin Kurt’tu.

Yazımı okuduğumda öğrendim ki, kendisini yakından tanımama yol açan ilk olay “vukuatlı bir durum” olmuş. Bugün olayı hiç hatırlamıyorum ama yazdığıma göre bu vukuat bizzat şahsından kaynaklanmış. Bu hadise üzerine “kaşımı kaldırdığımı”, sonrasında geçmişten gelen bazı reflekslerini değiştirmesi yönünde kendisiyle yakın bir diyalog içinde olduğumu da yazmışım.

UÇAK KORSANININ FOTOĞRAFINI ÇEKİNCE

Nurettin ile tam 12 yıl onun yöneticisi olarak yakın bir mesai yürüttüm. Onunla dolu dolu gazetecilik yaptık. Galiba en önemli hasletlerinden biri cesareti, gözü pekliğiydi. En zor olayların, en imkânsız durumların üzerine büyük bir kararlılık ve cesaretle giderdi. Nurettin, bir olayı izlemez, kendisini o olayın içine atardı. İnsanlarla diyalog kurmakta, nüfuz etmekte çok mahirdi. Açamayacağı kapı yoktu.

Korkusuzdu. Savaşı izlemek üzere Irak’a gitmek için çok ısrar etmişti. Gitse eminim oradan sıkı işler çıkarırdı.

Ne kadar gözü kara olduğunun en çarpıcı örneği, 29 Ekim 1998 gecesi Esenboğa Havalimanı’nda piste sızarak uçak korsanı PKK’lı teröristin fotoğrafını çekmesi hadisesiydi. Bu, kanımca Türk basın tarihine geçecek bir gazetecilik olayıdır.

Korsanın kaçırdığı THY uçağının indiği havalimanında karartma uygulanıyordu. Alana kimse alınmıyordu. Bürodan foto muhabiri Volkan Yıldırım ile birlikte havalimanının Çubuk tarafındaki arka yolundan dolaşıp gecenin karanlığında tel örgülerin altından geçerek içeri sızmış, yerde sürünerek uçağın önüne kadar gelmiş ve flaşı patlatıp kokpitteki teröristin fotoğrafını çekebilmişti.

Dahası, kalkıp dikkatini çekmek üzere elini sallayıp teröriste seslenmişti. Uçak korsanıyla konuşmak, soru sormak istiyordu. Üzerinde el bombası bulunan PKK’lı teröristin Nurettin’in hareketlerini yanlış değerlendirip ters bir hareket yapması her şeyi altüst edebilir, orada büyük bir facia da yaşanabilirdi. Çünkü, kuledeki polisin uyguladığı bir taktikle kandırılan korsan, kaçırdığı uçağın Bulgaristan’daki bir havalimanına indiğini zannediyordu ve o sırada özel tim mensupları baskın yapmak üzere arka kapıdan sessizce uçağın içine sızmakla meşguldü.

Nurettin de uçağın önünde korsanın fotoğrafını çekiyordu. Güvenlik görevlileri flaşın patlamasıyla Nurettin’i fark edince tabii büyük bir kriz yaşanmış, olay yerine gelen bir askeri yetkili “Vatan hainleri, hepinizi gebertmek lazım” diye azarı basmıştı. Nurettin Kurt, biraz sonra havaalanı karakolunun nezarethanesinde demir parmaklıkların arkasındaydı. Burada sabahladı. Ama sakladığı filmi bir şekilde bürodan gelen bir arkadaşına aktarabilmişti.

Nezarethaneye düşse de ertesi günü uçak korsanının tek fotoğrafı Hürriyet’te çıkmıştı ve daha sonra da dünya basınında... Nurettin’in bir üstün hizmet brövesi daha olmuştu.

NURETTİN’İ ZAPT EDEBİLMENİN GÜÇLÜĞÜ

Bu olay aslında aynı zamanda onunla çalışmanın zorluğunu da gösteriyor. Zorluk, her seferinde onu zapt edebilmek, atılganlığının davet edeceği bela ve tehlikelerden kendisini korumak noktasında karşımıza çıkardı.

Ama Nurettin ile çalışmanın şu rahatlığı da vardı. Ona bir görev verdiğiniz zaman işin muhakkak yapılacağını bilmenin güveni içinde o dosyayı kafanızda kapatıp başka işlere yönelebilirdiniz.

Nurettin Kurt, kitabında Esenboğa hadisesini anlatırken “Gazeteciliğin ruhu bu...” diyerek şöyle diyor: “Kimse bana oraya git, korsanı görüntüle, demedi. Olay yerine kendi isteğimle gittim. Ben gitmesem kimse bana niye gitmedin diye hesap da sormazdı. İşte bu gazeteciliğin, mesleği severek yapmanın ödülü olsa gerek.”

SİYASİ YASAKLI DEMİREL VE ECEVİT İLE SOHBET

Nurettin Kurt, ana görev alanı olarak adliye muhabiriydi. Meslek hayatının önemli bir bölümü adliye koridorlarında geçmişti. Adliyeler kendi ifadesiyle toplumun aynasıydı. Toplumla, insanlarla ilgili her çeşit duruma Adliye koridorlarında, mahkeme salonlarında tanıklık etti. Yazdığı kitabın ağırlıklı bir bölümü, Adliye’de geçen bir kısmı renkli, bir kısmı üzücü hadiselerin aktarımıdır.

Kitabının sayfalarını karıştırırken bir şey daha karşıma çıktı. 12 Eylül darbesi döneminde siyasi faaliyetleri yasaklanan eski siyasiler görünüşte demokrasiye dönüldükten sonra da muhtelif açıklamalar yaptıklarında, yasakları ihlal ettikleri gerekçesiyle sıkça o sırada Ulus’ta bulunan Ankara Adliyesi’ne ifade vermeye çağrılıyorlar.

Nurettin’in o dönemde Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit ile Adliye koridorlarında yakın bir mesai yaptığı ortaya çıkıyor. Demirel ve Ecevit ile her Adliye ziyaretlerinde sohbet ettiklerini, onların Adliye muhabirlerine sevecen davrandıklarını anlatıp, şunları yazıyor:

“Bizler de o sıcak ilginin karşısında kendilerini birer ağabey olarak görüp çay ocağından kaptığımız çayları ikram ederdik. Çoğunluk liderleri otomobillerine kadar geçirir ve tokalaşarak uğurlardık.”

2 KASIM 1994

ÖZAL’IN MİRASINI ORTAYA ÇIKARDI

Toplam on iki yıl zarfında Nurettin Kurt ile sayısız haber macerasının içinde olduk. Kendisiyle üzerinde çalıştığımız en önemli projelerden biri dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 17 Nisan 1993 tarihinde ölümünden sonra geride bıraktığı mirasın ortaya çıkartılmasıydı.

Başbakanların, bakanların, milletvekillerinin yasa gereği mal beyanında bulunmaları gerektiği için Özal da mal beyanını vermişti. Ama servet bildirimleri yasa hükmü gereği kapalı zarf içinde yapılıyordu. Özal’ın mal varlığı kamuoyunda da büyük merak konusuydu.

Ona Özal’ın mal bildirimini bulması görevini verdiğimde eninde sonunda başaracağı konusunda umutluydum. Ve başardı da... Aylar süren sistematik bir çabanın sonucu olarak Özal’ın resmi mal beyanını gün ışığına çıkarttı Nurettin. Hürriyet, o günlerin bu büyük haberini 2 Kasım 1994 tarihli nüshasında dokuz sütundan “İşte Özal’ın Mirası” manşetiyle verdi.

Bana göre Nurettin’in gazetecilik kariyerindeki en önemli başarısı, Özal’ın mirasını bulup çıkardığı bu haberdir.

Tabii o yıllarda ses getiren bir haber projemiz daha oldu. Ahmet Necdet Sezer’in 2000 yılı mayıs ayında cumhurbaşkanı olmasından sonra sıkça alışverişini mütevazı bir şekilde kendisinin yaptığını, ödeme için kasada kuyruğa girdiğini duyuyorduk. Ancak bunu görüntülemek bir türlü mümkün olmamıştı.

Nurettin’e bu görevi verdiğimde yine sonuçtan az çok emindim. Bir gün beni arayıp, “Tamam temsilcim, Sezer’in alışverişte fotoğrafıyla geliyorum” dedi. Fotoğraf Sezer’i Bilkent’teki Real alışveriş merkezinde gösteriyordu. Fotoğrafı 27 Temmuz 2000 tarihinde birinci sayfanın göbeğinde “Alışverişte İlk Fotoğraf” başlığıyla yayımladık. Bu haberin de o zamanlar çok konuşulduğunu hatırlıyorum.

24 ŞUBAT 2008

ÖDÜL REKORLARI KIRDI

Özellikle 2000’li yılların başındaki yolsuzluk soruşturmalarının yaygınlaşmasıyla Nurettin’in iş hacmi ve uzmanlık alanı da genişlemeye başladı. 2001 yılında dönemin ANAP’lı Enerji Bakanı Cumhur Ersümer’in de adının karıştığı Beyaz Enerji operasyonunda kesinleşmemiş, noktası henüz konmamış iddianame taslağından bölümleri alıp haberleştirmesi büyük bir gazetecilik hadisesi oldu, ancak Ankara’da ciddi bir krize de yol açtı. Bu haberi nedeniyle hem Nurettin hem de bir Adliye görevlisi hakkında soruşturma açıldı. “Hayatımdan üç beş yıl bu olay nedeniyle eksildi dersem yalan olmaz” diyecekti kitabında yaşadıklarını aktarırken.

2005 yılı mart ayında Hürriyet Ankara Temsilciliği görevinden ayrılıp İstanbul’a gitmemden sonra da Nurettin’in başarıları devam etti. 2008 yılında patlattığı, Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Bel-Pa şirketinin yönetimindeki usulsüzlükleri anlattığı ve özel hayata ilişkin boyutlar da içeren “Ankara’da İSKİ Patladı” manşeti bunlardan biriydi. Bu manşet ve sonrasında sıkı bir fikri takiple bunun devamını getirdiği haberleriyle, 2008 yılında Türkiye’nin en prestijli gazetecilik ödüllerinden biri olan Sedat Simavi Ödülü’nü aldı.

Ödül deyince, sayısız ödül sahibiydi. Dün bu yazıyı yazmak için masaya oturduğumda Ankara’daki eşi Nuray’ı arayıp evdeki ödüllerin bir envanterini çıkartmasını rica ettim. Nuray bir süre sonra arayıp dökümü verdi. Tam on sekiz ödül almıştı meslek hayatında.

Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in bir milyonluk Mercedes makam aracına bindiğini anlatan haberi ile 2015 yılında aldığı Barış Selçuk Ödülü, Nurettin’in son dönemde en çok konuşulan gazetecilik olaylarından biriydi.

YAKUP’TA KUTLAMA

Nurettin Kurt, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başarı Ödülleri’nde 2017 yılında “Tank Değil Ben Çarptım” başlıklı haberiyle siyasal haber kategorisini kazanmıştı. Kurt, ödül töreninden sonra İstanbul’da Asmalımescit’te Yakup restorandaki kutlamada eşi Nuray Kurt ve Sedat Ergin ile birlikte.

BAŞI DERTTEN HİÇ KURTULMADI

Bütün bu ödüllere karşılık muhabirliğinde yüksek bedeller ödemişti. Sıkça soruşturma geçirmiş, hatta yargılanmış, kelepçelenmiş, Esenboğa Havalimanı’ndaki mesaisinden sonra olduğu gibi kendini demir parmaklıkların arkasında bulmuştu.

Kitabının kapağında kendisini iki jandarmanın yanında elleri kelepçeli olarak gösteren fotoğrafın öyküsü de ilginçtir. 1986 yılında rüşvet suçundan yargılanan bazı doktorların duruşmasını izlerken fotoğraflarını çekmesinin ardından mahkeme salonunda çıkan kargaşa üzerine hâkim, “Nurettin Kurt’un duruşmanın sükûnetini bozduğundan tutuklanmasına” karar vermiştir. Sanıklar tutuksuz yargılanırken gazeteci tutuklanmıştır.

Ama bunlar Nurettin için “vakayı adiye” türünde sıradan işlerdi. Bunları yaptığı işin cilvesi olarak kabul ediyor, şikâyetçi de olmuyordu.

Bu arada 2008’de Sedat Simavi ödülünü aldığı yolsuzluk haberi nedeniyle “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs ve soruşturmanın gizliliğini ihlal” suçundan yargılanıp bir yıl, altı ay, 22 gün hapis cezasına mahkûm olduğunu, ancak hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verildiğini de hatırlatalım.

‘GAZETECİLİK DOYUMSUZ BİR MESLEKTİR’

Nurettin’in gazeteciliğiyle ilgili anlatacaklarımız kuşkusuz bir gazete yazısına sığmaz. Ama bence bütün bunların da üstünde olan çok üstün bir yanı vardı Nurettin’in. Pırıl pırıl bir kalbi vardı... Nurettin’in üzerindeki perdeyi kaldırdığınızda son derece dürüst, temiz kalpli, iyi bir insan bulurdunuz karşınızda.

Kazandığı bütün başarılara karşılık hiç başının dönmemesi, alçakgönüllülüğünü kaybetmemesi kendisinin çok takdir ettiğim bir yanıydı. Hep aynı insan olarak kaldı.

Gazetecilik mesleğinin özünün muhabirlik olduğunu en etkili şekilde gösterdi, muhabirliğin bayrağını yükseklere taşıdı.

Yöneticisi olarak siciline yazacağım en önemli not ne olurdu diye kendime sorduğumda, şöyle bir yanıt verdim. Herhalde görevine muazzam bir adanmışlıkla bağlılığı en birincil hasletiydi. Bir hata yaptığında, bir haber atladığında kendisini affetmezdi. Ve düzeltmek, telafi etmek için daha çok asılırdı işine. Kendi cezasını kendi keserdi.

Kitabında da gazeteciliği “doyumsuz bir meslek” olarak nitelendiriyor Nurettin Kurt. “Gerçek gazeteci işini severek yapan kişidir. İyi bir gazeteci hiçbir zaman paraya ve şöhrete önem vermez. En iyi şekilde işini yapmaya çalışır” diye yazıyor.

BIRAKTIĞI DEĞERLİ MİRAS

2005 yılında kitabı için yazdığım önsözde, “Bu tür kitapların genellikle emekliye ayrılan gazeteciler tarafından yazıldığına” dikkat çekerek, “Çok daha başarılı haberlere imza atacağına inandığımı” belirtip eklemişim: “Bu nedenle ben elinizdeki kitabı Nurettin Kurt külliyatının ilk cildi olarak görüyorum.”

Öngörümün ilk bölümü tuttu. Başarıları ve ödülleri aralıksız devam etti. Ancak diğerine gelince, Nurettin Kurt külliyatının ikinci cildi gelmedi.

Son yılları sağlığının giderek gerilediği bir dönemdi. Hayatı boyunca en yüksek tempoda haber peşinde koşarken sağlığını hep ihmal etmiş, kendisine çok hoyrat davranmıştı. Kendisi haberlerin peşinde ne kadar uzun soluklu koşsa da akciğerleri onun temposuna yetişememişti.

Ama geçen pazartesi günü 59 yaşında gözlerini son kez kapadığında geriye çok değerli bir miras, Türkiye’de gazeteciliğin, muhabirliğin yüzünü ağartan bir Nurettin Kurt efsanesi bıraktı.

(*) “Olay-Polis-Adliye Gerilim Üçgeninde Kurt Gazeteci, Nurettin Kurt” , Ümit Yayıncılık, Mart 2005.