TUNCER KÖSEOĞLU 20 YILLIK ARKADAŞI RECEP BOLAT'I YAZDI ''ALFA 25''
Taraf'ın Yazıişleri Müdürü Tuncer Köseoğlu, bir dönem sırt sırta çalıştığı basın şehidi Recep Bolat'ı yazdı
Alfa 25
Bir sonbahar gününde çocukluğunun geçtiği Kahramanmaraş’ın Göksün İlçesi’ndeki evine son kez geldi. Helallik verilecekti kendisine. Yaşlı bir kadının hıçkırıkları duyuldu. Evlat acısı yüreğini yakan kadının ağzından “Sana kıyanların elleri kırılsın Recebim...” sözleri duyuldu. İşte o an anlamıştım 25 yıllık arkadaşımın nasıl bir insan olduğunu. Sakarya’da denetlemeye gittiği gazetenin sahibi tarafından alçakça vurulduktan sonra 13 gün direndiği yaşama tutunamayan Recep Bolat’ı annesinin ettiği bedduadan iyi hiçbir cümle anlatamazdı. Kimseye müdanası olmayan bu adamın ağzından bir tek gün bile kötü bir söz işitmemiştim. Dostlarına çakır gözlerinin içi gülerek bakan Recep, öfkesini genelde içinde taşırdı. Çok nadir de olsa ani patlamaları olmasa evliya gibi adam derdik onun için. Bu anlarda bile karşındakine kötü bir söz söylemezdi.
İnsanları bozuk para gibi harcamayı seven Babıâli’nin zencilerindendi Recep Bolat. Gazeteleri gazete yapan polis ve adliye muhabirlerinin oluşturduğu istihbarat servislerinde uzun süre çalışmış, sonra televizyonlarda muhabirliğin yanında editörlük de yapmıştı. Bir arkadaşımın deyimiyle “zenci” oluyordu bu serviste çalışanlar. Gazetelerin, televizyonların olmaz ise olmazı olan haber servisleri aynı zamanda en değer verilmeyenleriydi. İş ve yaşam güvenlikleri yoktu. İşten çıkarmalarda istihbarat servisi başı çekerdi. Bir yandan üç kuruşa sigortasız, güvencesiz çalıştırılan mesleğin gerçek emekçileri, diğer yanda patronuna şantaj yapıp, her defasında 300-500 bin dolar götüren önemli gazeteciler!.. Kısaca büyük usta Nâzım Hikmet’in “Sofrada öküzümüzden sonra gelen” kadın gibidir istihbarat servisinde çalışanlar. Hele Recep gibi kimseye eyvallah etmeden sadece işinizle var olmak isterseniz, bir gün çalıştığınız yerle ayrılık yaşamak da kaçınılmaz oluyordu. 20 yıldan fazla muhabirlik, editörlük yapan Recep Bolat’ı gazetecilikten ayıran da bu dik duruşu oldu. Öldüğünde titrine gazeteci değil de Basın İlan Kurumu Sakarya Bölge Müdürü yazıyorsa bu, Recep’in suçu değildi, Babıâli denen insan öğütme makinesinin ayıbıydı. Mesleğe ilk başladığımızda duyduğum; “Kalemimi kıracağıma bir kasa limon alıp, pazarda limon satarım” lafını hayata geçirdi Recep. O limon kasası da son bulduğu iş oldu. Yine de telefonla görüşmelerimizde yeni işinde çok mutlu olduğunu söylüyordu. Yeni işiyle birlikte daha önce hiç bilmediği Sakarya’yı çok sevmişti. Ailesini de yanına alıp 13 yaşındaki kızını okula yerleştirmişti. Bana her görüşmemizde “Buralar güzel, gel bir hafta sonu seni gezdireyim, özledim bir de” derdi. Ben her defasında, “Çok yoğunum en kısa zamanda” diye cevap verirdim. Bilemezdim o en kısa zamanın hiçbir zaman gelmeyeceğini. Ertelemeler şimdi bir yumru gibi oturur insanın ciğerine...
Doksanlı yıllarda aynı gazetelerde çalışmasak da çok yakındık birbirimize. Gün içinde bir karşılıklı haber atlatsak da akşamları aynı sofrada kırgınlık dargınlık olmadan oturur hayatı kaynatırdık. Ben Sabah Gazetesi’nin Kadıköy Büro Şefliğini yapıyordum. Recep ise, Hürriyet Gazetesi’nin muhabiriydi. Recep’in o yıllarda en çok uğradığı yer olan Sabah Büro’da bir gün oturuyorken polis telsizinden “Yaşlı bir adam Ayşekadın durağında kalp krizi geçirip öldü” diye bir anons geçti. Recep gitmek istedi, ben “Boş ver” dedim. Yarım saat sonra Hürriyet Gazetesi’nin İstihbarat Şefi Celal Korkut’un sesi duyuldu telsizden: “Alfa 10, Alfa 25” Recep telsizi eline aldı, “Dinliyorum Alfa 10” dedi. Celal bunun üzerine “Rıfkı Baba kalp krizi geçirip öldü. Cenazesi Karacaahmet’e kaldırıldı. Oraya git.” Rıfkı Baba’yı duyunca ikimiz de olduğumuz yerde kaldık. Ayşekadın durağında kalp krizi geçirerek ölen Hürriyet’in efsane polis telsizi dinleyen ve muhabirleri yönlendiren adamı Rıfkı Kadem’den başkası değildi. Sadece Hürriyet çalışanların değil, o yıllarda polis muhabirliği yapan her gazetecinin Rıfkı Baba’sının ani ölümü ikimizi de sarsmıştı. Öyle ki Hürriyet Gazetesi’nde çıkan birçok ödüllü haberin altında onun aldığı istihbaratların isimsiz imzası vardı. Recep’le birlikte Karacaahmet Gasilhanesi’ne gittik. Rıfkı Baba paltosuyla bir tabutun içine konulmuştu. Tabut duvarın hemen dibindeydi. Baba’ya baktık öylece birkaç dakika. Sonra döndüm Recep’e “Şu gördüğümüz fotoğrafa iyi bak. Bizim de sonumuz öyle olacak!..” Recep bana baktı, hiçbir şey söylemedi. Çalışma koşullarımız, o yıllarda yaşanan çatışmaların ve toplumsal olayların ortasında kalışımız söyletmişti bana bunu... Yoksa öngörüsü sıfır olan bir adamım. Rıfkı Kadem’i öyle gördüğümüzde 70’ini çoktan aşmıştı. Alçakça kurşunlarla katledilen Recep Bolat ise henüz 46 yaşındaydı. Recep’ten geriye gözü yaşlı bir eş, 13 yaşında dünyalar güzeli bir kız çocuğu ve onlara bıraktığı asla eğilmeyen dik duruşu kaldı.
Tuncer KÖSEOĞLU / TARAF
Bir sonbahar gününde çocukluğunun geçtiği Kahramanmaraş’ın Göksün İlçesi’ndeki evine son kez geldi. Helallik verilecekti kendisine. Yaşlı bir kadının hıçkırıkları duyuldu. Evlat acısı yüreğini yakan kadının ağzından “Sana kıyanların elleri kırılsın Recebim...” sözleri duyuldu. İşte o an anlamıştım 25 yıllık arkadaşımın nasıl bir insan olduğunu. Sakarya’da denetlemeye gittiği gazetenin sahibi tarafından alçakça vurulduktan sonra 13 gün direndiği yaşama tutunamayan Recep Bolat’ı annesinin ettiği bedduadan iyi hiçbir cümle anlatamazdı. Kimseye müdanası olmayan bu adamın ağzından bir tek gün bile kötü bir söz işitmemiştim. Dostlarına çakır gözlerinin içi gülerek bakan Recep, öfkesini genelde içinde taşırdı. Çok nadir de olsa ani patlamaları olmasa evliya gibi adam derdik onun için. Bu anlarda bile karşındakine kötü bir söz söylemezdi.
İnsanları bozuk para gibi harcamayı seven Babıâli’nin zencilerindendi Recep Bolat. Gazeteleri gazete yapan polis ve adliye muhabirlerinin oluşturduğu istihbarat servislerinde uzun süre çalışmış, sonra televizyonlarda muhabirliğin yanında editörlük de yapmıştı. Bir arkadaşımın deyimiyle “zenci” oluyordu bu serviste çalışanlar. Gazetelerin, televizyonların olmaz ise olmazı olan haber servisleri aynı zamanda en değer verilmeyenleriydi. İş ve yaşam güvenlikleri yoktu. İşten çıkarmalarda istihbarat servisi başı çekerdi. Bir yandan üç kuruşa sigortasız, güvencesiz çalıştırılan mesleğin gerçek emekçileri, diğer yanda patronuna şantaj yapıp, her defasında 300-500 bin dolar götüren önemli gazeteciler!.. Kısaca büyük usta Nâzım Hikmet’in “Sofrada öküzümüzden sonra gelen” kadın gibidir istihbarat servisinde çalışanlar. Hele Recep gibi kimseye eyvallah etmeden sadece işinizle var olmak isterseniz, bir gün çalıştığınız yerle ayrılık yaşamak da kaçınılmaz oluyordu. 20 yıldan fazla muhabirlik, editörlük yapan Recep Bolat’ı gazetecilikten ayıran da bu dik duruşu oldu. Öldüğünde titrine gazeteci değil de Basın İlan Kurumu Sakarya Bölge Müdürü yazıyorsa bu, Recep’in suçu değildi, Babıâli denen insan öğütme makinesinin ayıbıydı. Mesleğe ilk başladığımızda duyduğum; “Kalemimi kıracağıma bir kasa limon alıp, pazarda limon satarım” lafını hayata geçirdi Recep. O limon kasası da son bulduğu iş oldu. Yine de telefonla görüşmelerimizde yeni işinde çok mutlu olduğunu söylüyordu. Yeni işiyle birlikte daha önce hiç bilmediği Sakarya’yı çok sevmişti. Ailesini de yanına alıp 13 yaşındaki kızını okula yerleştirmişti. Bana her görüşmemizde “Buralar güzel, gel bir hafta sonu seni gezdireyim, özledim bir de” derdi. Ben her defasında, “Çok yoğunum en kısa zamanda” diye cevap verirdim. Bilemezdim o en kısa zamanın hiçbir zaman gelmeyeceğini. Ertelemeler şimdi bir yumru gibi oturur insanın ciğerine...
Doksanlı yıllarda aynı gazetelerde çalışmasak da çok yakındık birbirimize. Gün içinde bir karşılıklı haber atlatsak da akşamları aynı sofrada kırgınlık dargınlık olmadan oturur hayatı kaynatırdık. Ben Sabah Gazetesi’nin Kadıköy Büro Şefliğini yapıyordum. Recep ise, Hürriyet Gazetesi’nin muhabiriydi. Recep’in o yıllarda en çok uğradığı yer olan Sabah Büro’da bir gün oturuyorken polis telsizinden “Yaşlı bir adam Ayşekadın durağında kalp krizi geçirip öldü” diye bir anons geçti. Recep gitmek istedi, ben “Boş ver” dedim. Yarım saat sonra Hürriyet Gazetesi’nin İstihbarat Şefi Celal Korkut’un sesi duyuldu telsizden: “Alfa 10, Alfa 25” Recep telsizi eline aldı, “Dinliyorum Alfa 10” dedi. Celal bunun üzerine “Rıfkı Baba kalp krizi geçirip öldü. Cenazesi Karacaahmet’e kaldırıldı. Oraya git.” Rıfkı Baba’yı duyunca ikimiz de olduğumuz yerde kaldık. Ayşekadın durağında kalp krizi geçirerek ölen Hürriyet’in efsane polis telsizi dinleyen ve muhabirleri yönlendiren adamı Rıfkı Kadem’den başkası değildi. Sadece Hürriyet çalışanların değil, o yıllarda polis muhabirliği yapan her gazetecinin Rıfkı Baba’sının ani ölümü ikimizi de sarsmıştı. Öyle ki Hürriyet Gazetesi’nde çıkan birçok ödüllü haberin altında onun aldığı istihbaratların isimsiz imzası vardı. Recep’le birlikte Karacaahmet Gasilhanesi’ne gittik. Rıfkı Baba paltosuyla bir tabutun içine konulmuştu. Tabut duvarın hemen dibindeydi. Baba’ya baktık öylece birkaç dakika. Sonra döndüm Recep’e “Şu gördüğümüz fotoğrafa iyi bak. Bizim de sonumuz öyle olacak!..” Recep bana baktı, hiçbir şey söylemedi. Çalışma koşullarımız, o yıllarda yaşanan çatışmaların ve toplumsal olayların ortasında kalışımız söyletmişti bana bunu... Yoksa öngörüsü sıfır olan bir adamım. Rıfkı Kadem’i öyle gördüğümüzde 70’ini çoktan aşmıştı. Alçakça kurşunlarla katledilen Recep Bolat ise henüz 46 yaşındaydı. Recep’ten geriye gözü yaşlı bir eş, 13 yaşında dünyalar güzeli bir kız çocuğu ve onlara bıraktığı asla eğilmeyen dik duruşu kaldı.
Tuncer KÖSEOĞLU / TARAF