TUNCAY ÖZKAN CEZAEVİNDE TOPRAK ÜRETİYORMUŞ! MUSTAFA MUTLU SİLİVRİ'Yİ YAZDI!

Ergenekon Davası'nı izlemek için ilk kez Silivri Cezaevine giden Vatan yazarı Mustafa Mutlu neler gördü, neler yaşadı?

Silivri notları

Hakkında onlarca kitap okudum, ama Silivri Cezaevi Yerleşkesi’nin içindeki mahkemeye ilk kez dün gidebildim.

Ayıplamayın, yargılanan meslektaşlarımı orada görmek istemedim; o yüzden gitmedim bugüne kadar.

Önceki gece durup dururken verdim kararımı ve sabahın erken saatlerinde çıktım yola...

Sora sora Bağdat bulunurmuş derler; ben de Silivri Cezaevi‘ni öyle buldum.

Tam da tarif edildiği gibi bir yer:

Kapalı spor salonundan mahkemeye dönüştürülmüş bir bina... Karşısındaki açık otopark, benim gittiğim saatlerde bile tıklım tıklım dolmuştu... Baktım, otobüslerin camlarında tüm illerimizin ismi!

Türkiye bu sabah buraya akın etmişti!

***

Mahkeme salonuna girişim, beklediğimden çok kolay oldu.

“Ya kararımdan vazgeçersem, ya yine yarı yoldan dönersem” diye öyle apar topar çıkmışım ki evden, hayatımda belki de ilk kez işime yarayacak olan basın kartımı almayı unutmuşum!

Derdimi anlattım; kapıdaki astsubay gülümsedi ve sorun etmedi dalgınlığımı...

Üzerinde “Basın” yazan mor kartı boynuma asamadım uzunca bir süre... Ve “Neden mor” sorusunun yanıtını uzunca bir süredir aradım kafamda...

Birileri, “basın”ı fena halde morarttıklarını düşündükleri için mi acaba bu rengi seçmişti?

***

Duruşma salonuna girdiğim kapının üzerindeki tribün izleyicilere ayrılmıştı. Sanık yakınları ve çok sayıda vatandaş...

Birkaçıyla göz göze geldik, “Bunca zamandır nerelerdeydin” demelerinden çekindim ve sol tarafta basına ayrılan yere ilişmeye çalıştım. Oysa onlar dost yüzlerle gülümsüyorlardı...

Basına ayrılan bölüm ilk kez bu kadar doluymuş... Nail Güreli, Pınar-Tufan Türenç, Yalçın Bayer, Zafer Arapkirli, Zafer Atay ve Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu‘ndaki arkadaşlar... Arkalarda bir yere geçtim ve etrafı incelemeye başladım. Hayret, tribündeki izleyicilerin en az beşte dördü kadındı!

Ve o kadar aydınlıktılar ki, salonun en pırıltılı köşesiydi onların bulundukları taraf...

***

Hâkimler yerini almadan önce tutuklu sanıklar alındı salona... Mustafa Balbay‘ın ve Tuncay Özkan‘ın girmesiyle bir alkış tufanı koptu. Onlar da kendilerine ayrılan bölümün en arkasına gelerek selamladılar kendilerini sevenleri...

Özlemlerini giderdiler...

Baktım herkes ayakta, ben de kalktım oturduğum yerden... O sırada Mustafa’yla göz göze geldik... Işıl ışıl oldu gözleri, dostça gülümsedi... Ve nedendir bilinmez, otuz yıl sonra ilk kez sol yumruğumu sıkılmış havada sallanırken buldum!

Gaza mı geldim, ne?

Hemen Tuncay’a gösterdi beni... Sağ elinin parmaklarını dudağına götürdü, kocaman bir öpücük attı bana doğru beyaz saçlı genç adam! Sonra aynı elini kalbinin üzerine koyarak, “Teşekkür ederim” diye bağırdı...

İlk kez bir “teşekkür”den bu kadar utandığımı hissettim... Onlar dört yıla yakın bir süredir içerideydiler ve ben dışarıdaki bir meslektaşları olarak haklarında en fazla üç-beş yazı yazmıştım... Bunun için teşekkür ediliyordu...

Utançla başımı öne eğdim; bilmem fark etti mi?

***

Tam karşımızdaki bölümde CHP’li milletvekilleri oturuyordu... Kırk ikisi kendilerine ayrılan bölümde, biri yani Sinan Aygün tutuksuz sanıklar arasında...

Bıyıklarını kesmiş Sinan... Yanına gittim hemen, “Artık konuşursun değil mi” diye takıldım...

“Konuşacağım, az kaldı” diye yanıtladı beni gülerek...

Tam o sırada mahkeme heyeti girdi salona...

***

Celse açılırken avukatlardan biri yüksek tavandan sarkan en az 5-6 metre uzunluğundaki kırk kadar boruyu göstererek, “Bu mikrofonların kapatılmasını talep ediyorum. Duruşma salonunun bu şekilde dinlenilmesi usule aykırı. Kaldırılmalı” dedi. O sırada dikkatimi çekti borular; gerçekten de her birinin ucunda mikrofonlar vardı ve resmen dinleniyorduk!

Mahkeme Başkanı çok da ciddiye almadı bu talebi, “Canım zaten o kadar yüksekten sesleri iyi almıyordur o mikrofonlar” diyerek talebi geçiştirdi.

O sırada izleyici tribününden bir ses duyuldu:

“Adalet Bakanı var değil mi o mikrofonun öbür yanında?”

***

Mustafa’ya söz vermedi Mahkeme Başkanı; iki sanığın çapraz sorgusunu izledik bütün gün...

Öğle yemeği için verilen aranın sonrasında bağırarak da olsa sohbet etme olanağı buldum ikisiyle de...

Dün Mustafa‘nın doğum günüydü aynı zamanda. İzleyicileri gösterdi eliyle ve buruk bir gülümsemeyle haykırdı:

“Hiçbir doğum günümü bu kadar kalabalık ve güzel kutlamamıştım!”

Salondan alkışla yanıt buldu bu sözler... Hayatının tatilini yaptığını, her akşamüstü güneşlendiğini, günde iki saat spor yaptığını anlattı.

***

Tuncay’a yeni bir kitap yazıp yazmadığını sordum.

“Yayınevine teslim ettim bile” dedi ve devam etti:

“Adı ‘Mahpusta Yatacak Olana Öğütler!’ Bu kitabı okuduktan sonra yolu buraya düşecek olanlar için bir cezaevi kullanım kılavuzu yani...”

Bir de haber verdi:

“Bu cezaevinde toprağa muhtacız ya... İnanmayacaksın ama toprak üretmeyi öğrendim!”

“Nasıl” diye sordum, güldü:

“Patenti bende... Söylemem!”

Biliyordum; patent falan değildi derdi... Söylerse topraksız kalacağını biliyordu!

***

Sonra duruşmayı izledim uzunca bir süre... Hâkim, İbrahim Şahin’in timinde yer aldığı iddia edilen bir sanığa sordu:

“Birisine telefonda durmadan ‘Sayın Büyük’ deyip duruyorsun? Kim bu Büyük? Reisin mi?”

Sanık son derece kibar yanıtladı:

“Sayın Başkanım... Kendisi benim çocukluk arkadaşımdır. Cüce olduğu için kendisine biz ‘Sayın Büyük’ deriz!”

***

Daha yazacak çok şey var ama yer bitti...

İşte... Böyle bir yer Silivri.

Zaman zaman sevince ve mutluluğa dönüşse de...

Sapına kadar hüzün hâkim tüm salona!

Mustafa Mutlu/Vatan