TARAF'TA YILDIRIM TÜRKER'E ÖVGÜ DOLU YAZI!

Taraf yazarı Levent Yılmaz'dan Radikal yazarı Yıldırm Türker'e övgü dolu sözler...

İşte Yılmaz'ın o yazısı...

Sıkıgözetim altında ‘doğru’ söz: Yıldırım Türker

Yıldırım Türker adını ilk kez Yazko Çeviri dergisinde gördüm sanırım. 1982 yılı olmalı, Jean Genet’nin, Sartre’ın bu “aziz” ilan ettiği yazarın İkinci Dünya Savaşı yıllarından kalma bir oyununu çevirmişti: Yüksek Gözetim, ya da daha sonraki başlığıyla, Sıkıgözetim. “Cihangir Kedileri”, “Tül Kardeş”, şahane oğlan Ali Yunus ve şahane annesi “Mata” Emel Kurma, derken yıllar geçip de artık yaşlandığımızı farkettiğimde, Sıkıgözetim’in anti-kahramanı Yeşil Göz’ün ettiği şu lafların Türkiye’de yaşamayı seçmiş insanların hayatına bir hayalet, bir hortlak gibi dadanmış olduğunu anladım: “Felaket nedir bilir misin? Ondan kaçabilmek için ne çılgınca umutlara bağlandım ben (...) Başıma gelenleri ben istemedim. Üzerime yağdı her şey (...) İnsan yıkımını seçebileceğini sanıyorsa, hiçbir şey bilmiyor demektir. Ben yıkımımı istemedim. Yıkım beni seçti. Tokat gibi indi suratıma, her şeyi yaptım üstümden silkelemek için. Güreştim, yumruk attım, dans ettim, şarkı bile söyledim. Belki gülünç gelir ama yıkımı istemedim önceleri. Ancak her şeyin engellenemez olduğunu anladığımda yatıştım. Ancak şimdi kabul ediyorum.” Van depreminin, tüm depremlerin ve felaketlerin sanki bir kader gibi yaşandığı bu ülkede, şu günlerde, Yeşil Göz’ün bu sözlerinin birçoklarımızın üstüne yapışıp kalmış olduğu besbelli. Kimimiz az kimimiz çok, “kabul” ediyoruz, ettik: Yıldırım hariç. Yıldırım “yatışmıyor”, yıkımı üstünden silkelemek için hâlâ “güreşiyor”. Dans edip etmediğini bilmiyorum, ancak yıkımı kabullenmeyip en azından şarkı söylemek lazım diyenlere yardım ettiğini, onların yanında durduğunu biliyorum. Bu bir tavır: Her daim muhalif olmayı dilemek. Olabildiğince. Bu tavır, çoğu zaman insanlara imkânsız gelir; tam da bu “olabildiğince” lafı yüzünden. Bu tavrı sergileyenlere bıyık altından hafifçe gülünür, bu tavrın, içinde mutlaka ve mutlaka bir “sahtelik” taşıdığı düşünülür. Ben bile düşünmüştüm bir zamanlar, hatta basbayağı Yıldırım için. Şu yüzden: Doğan grubunun gazetesi Radikal’de, yıllar önce, Yıldırım, ezeli rakip grup Sabah’ın yöneticisi Zafer Mutlu üzerine kanırtıcı mı kanırtıcı, acıtıcı mı acıtıcı bir yazı yazmıştı. Bayağı kızdığımı hatırlıyorum: İnsan arkadaşlarının “adil” olmasını istiyor. Kendisine de söyledim bunu. Cihangir değil ama Beyoğlu kafelerinden birinde. “Bu doğru değil”, “Ertuğrul Özkök hakkında yazamayıp Zafer Mutlu hakkında yazmak hiç doğru değil”, dediğimi hatırlıyorum. “Yazamayıp” lafı gayet netti. Çok kibardır Yıldırım, geçiştirmişti. Aradan bir-iki ay geçti ve hayatımda okuduğum en doğru, ama en kanırtıcı, en acıtıcı Ertuğrul Özkök yazısı çıktı Yıldırım’ın kaleminden. Ertuğrul Özkök’ün “okuduğumda ağladığım tek yazı” dediği yazı. Bu yazıyı ancak ve ancak gerçek acıyı tanımış biri kaleme alabilirdi. Fethi Naci’nin dediği gibi gerçek acının da tek bir ölçütü vardır: Ölüm korkusu ortadan kalkmıştır. Ölümden korku, gerçek acının yaşanmasına engeldir. Aslında, o yazıyla Yıldırım Türker, beş parasız ve işsiz kalmayı göze almıştı: O yazı, hele de o günlerde, kamusal ve mesleki bir “ölüm” fermanıydı. Aynı Ahmet Altan’ın “Atakürt” yazısı gibi. Sonuçları farklı oldu elbette: Özkök, ne kadar demokrat olduğunu kanıtlamak adına “rövanşist” olmamayı tercih etti (sonuçta yazı şahsını ilgilendiriyordu): ama Ahmet’in ölüme nanik yapan yazısı Doğan grubunun “executive”lerinin (ve tabii ki ilk elde Özkök’ün) affedemeyeceği derecede genel ve doğruydu: Ahmet Altan işten atıldı. Yıldırım Türker atılmadı. Ama ne Ahmet Altan atıldı diye bildiğini yazmaktan vazgeçti, ne de Yıldırım atılmadı diye yazılarının tonunu yumuşattı. Doğru, doğrudur. Onu yazmak gerekir. Ben farklı yollardan giderek doğruyu arayan bütün arkadaşlarımın birbirlerini sevmesini isterim. Ne zaman ki, aslında aynı doğrultuda yol alan, ama farklılıklarını sanırım abartarak vurgulamayı seçen dostlarım kavga eder, çok mahzun olurum. Uzaktan bakınca, ölümlü dünya, paylaşılmayacak ne var, demek gelir içimden. Hele de abartı iyice büyüyüp sınır aşılınca canım da iyice sıkılır. Yani, açıkçası, Taraf’ta Yıldırım’ı hedef alan kimi yazıları ve Yıldırım’ın Taraf’ı (ve tavrını) külliyen hedef alan kimi yazılarını okuyunca iyice ifrit oluyorum. Sevdiğim bir yazarın, bir arkadaşımın, Yıldırım’a “vicdan kuaförü” gibi abuk sabuk sıfatlar yakıştırmasına sinirleniyorum, bu ülkenin en iyi muhabirlerinden birinin kaleminden “Cihangir kafeleri” lafının çıkmasına üzülüyorum; “kusmuk” sözcüğünden zaten oldum olası hoşlanmam, bıçkın ve hassas romancı dostum kullanınca cin çarpmışa dönüyorum. Diyarbakırspor’un birinci lige çıkma macerasını bunca ayrıntısıyla muhteşem bir kısa-metin olarak yazabilenlerin Yıldırım’la tepişmesini içim almıyor. Ama Yıldırım’ın gözünün de kimi zamanlarda bu gazetedeki “doğru” tavrı göremeyecek kadar karardığına şahit oluyorum ve sanki bir adım daha atsa Murat Belge karşıtları safına bile katılacağı sanısına kapılıyorum. Olmasını istemediğim her şey bir anda “olabilirlik” kazanıyor ki, bu “olmaması” gereken bir şey. Çünkü işte o zaman “söz” değiş-tokuş edilemez hale gelebiliyor ve benim durmayı seçtiğim yer, tüm anlamını kaybediyor: Şöyle diyeyim, “dünyam kararıyor”. Ben, aklı başında herkesin Kürtlerin “meşru” bir direniş ve başkaldırı hakkı olduğunu tanıyıp bunu sonuna kadar desteklemesi gerektiğini düşünüyorum; ama bu aklı başındaki herkesin, aynı zamanda, bir halkın haklı direnişini temsil ettiğini söyleyenlerin “temsil” gücünü, kendilerini “haksız” duruma düşenleri, “kabul edilemez” yöntemlere başvurup “meşruiyet” sorunu yaşayanları, ve nihayetinde totaliter bir siyasi hali hedefleyenleri sonuna kadar eleştirme hakkını da dibine kadar kullanması gerektiğini düşünüyorum. Yıldırım Türker: Totemi “doğru”. Ama her “doğru” kadar arada sırada aksayan bir doğru. Keşke soyadı kanunundan önce doğsaymış.