Taraf yazarı Ahmet Kekeç'e ayar verdi! Kekeleyip durmuşsun; Otur, sıfır!

Taraf yazarı Namık Çınar ile Star yazarı Ahmet Kekeç arasında "Sevda Tepesi" yüzünden yeni bir polemik patladı.

Star yazarı Ahmet Kekeç'in "Emekli askermiş. Muhtemeldir ki asker kökenli olmanın asabiyyetini taşıyor... Bir tartışma programında izlemiştim, o kilolu ve sevimli görüntüsünden beklenmeyen bir performans sergilemiş, karşısındaki “tartışmacı” özneyi bayağı bir dağıtmıştı..." diyerek tanıttığı Taraf yazarı Namık Çınar'ın "insanı Araplardan soğuttuğu" iddiasına sert bir yanıt geldi.

"Ahmet Kekeç’in göreviyle çitlenmiş yazı dünyası" başlıklı yazısında Namık Çınar, Star yazarlarının sırayla kendisine yönelik yazılar yazdığını anımsatıp, "onu okumuyoruz" diyerek küçümsüyorlar ama elleri mahkum, memur edilmişler madem artık okuyacaklar... dedi.

Namık Çınar, Kekeç'e yönelik sert eleştirilerini de "Talimatla ancak bu kadar yazabilir, kendi kazdığın kuyuya da işte böyle düşüverirsin. Çünkü sen, kalemini satmayanların barınamadığı bir cephenin hizmetlisisin." cümleleri ile dile getirdi.

İşte Star yazarı Ahmet Kekeç'i çok kızdıracağı belli olan o cevap yazısı:

Geçenlerde Yağmur Atsız... Şimdi de Ahmet Kekeç...
AKP Trollerinin kurasında bu gazeteye düştük, demek ki.
Birkaç gün önceki “Sevda Tepesi”ne dair yazımla, insanı Araplardan soğutuyormuşum.
Irkçının tekiyim yani.
Bu konuda bana ilk tepki önce Twitter’dan geldi. Hemen ardından aynı mantıkla Ahmet Kekeç’in kaleminde vücut buldu.
İlkin erketeler “arazi”de çalışıyorlar; işbölümü çerçevesinde onlar tarafından “asist” edilen yandaş köşeciler, sonra bunu itibarsızlaştıracak şekilde “gol”e çeviriyorlar.
Yapılmaya çalışılan işte bu.
“Yazısını önüme koydular” diyen Kekeç de, zaten bunu inkâra kalkışmıyor.
Bir önceki yazar da aynısını söylemişti.
Ben onların okuduğu yazarlardan değilmişim.
Yani evvelâ akılları sıra şöyle bir küçümsüyorlar.
Ama bu işlere memur edildiklerine göre, zorunlulukla da olsa elleri mahkûm, artık beni takip edecekler.
Okuyucumun artması, beni ancak mutlu eder.
Zoraki olunca, eleştirisi de çalakalem olmuş.
Hattâ, alttan alta bir beğenisi de seziliyor ki, bıraksalar sanki beni övecek.
Ne ki, misyonu icabı kötülemesi gerekiyor.
Bu yüzden o güzelim duygulu yazıda tırım tırım aranarak, yahut kendisine veri diye gösterilerek, aklımın ucundan bile geçmeyen bir Arap düşmanlığını bulmuş buluşturmuş.
Oysa yüzyıllardır üst üste yığılmış Oryantalist aşağılamaların, kendi ruhlarına sinen ve varlığını halâ koruyan tortusudur, Arap’a şöyle ağız tadıyla Arap diyememek.
“Arap” sözcüğüne yüklenmiş horlukların ürettiği ve sonra da çağrıştırdığı hastalıklı imgelerdir, böyle kimselerin belleklerinde uçuşan.
Onlar, melodik ve lirik Çingene’ye de Çingene diyemezler.
Benliklerine bozuk turşu kokusu gibi sinen hissiyatlarını, “Roman” demek suretiyle parfümlediklerini sanırlar.
Sözcüklerde değil ruhlarında çakılıdır, hâlbuki o istikrah duygusu.
Yüz sene önce “Türk” sözcüğü de galiz gelirdi birtakım zevata.
Bugün, “afedersiniz, Ermeni” de aynı soydandır.
Ve “Kürt”, hâlâ kaba saba bir tasavvur değil midir, kimi zihinler için?
Ben hayata bu pencerelerden bakmam!
İyiyse överim, kötüyse yererim, ama sadece insan vardır kitabımda benim.
206 tane kemiğiyle... 5-6 kilo kadar kanı, siniri, kasıyla... kiminde işe yarayan kiminde de yaramayan beyni ve yüreğiyle...
Ayrıca Kekeç, bir çocuk masumiyetiyle anlattığım ergenlik yıllarımızın “bir kızın elinden tutmanın henüz içsel mücadelesiyle boğuştuğumuz” safhası üstünde birkaç kez tepinerek, âdetâ sorunlu biri olduğum algısı yaratmaya da çalışıyor.
Ne kadar ayıp!
Kınıyorum.
Buluğ çağlarının hemen herkeste görülebilen duygularını tasvire çalıştığım içtenlikli satırları suiistimale yeltenmek, ancak çirkin adamların yapabileceği bir iştir.
Kaldı ki, bir kadının elinden tutamayan ben miyim, yoksa onunkiler mi?
Ergenlik komplekslerinden çıkamayarak “kadın eline dokunamama”yı hayatlarının odağına koyanların kültüründen gelen kendisi değil mi de, sataşıyor bana aklı sıra?
Talimatla ancak bu kadar yazabilir, kendi kazdığın kuyuya da işte böyle düşüverirsin.
Çünkü sen, kalemini satmayanların barınamadığı bir cephenin hizmetlisisin.
Senin tılsımını bozacak sır, neleri yazdığında değil, neleri yazamadığında saklıdır.
Meselâ sen, ayakkabı kutularını, kasaları, para sayma makinelerini yazamazsın.
Cari açığın kapanmasında rolü olduğunu ileri sürecek kadar uçmuş bir tıfılın ilişkilerini sorgulayamazsın.
Benimle matrak geçmek için “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nden alıntı yapar, ama “700 bin liralık saat”e gelince istop edersin.
Madem öyle, önceki yazara yaptığım gibi, sana da bir “ayar” vereyim o zaman:
Yazını hiç beğenmedim.
Kekeleyip durmuşsun.
Otur, sıfır...
Sıradaki!?