SİZDEN ÇOK KORKUYORUM SAYIN BAŞBAKANIM!

Birgün yazarı Hakan Aksay, köşesinden Başbakan Erdoğan'a seslenerek televizyon kanallarından her gün izlediği görüntüler sonucu ruh halinin değişmeye başladığını anlattı.

Erdoğan'ın kameralar önünde azarladığı ve fırça attığı kişilerle "empati" yaptığını belirten Aksay, kendi içindeki çelişkileri ilginç bir dille anlatarak Başbakan'dan çok korkmaya başladığını vurguladı.

Aksay'ın ikinci yazısı da "Türk medyasının dış haberler açılımı" başlığıyla yayımlandı.

Sizden çok korkuyorum Sayın Başbakanım

Şaka falan değil. Gerçekten korkuyorum.
Hipnotize olmuş gibi her akşam haber bültenlerini izlemek için televizyonun karşısına oturuyorum.
Er veya geç (genellikle er) Sizi gösteriyorlar.
Siz çoğunlukla bir mitingde konuşma yapıyorsunuz. Bazen birileriyle görüşüyorsunuz. Ya da gazetecilerin sorularına cevap veriyorsunuz.
Sizinle ilgili haber biter bitmez bir başka kanala geçip yine Sizi beklemeye başlıyorum. Orada da Sizi izledikten sonra bir başka kanala yöneliyorum.
Sizinle ilgili haberleri, daha doğrusu bu haberlerdeki Sizi dikkatle izliyorum.
Çok enerjik, olağanüstü dikkatli ve kendine güvenen bir haliniz var.
Bakıyorum, Sizi dinleyen veya Sizinle konuşan insanlar, öyle herhangi biriyle muhatapmış gibi gevşek duramıyorlar.
En babayiğidi bile belli belirsiz diken üstünde oturuyor.
Önceleri herkesin Size nasıl bu kadar büyük saygı duyduğuna şaşardım.
Sonra biraz daha dikkatle baktım; bu “saygıdan da öte” bir duyguya benziyordu.
Korkuyorlardı resmen Sizden.
Karşınızda bir hata yapmaları durumunda Sizin bunu hemen yüzlerine vurabileceğinizden, oracıkta kendilerini eleştirmenizden, hatta fırçalamanızdan korkuyorlardı.
Hani, bu iş kenarda köşede (mesela, tanık bulunmayan bir odada) olsa neyse; biraz hık mık ederler, yanlarında başka kimse olmadığından dolayı “kısa bir onursuzluk seansı”nı içlerine atabilirlerdi.
Ama burası öyle mi?
Onca insan, gazeteciler, televizyon kameraları.
Rezil olurlar valla!..
Rezil edersiniz onları!..
Gerekirse yerin dibine geçirirsiniz.
Kasten ve özellikle değil tabii. Hak ederlerse. Kaşınırlarsa yani.
Dobra dobra düşündüğünüzü, hissettiğinizi söylersiniz.
Kamera mamera dinlemezsiniz.
Adamın astı üstü, çoluğu çocuğu, anası karısı bütün bunları görürmüş; sonra onu madara edermiş; aldırmazsınız.
Hak etmiştir çünkü.
Zaten Siz kendisine kızdığınız zaman, o kedi gibi yumuşar, mırlar, fare gibi siner, kaçar.
Gazeteciyse, sormaması gereken soruyu sorduğu için burnundan gelir…
Resmi görevliyse bütün tecrübe ve rütbeleriyle tiril tiril titrer…
Halktan biriyse eli ayağı, ağzı dili birbirine dolaşır…
Bilmiyorum, onları bu halde görmek sizi keyiflendirir mi? Belki mesele o değildir Sizin açınızdan. Sadece hak edenin hakkı olanı almasıdır.
Üstelik bu tavrı kendinize yakıştırdığınızdan da kuşkum yok. Yani bir tür içtenliğinizden. Yani milletin lideri olarak “hem seven, hem döven baba” konumunda olmanızdan…
Gel gör ki, ben bütün bunları her gün her kanalda izleye izleye kendimde bir değişiklik hissetmeye başladım.
Sizi bu hiddetli zamanlarınızda birilerinin payını verirken gördükçe yavaş yavaş içimi bir ürperme duygusu sarmaya başladı.
İster istemez kendimi onların yerine koyar oldum (Sizin yerinize koyacak kadar densiz değilim tabii, haddimi bilirim ben).
Yani Siz o eleştirileri bana yöneltseniz, beni azarlasanız, bana fırçayı bassanız ne olurdu, diye düşünmeye başladım…
Hani olmaz tabii, ama…
Ya olsa?..
Ya onca kişinin ve kameranın önünde rezil olan ben olsam?
Cevap versem bir türlü, vermesem bir türlü…
Sussam herkesin gözünde saygınlığım tuz buz olur. Susmasam yiyeceğim fırça katmerlenir…
Ter basmaya başladı böyle anlarda beni.
Çekinmeye, ürkmeye, daha açık söylemek gerekirse korkmaya başladım Sizden.
Biliyorum, yakın zamanda böyle bir ihtimal yok.
Yani Sizinle bir araya gelmeyeceğiz.
Bir mitingde ya da toplantıda tesadüfen karşılaşacak değiliz…
Mesela hükümetin Rusya politikasını falan danışmak için beni huzurunuza çağırma ihtimaliniz de yok…
“Nataşa Mektupları” konusunda özel sorular sormak için davet edecek de değilsiniz…
Gazetecileri kahvaltıda toplayıp Birgün Gazetesi’nden de benim gelmemi istemeniz gibi bir ihtimal de, ancak “kırmızı kar yağması” kadar gerçekçi…
(Doğrusu, çağırsanız da bir bahane bulur – herhalde hükümetin politikasını protesto ettiğim gibi fiyakalı bir gerekçe ile – katılmazdım. Bir “resmi kahvaltıda”, “büyük fotoğrafta yer almak” adına fırça riskine girmeye değer mi hiç?)
Velhasıl ben korkumla sessiz sessiz yaşayıp gidiyorum.
Her akşam televizyon başında oturup kanal kanal gezerken Sizin sinirli halinizi dikkatle izliyor, karşınızdaki zavallılarla “empati” yapıyorum.
Sonra da onların yerinde olmadığım için dua ediyorum.


Türk medyasının dış haberler açılımı

Aslında henüz böyle bir “açılım” yok. Yani Türk medyası için “dış haber ve uluslararası analiz” gibi bir gündem neredeyse hiç yok.
Her şey babadan kalma alışkanlıklarla sürüp gidiyor. Gazeteyse çoğunlukla bir, bazen yarım sayfa (o da “ilan cazibesi” yüksek bir sayfadır nedense, hatta bazen künyeler bile koca gazetede başka yer yokmuş gibi dış haberler sayfasına sulanır), televizyon kanalıysa sonlara doğru birkaç “dış magazin” (aman izleyici, dünya haritasında yerini bile bilmediği ülkelerin sorunlarıyla yorulmasın) tarzı haberler…
- Bültende zaman kalmazsa ne atalım abi?- Tabii ki dış haberlerden makaslayacaksın her zamanki gibi…
* * *Hani Türkiye dünyaya açılıyordu? Hani “global dünya”, “evrensel sorunlar”?
Hükümetten THY’ye kadar her alanda koşar adım dışarıya açılan bir ülkenin medyasında “dış haberler” bu kadar sembolik ve kalitesiz mi kalır?
Kaç medya kuruluşunun dünyanın önemli merkezlerinde ve komşularımızda muhabirleri var? Toplam kaç muhabir sahibiyiz?
Bunların kaçı “gerçek muhabir”? Kaçı ticaretle, öğrenimle falan uğraşırken arada sırada “adı çıksın” diye haber attırıyor? Kaçı sözleşmeli?
Dışardan bildiren ve içerden dış haber yapan elemanların kaçı mükemmel yabancı dil biliyor? İngilizce dışı dilleri (özellikle de Rusça, Arapça, Farsça, Çince) bilen kaç kişi var?
Kaç “dış haberci” diplomasiden, uluslararası ilişkilerden anlayan bir altyapıya sahip?
“Dış haber servisleri”nde kaç “uzman kadro” var? Kaçı “Sen lisan biliyorsun; otur şunları tercüme et, basalım” türü bir anlayış(sızlık) ile çalıştırılıyor?
Bir tek gün AP, AFP ve Reuters’ın haberleri olmasa, haydi onları bırakalım, “Anadolu Ajansı’na bağlı olmasak”, dış haber adına ne çıkar medyamızda?
* * *
Türk medyası pek bilmiş. Her konuda söyleyecek bir sözü var. Bütün açılımların lehinde ve aleyhinde konuşmaya bir başlarsa mangalda kül bırakmaz.
Ama “kendini yenilemek” denilince kulakları ağır işitir, “medya reformu” kavramını tanımaz… En iyi bildiği, ufak tefek değişikliklerle “durumu idare etme rejimi”dir.
Herkes ve her şey yenilenecek, ama medya eskisi gibi kalacak! Yok öyle yağma!
Konu uzun ve ağır. Ama burada bizi ilgilendiren boyutu “uluslararası haber ve yorumlar”.
Birileri daha ciddi yaklaşabilmeli artık bu konuya. Gazete ve televizyon kanalı yöneticileri “dış haber konsepti” üzerine kafa yorup karar alabilmeli. “Dış dünyanın dinamiklerini korkmadan ve usanmadan Türk medyasına getirecek olan biziz” diyebilmeli.
Mesela “Bizim gazetenin ilk sayfasında her gün en az üç dış haber olmalı” türü biçimsel görünen net kurallar koyabilmeli. Olmaz mı? Neden? Dünyada, bizim çarşaf çarşaf verdiğimiz referandum dalaşmalarından daha önemli en az üç gelişme bulunmaz mı sanıyorsunuz?
Yıllardır özenle kafasına örümcek ağları yerleştirdiğiniz okuru biraz zorlayın artık. Ama bu zorluğu aşmak için ilginç olmaya gayret ederek.
Dış haberi magazin çerçevesinden çıkarın. Meseleleri yalnızca “Türk bakışıyla” görmekten vazgeçin, dünyayı “hemşeri muhabbeti” ile açıklamayı bırakın.
Madem dış politikamız “ölçek büyüttü”, bari şimdi bu alana ilgi gösterin, emek verin, yatırım yapın.
On yıllardır dünyada olup bitenleri içeriye anlatabilmek aşkıyla yanıp tutuşmuş olan benim gibi kocamış veya emekli olmuş yüzlerce dış haberci ve yorumcu mutlu olamadı; bari genç gazeteciler kurtulsun “dış kapının dış mandalı” olmaktan.

( Hakan Aksay, Birgün, )