SIRRI SÜREYYA ÖNDER HEP AYNI YERDEYDİ…DEJENERE OLUP DANSÖZ GİBİ KIVIRAN BİZLERİZ!
Ali Murat Güven, on5yirmi5.com'daki yazısında muhafazakar medyayı yerden yere vurdu.
Dejenere olup dansöz gibi kıvıran bizleriz!
Geçtiğimiz aylarda, İslâmî hassasiyetleri görece yüksek gözüken bir televizyon kanalında katıldığım tartışma programında “sosyalist ve Marksist sol”un kendi dâvâlarına sahip çıkma noktasındaki tutarlılıklarına vurgu yaparken, hayat maçında penaltıya yatmak için kendini yere atabileceği uygun bir yer aradığı her hâlinden belli olan “mütedeyyin”kadın sunucu ansızın sözümü kesip araya girdi ve kendince eleştirel bir tavırla şu cümleleri sarfetti:
“Ali Murat Bey, konuşmanıza başladığınız andan itibaren ‘sol’, ‘sağ’, ‘sosyalist’, ‘İslâmcı’ gibi nitelemeleri sıklıkla kullandınız. Açıkçası çok merak ediyorum ben, dünyanın artık global bir köye dönüştüğü böyle bir çağda hâlâ bu tür keskin politik ayrımlar kaldı mı? Bunlar soğuk savaş dönemine ait tarifler değil midir sizce?”
“Global köy”yuvarlamasına meftun olmuş bu genç arkadaş, aslında lafı “Boş işlerle uğraşmıyor musun hemşehrim? Atı alan Üsküdar’ı geçmiş, sen burada hâlâ 1980 model İslâmcı geyikleri yapıyorsun”demeye getiriyor ve bizi de modası iyiden iyiye geçmiş bir politik mücadelenin içinde görüyordu. Fakat, bu aşağılayıcı yaklaşımını güzelce ambalajlayarak, olabildiğince kibar ve alengirli bir dille ortaya koymaktaydı.
O an, “Komutan Uçantekme”moduna geçip, kendisine dikte edilen herşeye sorgusuz sualsiz bi’at etmeye hazır bu patates kıvamındaki kafaya çok sağlam bir “uyandırıcı darbe”indirmeye hazırdım gerçi; fakat böylesi bir tepkinin beni anlattığım meselede dibine kadar haklıyken ânında haksız duruma düşüreceğini de iyi bildiğimden, olabildiğince sakin durmaya çalışarak şu cevabı verdim:
“Çağımızda ideolojiler mücadelesinin sona erdiği yönündeki o beylik iddia, gördüğüm kadarıyla size de güzelce kabul ettirilmiş olan tüyler ürpertici bir illüzyondur. Uluslararası kamuoyuna, 1989 yılında Doğu Bloku’nun çöküp Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra ısrarla enjekte edilen kocaman bir palavradan söz ediyorsunuz. Medya üzerinden kitlesel yargıları yönetip yönlendirenler ‘Ey insanoğlu, daha yaşanabilir bir dünya arayışı artık tamamen bitmiş durumda. İnsanlık tarihinde varılabilecek en ideal politik ve ekonomik sistemin liberal kapitalizm olduğu kesin olarak kanıtlandı. Bundan 50 yıl önce Lenin ve ona inanmış bir işçi sınıfının verdiği mücadelede kendini fedâ edenler, şimdilerde mâbadlarına birer Levi’s kot geçirmiş, damarlarında kan yerine akıp duran Coca Cola’yla, indirimli bir hamburger menüsü alabilmek için McDonald’s restoranlarının önünde yarım saat sıra bekliyorlar. Bu sürede sıkılmamak için de birbiri peşisıra Marlboro’larını tüttürmekle meşgûller… Manzara buyken, kendini yok ‘İslâmcılık’, yok ‘ülkücülük’, yok ‘sosyalist bir düzen’ gibi ham hayâllerle neden helâk ediyorsun? Bitti işte, yolun sonuna gelindi ve sonuçta kapitalizm çatır çatır kazandı. Gereksiz çırpınışları bırak ve sen de kendine bu muhteşem sistem içinde bir kıçlık yer açmaya bak. Yoksa, oyundan diskalifiye olursun.”
Ardından, sunucunun boş gözlerle suratıma bakmasına hiç aldırış etmeksizin, cevabımı şöyle noktaladım:
“Kabul etmek gerekiyor ki bireyin ve toplumun egosunu ayartıcı tarafları da azımsanmayacak kadar çoktur vahşi kapitalist düzenin… O yüzden, taraftarlarının bol olması son derece olağan bir durum; çünkü insan ruhunun rekabetçilik, hırs, altta kalanın canını çıkarma, ihtiyaçtan fazla tüketim ve gösteriş merakı gibi en kirli cephelerine sesleniyor.
Öte yandan, böylesine rezil bir sosyo-ekonomik modelin karşısında an itibarıyla kaybettiğini düşündüğüm tek şey, ‘sosyalist ya da İslâmcı şeriat’ adına yapılan, fakat işin içine yine kapitalizmin hastalıkları karıştığı için toplumlara zerrece cazip gelmeyen bazı faşizan devletçilik uygulamalarıdır. Dünyada bu kadar büyük eşitsizlikler, adaletsizlikler ve zulümler olduğu sürece, insanlığın daha âdil bir dünya arayışı da kesintisiz devam edecektir. Gerekiyorsa başka isimler altında ya da mevcut ideolojilerin daha iyiye, daha güzele doğru evrilmesi şeklinde… O yüzden, ben değil, asıl böyle düşünenler hayâlperesttir. İnsan onuruna yaraşır bir düzen arayışında hiç bir şeyin sona erdiği falan yok. Tam aksine, zulme karşı mücadelede yeni milenyumla birlikte yepyeni cepheler açıldı. Yaşadığımız ömür boyunca sermaye ya da emeğin yanında yer alma tercihlerimiz, maddenin karşısında mânâya da kıymet verme yönündeki mücadelemiz kıyamete kadar anlam ve önemini koruyacaktır. İnsanlık bütün o mücadeleleri, gün gelip cesur ve fedakâr Rus devrimcilerinin kızları beş yıldızlı otellerin lobilerinde batılı işadamlarına fahişelik yapsın ya da bağımsızlıklarını milyonlarca şehid pahasına kazanan İslâm ülkeleri gidip de ABD’nin kucağına otursun, siyonizmle uzlaşsın diye vermedi. Bir cephede zâhiren kaybetmiş olabiliriz; fakat şu iyi bilinsin ki, hak ve batıl arasındaki savaş bütün şiddetiyle devam ediyor.”
Karşımda oturarak suratıma aval aval bakan, bilinçlerimize dayatılan bu yavşak sistemle her an entegre olmaya hazır durumdaki o kızcağızın, kendisine söylediklerimin yarısını bile anlamadığına emindim. Fakat, tıpkı onun gibi sulanmış durumdaki beyinleri küçük ölçekli bir televizyon kanalında bile olsa, canlı yayını fırsat bilerek hafiften bir silkeleyip kendine döndürmek farzdı. Ki böyle “kutsal”bir çabayı sadece o gece değil, ondan öncesi ve sonrasında da sıklıkla ortaya koydum, koymaktayım.
İnsanlar, özellikle de ülkemiz özelinde “dindarlar”, artık yolun sonuna gelindiği, verilecek herhangi bir irfanî/ahlâkî/siyasî mücadelenin kalmadığı; cumaları namaza gitmek, evde bulunan kimsenin kullanmadığı bazı döküntüleri yoksullara “infak”diye dağıtmak ve yılda otuz günlüğüne aslî amacından itinâyla arındırılmış sarımsak kokulu bir açlığa “ibadet”adını vermek haricinde, günlük hayatın diğer cephelerinde alabildiğine tipik bir kapitalist gibi yaşamanın “Allah tarafından da vaaz edilen”nihai devlet modeli olduğuna -neredeyse gelmiş geçmiş en mükemmel Kur’an yorumunu yakalamış gibi- imân eder bir durumdalar…
Bu şeytanî illüzyon, dindarların karşısında Pentagon ya da siyonizmden çok daha büyük bir tehlike olarak duruyor. Çünkü “Müslüman birey”den zulme direniş kararlılığı ve enerjisini çekip aldığınızda, geriye pek fazla bir şey kalmıyor. Düşman da bunu gayet iyi bildiği için, işe öncelikle daha güzel, daha eşit, daha âdil bir dünyaya erişme noktasındaki naif umutları kırmaktan başlıyor.
* * *
Nitekim, “Veli veliyi Mekke’de, deli deliyi dakkada bulur”misali o da hemen hemen aynı dönemlerde beni takip etmeye başlamış olsa gerek ki, bir süre sonra muhtelif yazılarım vesilesiyle Sırrı Hoca’dan sevgi dolu iletiler gelmeye başladı. Gündemdeki filmler ya da diğer sinemasal konular üzerine yazıp çizdiklerime kendisine özgü o babacan üslûbuyla yorumlar getirdiği, başından sonuna dek müşfik bir yaklaşımla bezenmiş e-posta mesajlarıydı bunlar… Bu yumuşak lisânı ziyâdesiyle seven biri olarak, ben de Önder’e benzer bir hürmet içinde yaklaştım ve böylelikle, önce yazışmalar, ardından da yine kendisinin başlattığı telefon görüşmeleri neticesinde aramızda “itidalli” bir dostluk hukuku gelişti.
Bu “itidalli”ifadesini son derece bilinçli bir şekilde kullanıyorum; çünkü kendisiyle -geçen yaz ideolojik bir sürtüşme nedeniyle ansızın kopan- dört yıllık muhabbet yüklü yazışmalarımız ve görüşmelerimiz boyunca, Sırrı Süreyya Önderinandığı dünya görüşünden, bağlı olduğu politik çizgiden bir milim bile sapmadan attı o pasları bana… Tamamı arşivimde ve hafızamda kayıtlı duran bütün o e-posta mesajlarında, telefon görüşmelerimizde, yüzyüze yaptığımız 2-3 sohbette gerek beden dili, gerekse özenle kurduğu cümlelerde verdiği mesaj hep şöyleydi:
“Ben inanmış bir sosyalistim. Ve son nefesime kadar da öyle kalacağım. Son zamanlarda İslâmî kesime, o kesimdeki yazar-çizerlere duyduğum ilgi; dahası onlarla bazı medyatik ortaklıklara ve işbirliklerine girmem, bütünüyle bu kesimi biraz daha yakından inceleme, duygu ve düşüncelerini derinlemesine anlama çabamın bir ürünüdür. Seni de bu kapsamda, incelenmeye ve anlamaya değer adamlar arasında gördüğüm için arayıp soruyorum. Yoksa niyetim politik safımı değiştirip hidayete ermek falan değildir. Bu fakir, kendisine göre, erebileceği en ideal hidayete zaten ermiştir.”
Ben de hiç ödün verilmeksizin titizlikle korunan bu tavrı, bana doğru son derece kontrollü bir şekilde uzatılan bu dostluk elini daha ilk mesajlardan itibaren benzer bir itidalle kabul ettim. Sırrı Hoca’nın gönderdiği hava topunu göğsümle karşılayıp yumuşattım, ayağıma indirdim ve daha âdil bir dünyada yaşama yönündeki ortak ideallerimizi simgeleyen yakınlardaki bir kaleye gol olarak göndermek üzere var gücümle vurdum. O kararlı bir sosyalist, ben de kararlı bir İslâmcı olarak, dostluk anlamında gidebileceğimiz son noktaya kadar ilerleyebilirdik; bunun önünde ilkesel bir engel yoktu. Tam aksine, ikimizi ortak bir noktada buluşturan “vicdanının sesini kılavuz edinerek konuşmak”ve “muhatabına merhametle muamele etmek”gibi bazı iyi huylarımız söz konusuydu.
Fakat, İslâmî kesimde, tıpkı yukarıda psikolojisini tasvir etmeye çalıştığım haber programı sunucusu gibi bazı tipler vardı ki, bunlar Sırrı Süreyya Önder’in “mütedeyyin câmiâ açılımı”nı böyle bir gözlükten bakarak yorumlamamayı tercih ettiler. Kendileri yavşamaya pek bir müsait oldukları için, konuşurken ağzından bal damlayan bu sempatik Adıyamanlı’nın da İslâmî kesim içinde kısa sürede dejenere olup ortalıklarda -ilk hecesi tıslama şeklinde başlayıp sonu sessizce biten- gösteriş “Bisssmillah!”larıyla dolaşacağını, panellerde insanların huzuruna çıkarken hacı yağları sürüneceğini ve “sağcı”televizyonlarda katıldığı programlarda giderek omurgasızlaşıp yalaka bir jargonla konuşmaya başlayacağını varsaydılar. Hattâ, ona saplantı düzeyinde bağlanmış birinden vaktiyle şu cümleleri duyduğumu bile hatırlıyorum:
“Adamda büyük bir imân potansiyeli var. Müslüman olup hidayete ermesi an meselesi… Bu iş yalnızca bir fiskeye bakar.”
Oysa, kendisini tanıdığım ilk günden itibaren çok iyi bilmekteydim ki Sırrı Süreyya Önderiki-üç tane kuş beyinli İslâmcının kendisine heyecanla aktaracağı hidayet hikâyelerinden; “arıların bal yaparken Allah yazdıklarıkovan fotoğrafları”ya da “astronot Neil Armstrong’un aya indiğinde ezan sesi duyduğu”martavallarından kolayca etkilenip istenilen formata dönüştürülebilecek bir adam değildi. Tam aksine, bizimkilerde hemen hiç bulunmayan bir erdeme sahip, “dâvâsına gönülden inanmış bir sosyalist”olarak yerinde kaya gibi sağlam bir vaziyette duruyor ve sadece “çevre”yi merak ediyordu. Onun gibi, neye ve neden inandığını iyi bilen kişiler de olsa olsa çevrelerini kendilerine benzetip dönüştürürlerdi.
Kocaman kocaman unvanlara, destan gibi özgeçmişlere sahip ilâhiyat fakültesi profesörlerinin berbat Türkçeleriyle “köşe yazarlığı”mesleğine tecavüz ettikleri, İslâmî görünümlü sağcı-partizan televizyonların ekrana çıkartacak ağzı laf yapabilen “kafa dengi”adamlar bulabilmek için çırpındığı, bulunca da konuk etmek için birbirlerini ezdikleri bir mahallede, Sırrı SüreyyaÖnder gibi alabildiğine zeki, entelektüel birikimi yüksek ve hitabetiyle de son derece “akıcı”bir adam, doğal olarak kısa bir süre içinde “yılın medya olayı”na dönüştü. Kendisine kültür-sanat arenasında deliler gibi bir “rol model”arayan, fakat sağa sola gönderdikleri konferans davetiyelerini bile “muhterem efendim”hitâbıyla başlatan fosilleşmiş adam ve kadınların dünyasında böyle bir rol modeli mumla arasa da bulamayan dindar gençlik, beklendiği üzere Sırrı Hoca’yı kendisine jet hızıyla baş tacıyapacaktı.
Velhasıl, “SSÖ fenomeni”İslâmî kesimde o kadar hızlı ve derin bir etkiye yol açtı ki İslâmcıların televizyon programlarına “muhabbeti keyif veren bir konuk” kontenjanından katılıp bu kesimin dikkatini çekmesinden yalnızca bir yıl kadar sonra, kendisi bizim mahallede etki gücü açısından hemen hemen “İsmet Özel kudreti”nde bir kanaat önderine dönüşmüş durumdaydı.
“İkiyüzlülük”gibi bir vasfı bulunmadığı için, sapla samanın iyice birbirine karıştırıldığı bu sakat gidişten kesinlikle memnun olmadığını kalben iyi bildiğim Önder, ona karşı ideolojik muhabbetinde ölçüyü kaçırmış durumdaki genç dindarlara zaman zaman gerek basılı medya söyleşilerinde, gerekse çıktığı televizyon programlarında ayar vermekten hiç çekinmedi. Kitleler ne ne kadar onun ağzından en küçük bir AKP eleştirisi duymak istemeseler bile, “Tamamdır artık, iyice kıvama geldi, hidayet ererek soldan bu tarafa devşirdiğimiz bir adet ithal entelimiz daha var”diye düşünülmeye başlandığı her durumda Sırrı Hocahiç acımadan mevcut hükûmete, İslâmî piyasanın göbeği zemine değen kodamanlarına, Hz. Peygamber’in mazlumlara ve yoksullara emanet ettiği bu dinî utanmaksızın vahşi kapitalistlerle evlendiren din baronlarına ardı ardına çaktı; dahası “olaylar ve olgular karşısında din esaslı düşünüp yorumlar yapmanın kişilerin bilincini uyuşturduğuna”ilişkin daha sola dönük yaklaşımından da asla ödün vermedi.
Fakat, dedim ya, ağzından lezzetli teşbih cümleleri dökülen medyatik bilgelere susamış durumdaki İslâmî kesim tıfılları, onun bu dostça ayar çekmelerini anlamamakta direniyor, adamın “Ben yerli yerimde duruyorum çocuklar, beni sakın ola hancı olarak görmeyin, ben olsa olsa buralarda soluklanan bir yolcuyum”mealindeki mesajlarını yerli yerine oturtmakta güçlük çekiyorlardı.
Neticede, İslâmî kesimin çocuklarının, hem alabildiğine bilgili, hem alabildiğine şen şakrak, hem alabildiğine kibirsiz, hem de alabildiğine muhabbet ehli olabilen hakiki bir aydın tipine yönelik derin özlemi, giderek Sırrı Hoca’nın da, onu bir tür “çağdaş evliya”gibi görme eğilimindeki bu çocukların da başına bela olmayabaşlayacaktı.
* * *
Ben, Sırrı Süreyya Önder’den, kendisinin gönderdiği bir e-posta mesajıyla başlayan ve geçen yılın yaz aylarında yine kendisi tarafından sona erdirilen 4 yıllık “itidalli”dostluk hukukum süresince sadece bir tek şey istedim: Geçen yaz, Cine 5’de hazırlayıp sunduğum “Sinema Meclisi”programının -onu da yakından ilgilendirdiğini düşündüğüm- bir bölümüne “konuk”olarak katılımını…
Önder’in sinemasal çabalarına yazıları ve haberlerinde defalarca yer vermiş biri olarak, bu da öyle aman aman zor, büyük fedakârlıklar gerektiren bir talep değildi. Aramızda uzun yıllar içinde yavaş yavaş oluşmuş bulunan meslekî muhabbetin gayet masumane bir yansımasıydı. “Rating”in tepemde Demokles’in kılıcı gibi sallandırıldığı yeni bir programa başlamıştım; o da sektörümüzde popüler bir simâ olduğu için kendisinden dostça destek istiyordum.
Sağolsun, Sırrı Hocada oldukça yoğun bir çalışma dönemine denk gelmesine rağmen bu ricamı kırmadı ve benim programın “Sinema ve televizyon filmlerinde sadâkatsizlik olgusu”başlıklı üçüncü bölümüne konuk oldu. Bütün amacım, beyazperde ve beyazcamda gitgide yayılıp olağanlaştırılan bu yeni (ve mezhebi fazlasıyla geniş) evlilik algısını onun da kendi sosyalist perspektifi kapsamında değerlendirmesiydi.
Üzülerek söylemeliyim ki bugün herhangi bir ekranda aynı konuda bir program hazırlayıp sunsam kendisini kesinlikle davet etmeyeceğim (kendisinin de kesinlikle gelmeyeceğini çok iyi bildiğim) bu talihsiz buluşma, Sırrı Süreyya Önderile aramızdaki itidalli dostluğun da sonunu getirmiştir. Çünkü, “dâvâsında kararlı bir adam”olan Önder’in kendine göre “kırmızı çizgileri”nin aşıldığı bir video kayıt yayımlanmıştı söz konusu programda…
Son dönemdeki sinema filmleri ve televizyon dizilerinin evliliklerde ihanet furyasını kışkırtıp kışkırtmadığını tartıştığımız o bölüm, ilginç bir rastlantı sonucu, dönemin CHPlideri Deniz Baykal’ın zinâ görüntülerinin internet sitelerine düştüğü, ülke medyasının sabahtan akşama kadar bu konuyu tartıştığı hararetli bir hafta sonuna denk gelmişti. Ben de kanal yönetiminden hiç bir dış baskı ya da özel talep olmaksızın, programın giriş bölümünde, tamamen kendi inisiyatifimle, Başbakan Erdoğan’ın bir dış geziye çıkarken havalimanında bu konuya değindiği yaklaşık iki dakikalık bir video kaydını yayımladım. Erdoğan’ın Baykal’ı son derece ayarında bir üslûpla “topluma kötü örnek olmakla suçladığı”bu basın açıklaması, programın konsepti açısından son derece doğruydu, isabetliydi. Dahası, asıl böyle bir malzemeyi yayımlamadığım takdirde içerik zenginliği açısından eksik kalacaktık.
Fakat, Sırrı Süreyya Önderböyle düşünmüyordu. Kendisini kanalın kapısında “Hoş geldiniz ağabey, beni kırmayıp programıma katıldığınız için size minnettarım”diyerek kucakladığım ve canlı yayın öncesi gerilimiyle boğuşurken ortaya koyabildiğim en üst düzey dostluk tezahürleriyle ağırlamaya çalıştığım bu “ağzından bal damlayan”adam, topu topu 120 saniye dolayında süren Erdoğan mülâkatı bitip de stüdyoya geri döndüğümüzde artık bambaşka biri oluvermişti. Son bir kaç gündür ülkedeki bütün televizyonların döndüre döndüre yayımlayıp durduğu o görüşleri benim tekraren yayımlamamın “son derece âdice, alçakça, rezilce bir yayıncılık örneği”olduğunu imâ eden cümlelerle başlayan sinirli yorumlarını, program boyunca hiddetini bir saniye bile azaltmadan hep aynı tonda sürdürüp durdu. Öyle ki reklâm arası verip sigara içmek üzere dekor hangarına girdiğimiz anlarda bile, “Üstadım, hayırdır, bu kadar alınganlık yapacak ne var ortada, herkesin bildiği ve izlediği bir basın toplantısından kısacık bir özet yayımladık, canlı yayında niye bu kadar sert dalıyorsunuz bana ve henüz yeni yeni kendine gelmeye başlamış programıma”dediğimde hiç konuşmadan gergin bir gülüşle yüzüme bakacak, ekrana yansıyan kızgınlığını kulise de aynı şekilde taşıyacaktı.
Bütün kabahatim, programın açılış konuşmasında, “Bizler Türk sinema ve televizyonculuğunda sadâkat erdemini yozlaştıran kimi yapımları tartışmaya karar vermişken, hafta içinde bu konuda siyaset arenasında da son derece ilginç bir gelişme oldu”diye söze girip, Baykal’ın (zaten üç-beş gün sonrasında parti genel başkanlığına mâlolan) uçkur meselesini topu topu ciklet reklâmı uzunluğundaki bir derlemeyle ekrana getirmemdi. Ortada herhangi bir sır yoktu, bir özel hayat mahremiyeti ihlâli yoktu, Baykal’a hiç kimsenin bilmediği yepyeni bir suçlama getirme gayreti yoktu. Girizgâhta ayaküstü söylediğimiz her şey, o günlerde ülke medyasında dalgalanan iddiaları aktarmaktan ibaretti. Odak noktamızdaki kişi ise “Ben bu ülkedeki en ideal vatandaşım, Türkiye’yi herkesten çok daha güzel yönetirim, o yüzden oyunuzu bana verin”diyen ana muhalefet partisi lideriydi! Dolayısıyla, son 40 yıldır bu iddialı lafları tekrar edip duran bir politikacının özel hayatındaki olası bir çürük de medya açısından “haber değeri”taşımaktaydı!
Nitekim, benim programın sonrasında yaşanan bütün gelişmeler de bu olup bitenlerin doğru olduğunu, dahası ilk anda iddia edildiği gibi Fethullah Gülencemaatinin bir komplosu değil, yine adamın kendi partisinin içindeki komplocu kanadın bir operasyonu olduğunu gözler önüne serecekti.
Fakat, olayın bu cephesi Sırrı Hoca’nın umurunda bile değildi. “Solcu bir parti lideri”nin aile hayatından son derece sevimsiz bir resme (bu resim başka televizyonlarda bilmem kaçıncı kez ekrana yansıtılıp cılkı çıkartıldıktan sonra) yandan yandan hafifçe değinilen bir tartışma programında, böyle utanç verici bir olay üzerine konuşmak zorunda kalmak “sol görüşlü bir aydın”olarak kendisini çılgına çevirmişti. Yayın boyunca 4-5 kez söz aldı, her defasında da bana, programıma ve kanalıma sözünü hiç sakınmadan, dostluk hukuku adına en küçük bir geri adıma bile ihtiyaç hissetmeden bol bol “çaktı”. Verdiğimiz aralarda buz gibi bir ifadeyle sigarasını içti ve en sonunda da benim ortamdaki gerginliği azaltma yönündeki hiç bir çabama yüz vermeksizin arabasına atlayıp bastı gitti.
O gün bugündür de beni ne arar, ne sorar, ne de herhangi bir mesaj yazar Sırrı Hoca… Oysa, bu programın yayınından en fazla iki ay önce, İBB-Kültür A.Ş.eski genel müdürü Nevzat Bayhan’ın düzenlediği sinemacılar arası tanışma ve istişâre yemeğinde salondan içeri girdiğim anda ayağa fırlayıp, “Bu adamla nicedir karşılaşmak istiyordum, kendisini ilk kez burada görüyorum, gideyim de o güzel yanaklarından öpeyim”diyerek yanıma gelen ve dostça sarılan yine kendisiydi.
Dikkat ediniz, kişisel bir hata ya da ayıbım bile değil, politik yelpazenin (artık her ne kadar “sol”ise) görece “sol”unda durduğu varsayılan bir politikacının çevresinde patlak veren çirkin bir aile skandalına kendi programımda iki dakikalığına yaptığım değinme, Mevlânâ’dan alıntılarla bezenmiş karşılıklı yazışmalara vesile olan bu dostluğu henüz orta boy bir filizken kurutmaya yetti. Çünkü, Sırrı Hoca’nın damarına basmış, “sol kesim kardeşliği”gibi çok hassas olduğu bir alanda laf söyleme cür’etini sergilemiştim.
Onun “ideolojik tercihleri”itibarıyla ne olduğu ve ne olmadığını kavrama noktasında kafası son derece karışık İslâmî kesim yeniyetmelerine göre çok daha uyanık biri gibi görünmeme rağmen, itiraf etmeliyim ki sevgili Önder’in mensubu olduğu mahalleye yönelik eleştirilerde hoşgörü eşiğinin bu kadar düşük olduğunu ben dahi bilmiyordum. O yüzden, muhatabım bana her ne kadar bozuldu ve kızdıysa, ben de kendisine misliyle kızdım. Bu kızgınlığım da o can sıkıcı bölümü her hatırladığımda aynı yoğunlukta sürmektedir.
Benim kısacık bir temas sonrasındaki ruh hâlim böyleyken, “onu dönüştürdüğünü” ya da “kolayca dönüştürebileceğini”sanan kimi safdillerin, Önderİslâmî kesimde -turist olarak bile- daha fazla takılamayacağını anlayarak ansızın basıp gittiğinde yaşadıkları travmanın boyutlarını düşünmek bile istemiyorum. Böyleleri, sinema dünyamızın bu çok yönlü sanatçısıyla aralarında bir “Katolik evliliği”oluştuğunu varsayarken, o ise bırakın Katolik evliliğini, aslında aile arasında mütevazı bir nişan bile yapılmadığınıilân etti cümle âleme…
Radikalgazetesindeki köşesinde -politik çizgisi son derece hatalı bir biçimde “İslâmcılık”la özdeşleştirilen- AKPhareketine yaptığı, dozu her geçen gün daha da artan eleştirilerine ek olarak, (kendisinin ifadesiyle etnik açıdan kesinlikle Kürt olmamasına, Türkmenbir aileden gelmesine rağmen) BDPçatısı altında ilân ettiği milletvekili aday adaylığıyla da İHL Sözlükgibi sanal forumlardan muhafazakâr gazetelerin köşelerine kadar uzanan genişçe bir havzada, kendisine yönelik hayâl kırıklığını bir kaç kat daha büyüttü.
Oysa, Sırrı Süreyya Önderta en başından beri hep aynı adamdı. Politik tercihleri hiç değişmemiş, davranışları hiç yavşamamış, hele hele İslâmî kesime olmadığı gibi görünmeyi hiç denememişti bile... O, “Beynelmilel”î çektiği 2006yılında da devrimci bir sosyalistti, 2011 yılında da… Bizim, kültür ve sanat dünyasında umutsuzca yeni kahramanların arayışındaki İslâmcılarımız, onu kafalarındaki kaba zorla sokmaya çalışmışlar, fakat karşılarındaki adam kendileri gibi her kaba rahatça doldurulabilecek akışkan bir mahiyet arz etmediğindendolayı, bu yoğun zorlamanın sonucunda da kap dayanamayıp parçalanmıştı.
* * *
Önder’in, muhafazakâr medyada kendisine yeni bir “popüler hatip”olarak umut bağlayanları hiç tereddütsüz bırakıp gitmesi, ardından Radikal’deki yazılarının eleştirel dozajını bilinçli bir şekilde artırması, nihayetinde AKP’nin temsil ettiği başat bir politik akıma -referandum da dahil- her aşamada elinden geldiğince köstek olmuş Kürt faşisti bir partiden adaylığını ilan etmesi, bir sanatçının Ulusal Meclis’e girmeye heves etmesinden çok daha derin anlamları olan, bu tatlı dilli ağabeyi kendilerine yeni rol model olarak kabul edip bağırlarına basmış bütün zamane İslâmcılarına kapak olması gereken, tarihî öneme sahip bir vak’adır. Ki aynı romantik kesim, vaktiyle Gülay Göktürkve Cengiz Çandarörneklerinde de benzer hataları işlemiştir. Karşı mahalledeki insanlar neye inandıklarını, neyi savunduklarını ve nerede duracaklarını çok iyi biliyorlar. Bu gibi ilkesel tutumları sergilemeyen birileri varsa o da biziz.
Sırrı Hoca’nın adı çevresinde yaşanan bütün bu arbededen benim hisseme düşen hüzün ise sinema dünyasından gerçekten çok değerli bir dostu hiç gereksiz yere yitirmem oldu. Keşke o gün (yaptığım için hâlâ çok büyük bir Müslümanca gurur duyduğum o programdaki o bölüme) daha ılıman bir konuğu davet etseydim de bu güzel insanla dostluğumuz böyle orta yerinden baltayla kesilmeseydi. Beşiktaş’daki bürosunda, otantik bir cezve kullanarak pişirdiğini oradan buradan sürekli duyduğum, kendisinin de bana özel pişirmeyi vaad ettiği o bol köpüklü “Türk kahvesi”ni içmeye gidecek ufacık bir hatır kalsaydı aramızda… Ben de geriye dönüp baktığımda ne onun sosyalist, ne benim İslâmcıkaldığıma yanmıyorum da, sadece Üstad’ın mâhir ellerinden sinemacılar câmiâsında epeyce meşhur olan o kahveyi içemediğime yanıyorum!
Fakat, “dâvâ”sına gönülden inanmış bütün solcular böyledir. Hayatın hiç bir cephesinde bu oyunu bizimkiler gibi yanar-döner bir ruh hâliyle oynamazlar. Çocuklarına isim koyarken ve onları büyütürken de solcudurlar, yeni dostluklar kurarken de solcudurlar, müzik, sinema, tiyatro, edebiyat, şiir beğenilerinde de solcudurlar, evlenecekleri kişiyi seçerken de, yönettikleri şirketlere eleman alırken de solcudurlar.
Bu kategorideki insanlarla uzun yıllardır rahatlıkla empati kurabiliyor, onları çok iyi anlayabiliyorum. Çünkü, ben de aynen böyle biriyim; bizim gibi belli bir çizgisi olan kişiler birine bağlandığında tam bağlanır, sildi mi de kökten siler atar.
Sorun Sırrı Süreyya Önder’de değil, “oyun hamuru”na dönmüş politik ve insanî kimliklerine rağmen kendilerini hiç utanıp sıkılmadan hâlâ “İslâm dairesi”içinde görenlerdedir bugün…
Günahıyla sevabıyla çok saygın bir halk hareketi olan “İran Devrimi”nin azılı düşmanı kemancı Farid Farjad’a ağzından salyalar akarak hayran olanlar bizleriz…
Tıpkı Farjad gibi uzun yıllardır batıda yaşayan, bu arada İran’a ve rejimine yoğun bir nefret besleyen Kürt asıllı İranlı yönetmen Bahman Ghobadî’ye bayılanlar da…
Aynı şekilde, ateist ve ayrılıkçıKürtsinemacılarının, içlerinde inanca ilişkin tek bir imge ve simge barındırmayan aşırı pohpohlanmış misyon filmlerini göklere çıkartanlar da bizleriz…
Kim Ki Dukgibi ne idüğü belirsiz Uzakdoğulu heriflerin tiksindirici bir hazcılıkla bezenmiş soft ve hard porno kıvamındaki anlatılarına “hayatımın filmi”muamelesi çekenler de bizleriz…
Avrupa sinema tarihinin gelmiş geçmiş en kişiliksiz sinemacısı olan Emir Nemanja Kusturicaaramızdan bazılarının Müslümanca tepkileri sonucunda bu topraklardan defolup gittiğinde, “Çok ayıp ettik adama yahu, onu kişiliğiyle değil, sanatıyla değerlendirmeliydik”yalamalığını sergileyenler arasında bizim “pek Müslüman aydınlarımız”da var…
“İntihar”ın din kurumu tarafından kıymeti teslim edilemeyecek yücelikte bir muhalif tavır olduğunu ileri sürerek insanı kesinkes cehenneme mahkûm ettiğini iyi bildiğimiz bu eylemi kutsayan, orada burada “Kendim olmasaydım tanrı olmayı tercih ederdim” şeklinde zevzeklikler yapan beyni iyice sulanmış İslâmcı soslu filozof bozuntularını yere göğe sığdıramayanlar yine bizleriz.
Saç telimizden ayak tırnağımıza kadar yamuğuz, tutarsızız, huzursuzuz. Aslında neye, neden ve ne ölçüde inandığımızdan da hiç bir haberimiz yok. Şeklen inanır gibi göründüğümüz şeylerden ise alttan alta derin bir utanma psikolojisi içindeyiz.
Bütün bu sefil manzara da İslâmî kesimi, evindeki ahlâkçı baskıdan bunalmış, karşısına çıkan ilk tatlı dilli sevgiliyle bohçasını toplayıp kaçan oynak bir kenar mahalle kızına benzetiyor.
O yüzden, bizlere her türlü hayâl kırıklığı ve aşağılanma müstahaktır.
Sırrı Baba’ya politik tutarlılığı için en içten saygılarımı sunuyorum. Fakat, beni o gece kendi programımda boza etmeye kalkıştığı için onu eskisi kadar sevmediğimi de bilmesini istiyorum. O hoyratlığın “ideolojik kararlılık”dediğim şey için değerdi de, Baykalgibi bir adam için pek değmezdi ve nitekim değmedi de be Üstad!
Belki başka bir bahara karşılıklı içebiliriz o efsanevî kahveyi…